Vizyona girecek belgeseli öncesinde, 5 filmiyle Wim Wenders

Önümüzdeki hafta vizyona girecek olan Wim Wenders belgeseli The Salt of the Earth’ten hareketle, yönetmenin beş filmine göz atıyoruz.

Hazırlayan: Zeynep Naz İnansal

paris texas

Paris, Texas (1984)

Amerikan bağımsız sinemasının öncülerinden olan Paris, Texas, Wenders’a Cannes’da Altın Palmiye’yi kazandıran film. Filmimizin ana karakteri, Taxi Driver’dan Travis grubuna, fazlaca kişinin ilham kaynağı olmuş bir karakter olan Travis. Kim olduğunu ve nereden geldiğini unutmuş bir halde, çölde tek başına yürüyen karakterimiz, filmin ilk yarım saati boyunca tek kelime etmiyor. Zaman geçtikçe, Travis’in 4 yıl once terk edip gittiği karısını aradığını anlıyoruz. Huzuru çölde ve bir striptiz kulübünde, gerçek dünyadan olabildiğince uzakta bulan, bir zamanlar birbirine aşık olan bu iki karakterin arasındaki bu koca mesafeyi de Wenders’ın gözünden minyatür bir Amerika olan Texas’ta izliyoruz. Tüm bunlar filmin müthiş soundtrack’iyle de birleşince, bize yalnızca Wenders’ın sinemasına hayran kalmak düşüyor.

wings of desire

Wings of Desire (1987)

Wenders’ın tüm önceki meleklere, ama özellikle ustaları Yasujiro Ozu, François Truffaut ve Andrei Tarkovsky’e adadığı filmi, çocuklar dışında kimseyle iletişim kuramayan iki meleğin Berlin sokaklarındaki yolculuğunu anlatıyor. Damiel ve Cassiel, Berlin sokaklarında dolaşıp insanların kafalarındaki monologlarda hayatın ve insan olmanın anlamını bulmaya uğraşıyorlar. Siyah-beyaz başlayan film, meleklerden biri aşık olup, ölümlü dünyayı seçince renkleniyor ve çok daha kaotikleşiyor. İçinde bir Nick Cave performansı da barındıran Wings of Desire, mekanın içeriğin önüne geçtiği, upuzun bir rüya sekansı gibi.

buena vista

Buena Vista Social Club (1999)

Hayran olduğu sanatçılara saygı duruşunda bulunmayı çok seven Wenders, bu sefer de müzisyenlerin peşine takılmayı seçiyor. Buena Vista Social Club, aynı zamanda Wenders’ın ilk Oscar adaylığını da getirmişti. Kendi filmlerinin müziklerini de yapmış olan Ry Cooder’la beraber, Havanaya giden yönetmenimiz Buena Vista Social Club’ı biraraya getirip New York’ta bir konser vermeye ikna etmeyi amaçlıyor. Müthiş Havana—ve daha sonra New York—görüntülerini müzisyenlerin hayat hikayeleriyle birleştiren belgesel, yine her şeyden çok sanatçıların kendilerine ve eserlerinden çok kendi hikayelerine odaklanıyor.

Wim Wenders

The Salt of the Earth (2014)

Bir sanatçıdan diğerine saygı duruşu niteliğindeki The Salt of the Earth, Brezilya’lı fotoğraf sanatçısı Sebastiao Salgado’nun hayatı ve işlerini ele alıyor. Salgado’nun oğlunun Wenders’la yönetmen koltuğunu paylaştığı film, bir fotoğrafçının teknik sürecinden çok, içsel yolculuğuna konsantre olmayı tercih ediyor. Wenders’ın Paris, Texas’ın malum sahnesine gönderme yaptığı stilistik seçimle, yarı saydam bir camın arkasında duran Salgado’nun üstüne yansıtılan fotoğraflarla, sanatçıyı ve eserlerini iç içe görmüş oluyoruz. Uzun yıllar boyunca altın madeni işçileri, Kuveyt’teki petrol yataklarında çıkan yangın, Etiyopya’daki kıtlık gibi konular üzerine çalışan Salgado, Rwanda’da gördüklerinden sonra toplumsal olayları fotoğraflamaktan vazgeçip ülkesine dönüyor. Kuraklıktan kurtarıp bir ormana dönüştürdükleri arazi Institu Terra’nın da etkisiyle doğa fotoğrafçılığına başlıyor. Wenders’ın Salgado’ya atfen siyah-beyaz görüntülerle bezediği ve sanatçıyla benzer bir ışık ve mekan kullanımı denediği The Salt of the Earth, yönetmenin ustalığını kanıtlıyor.

every thing will be fine

Every Thing Will Be Fine (2015)

Wenders’ın son filmi Everything Will Be Fine, yönetmenin artık belgesel türünde devam etmesi gerektiğinin bir işareti gibi görülebilir. James Franco tarafından canlandırılan yazar Tomas’nın, karlı bir günde bir çocuğa çarpıp öldürmesinin, hayatına ve yazarlık sürecine etkilerini izliyoruz. Bu travmanın ardından uzun zamandır çocuk yapmak isteyen sevgilisinden ayrılıp zaten çocuğu olan bir kadınla beraber olmayı seçen Tomas, kariyerinde de büyük bir yükselişe geçiyor. Öncelikle, filmin neden 3D çekildiğini anlamak mümkün değil. Wenders’ın daha önce Pina’da akıllıca kullandığı tekniğin bu filme hiçbir katkısı olmuyor. Senaryodaki boşluklar, birkaç yıllık zaman atlamalarıyla daha da görünür hale gelirken, karakterlerimizin uzun yıllar geçse de hiç yaşlanmaması da kafamızı karıştırıyor. Travmanın yaratım sürecine etkisi gibi derin bir konuyu yüzeysel bir şekilde anlatan film, maalesef eksik kalıyor.