Hatırlamak, affetmek, annelik ve aynalar üzerine: Yanık Şeker

Yazı: Defne Demirer

Avni Doshi’nin 2020 Booker Prize adayı ilk romanı Yanık Şeker, Deniz Erkaradağ çevirisi ve April Yayıncılık etiketiyle Türkçede yayımlandı. Yanık Şeker, Alzheimer teşhisi koyulma yolunda olan bir anne ve kızı arasındaki ilişkiyi ele alıyor. Roman, baş karakterin içinden bir türlü çıkamadığı ve kendilik algısının yapboz parçaları gibi dağılıp tekrar birleşmesine sebep olan bir çelişki etrafında şekilleniyor: “Antara, bir zamanlar ona bakmayı ve onu büyütmeyi doğru düzgün becerememiş, bir sürü hata yapmış annesi Tara’ya, zamanı geldiğinde ve annesinin yardıma ihtiyacı olduğunda nasıl bakmalı?” Annesi geçmişi unutmaya ve karıştırmaya başladığında onu evine alan Antara, kendi geçmişine dair unuttuklarını yavaş yavaş hatırlamaya başlıyor. Uzun süre sonra annesi ile aynı yerde bulunması ile tetiklenen anılar tertemiz birer kırık ayna parçası gibi teker teker önümüze seriliyor.

Parçalar birleştikçe de Antara’nın çocukluğuna dair karanlık ve bir o kadar da duygusal anlar yakalıyoruz. Tara’nın geçmişte kızına zarar verecek olsa bile kendi tutkuları ve seçimlerinin peşinden gittiğini, 30 sene önce yaşadıkları Pune şehrinde lokal bir gurunun peşine takılıp o zamanlar yeni doğmuş kızı Antara’yı ve kendi evliliğini geride bıraktığını öğreniyoruz. Antara hikâyesini şimdiki zaman ve bu karanlık geçmiş arasında gidip gelerek anlatıyor ve bu anlatı aracılığıyla da içinde bulunduğu an ve kendisi ile ilişkisinin geçmişten gelen kırgınlıklarla zedelenmiş olduğunun farkına varıyoruz. Dilip adında genç ve zengin Amerikalı-Hindistanlı bir adamla olan evliliği, başarıyı hiçbir zaman tam anlamıyla yakalamayı başaramadığı sanatçı kariyeri ve Hindistan’ın fakir bir şehrindeki lüks dairesindeki aynalar, arada bir ziyaretine gelen çocukluk arkadaşı ve şimdi de yavaş yavaş hafızasından her şeyin silinmekte olduğu annesi… Antara’nın şimdi ile olan ilişkisi hep kopuk resmediliyor ve geçmişi üzerinden kuruluyor roman boyunca. 

Şimdiki zamanı bıçak gibi kesen anıların çoğu genç Antara’nın annesiyle beraber yerleştiği aşramdaki yalnızlığını konu alan sahnelerden oluşuyor. Küçük Antara’nın aç ve susuz kalmasına, aşramın avlusunda nemli şilteler üzerinde geçirdiği uykusuz gecelere tanık oluyoruz. Doshi, Antara’nın annesinin peşine takıldığı guruyu Baba olarak adlandırmayı tercih ediyor. Geçmişe her yeni bir kapı açtığında Doshi aşram ziyaretçilerini, kapalı kapılar arkasında dönen yolsuzluğu, çocuk istismarını ve Baba’nın takipçilerini Antara’nın dilinden anlatıyor. Bu sayede hem çok sade ve çocuksu hem de geçmişi bulanık ve bölük pörçük hatırlamanın verdiği gizemli bir ton yakalamayı başarıyor. Bu anıların çoğu bazı okuyucular için o kadar karanlık olabilme potansiyeli taşıyor ki ancak Doshi’nin yakaladığı bu süzülme hissi bütün bunları bir solukta okuyabilmemize yardımcı olabilirdi zaten.  

Antara’nın hikâyeleri önümüze serildikçe romanın konu aldığı iki kadının da geçmişlerine ve kendilerine yüklenen toplumsal rollere olan kızgınlıkları ile hareket ettiklerini, hiçbir zaman kırgınlıklarını affedememiş olduklarını görüyoruz. Doshi’nin güçlü kalemi, mutlaka hepimizin hayatında başımıza dert olmuş ya da canımızı sıkmış aile ilişkileri üzerine, özellikle kadınlık ve annelik rollerini ele alarak yaptığı bu meditasyonda; iyinin ya da kötünün olmadığını, haklı ya da haksız, suçlu ya da mağdur bulunamayacağını hatırlatıyor okuyucuya. Mesela Baba öldüğünde duyduğu üzüntüden dolayı Antara’ya bağıran ve can yakıcı bir sürü aşağılama sarf eden Tara aynı zamanda çok büyük bir acı çekiyor, toplum tarafından ona yüklenmiş annelik rolü altında eziliyor ve boğuluyor. Kızgınlığı ve sıkışmışlığından dolayı yerine getiremediği bir sürü görev ve sorumluluğu düşündükçe kendini cezalandırıyor. Çocukluk yıllarında zorluk çekmiş olsa ve bir özür arayışı içinde olsa da Antara annesinin geçmişte de şimdiki zamanda da hasta olmasından, acı çekmesinden, unutmasından zevk alıyor olduğunu itiraf ediyor. Daha sonra Antara Tara’yı sadece kendini düşünmekle suçladığında Tara kendini savunuyor ve kendini düşünmenin yanlış bir şey olmadığını söylüyor Antara’ya. Antara ise kendi bebeğini doğurduğunda kendini benzer bir durumda, şikâyet ederken ve annelik yapmak istemezken buluyor. 

Bu birikmişliğin üstesinden gelmek belki Tara için en sonunda her şeyi unutarak gerçekleşiyor. Onu ânın içinde kılabilecek şey, her şeyi unutmak ve yeniden başlamak. Fakat bu Antara için hesaplaşma ve özür dileme olanaklarını ortadan kaldırıyor. Antara kendini okuyucu ile baş başa, geçmişin getirdiği anıları, küçük zevkleri ve derin yaraları hâlâ yaşarken, sindirirken ve kendini ya da geçmişini affedemezken buluyor kendini. Sürekli bağlı kaldığı geçmiş de Antara’nın şimdiki hayatında onu mutsuz eden ve değiştirmek isteyebileceği şeyleri fark edemeyip içinde yaşayıp durduğu bir gerçekliğe bağlı kalmasına ve içine girdiği kafesten bir türlü çıkamamasına sebep oluyor. Şekeri karamel yapmak için ısıtırken çok kritik bir yanma noktası vardır ve en ufak bir dalma ânında sulu sulu, rengârenk karamel olabilecek şeker kömüre dönüşür. Antara’nın geçmişte takılıp kalması da kopuk bir şekilde bağlandığı şimdiki hayatını göz göre göre zedeliyor. Booker Ödülü’ne lâyık olduğunu her kelimesinde gösteren Yanık Şeker kitabının adı da işte bence bu imgeden geliyor.