Süreğen kriz ortamında yayıncılık

Hazırlayanlar: Ekin Sanaç, İlayda Güler

Döviz kurundaki sıçramalar ve pandemiyle birlikte kâğıda olan talep artışının selülozun fiyatını katlamasıyla ortaya çıkan kriz ortamı, kâğıtta yüzde 90 dışa bağımlı olan Türkiye’yi de fena vurdu elbette. Mürekkep ve tutkal gibi başkaca ihtiyaçların da ithal olması, yayınevlerini hammadde temini konusunda zora sokmaya devam etmekte. Bunlara döviz artışından nasibini alan matbaa, telif, ulaşım ve taşıma, ambalaj, elektrik ve su giderleri gibi diğer masraflar da ekleniyor. 2022’nin ilk yarısında basılan kitap oranı geçtiğimiz seneye göre büyük ölçüde azaldı. Kitap üretiminin, son dokuz yılın en düşük seviyesine ulaştığı söyleniyor. 

Mevcut koşullarda pek çok yayıncı, çok satan veya telifsiz kitapları basmayı önceliklendiriyor. Bazı yayınevleri, biten kitapların baskısını yenileyemiyor. Bu manzara gösteriyor ki henüz tanınmamış yeni yazarlar ya da daha küçük kitlelere hitap edenlerin payına, fırsat eşitsizliğiyle mücadele etmek düşebiliyor. Kimi süreli yayınların hayatına son veriliyor, kimileriyse küçük rahatlamalar sağlaması umuduyla bir veya birkaç sayısını yayımlamadan pas geçiyor. Bu kriz, yalnızca yayıncılık ekosisteminin fertlerini değil, ülkede uygulanan türlü sansür politikaları ve itibarsızlaştırma çabalarına rağmen inatla yeşermeye çalışan yazılı kültürü de tehdit ediyor. Oysa ki devlet tarafından alınabilecek pek çok önlem var; aslında bu zorluğu hafifletmek mümkün.

Bağımsız yayıncıları “kırıp döken” koşulların bugününe nasıl gelindiğine dair yerinde tespit ve tahliller toplamak, okumayı hayati bir gereksinim olarak gören, kitapları etrafından eksik etmeyen kişilere de sirayet eden huzursuzluğu yayıncılığın farklı kollarına emek vermiş olanlardan dinlemek istedik. Ortam bir hayli zorlayıcı, tablo oldukça karamsar. Ama sadece kafamızı düşürmedik; karşılaştığımız direnme gücü ve nitelikli bilgilerin etkisiyle şarj da olduk.

Geçtiğimiz mayıs ayında Pandora Kitabevi’nin 1991’den beri mesken ettiği ve simgesi hâline geldiği Büyükparmakkapı’daki şubesini kapatma kararı aldığını üzüntüyle karşılarken, bir yandan da Beyoğlu’nun yepyeni ve bağımsız bir kitabevi kazandığını öğrenerek heyecanlanmıştık: Frankeştayn Kitabevi ilk durağımız. 

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı frankestayn-2-yayincilik.jpeg
Okunacak malzeme tektipleştikçe farklı politik, kültürel, sanatsal bakış açılarının gelişmesi engellenmiş oluyor: Ayşe Tümerkan yanıtlıyor

Adını Mary Shelly’nin sevgisiz kalmış, ötekileştirilmiş efsanevi kurgusal karakterinden alan Frankeştayn Kitabevi, geçtiğimiz mayısta Beyoğlu Lüleci Hendek Caddesi’nde kapılarını açtı. Frankeştayn’ın kurucusu Ayşe Tümerkan, uzun yıllar boyunca devam eden avukatlık macerasının ardından, kitapçı açma hayalini gerçekleştirebilmiş biri.

Ayşe Tümerkan ile kentin kültürel yaşamını cömertçe besleyen mekânlar olarak kitapçıların işlevini ve onun kişisel hatırasındaki yerini konuştuk öncelikle. Bağımsız bir kitabevi kurma yolunda onu neyin harekete geçirdiğini, Frankeştayn’ın serpilme öyküsünü öğrenmek istedik. Ardından, dijital satış platformlarının ticari yaklaşımını nasıl değerlendirdiğini, tanımladığı başka engelleri ve bunları aşmak için hangi mecralardan neler talep ettiğini sorduk. İşte yanıtları.

Ayşe Tümerkan: Kitapçıların, özellikle de bağımsız kitabevlerinin kentin kültürel çeşitliliğine hizmet eden çok önemli araçlar olduğunu düşünüyorum. Zincir kitapçılardaki kitap seçkilerini büyük yayınevleri, dağıtım firmaları yönlendiriyor. Okunacak malzeme tektipleştikçe farklı politik, kültürel, sanatsal bakış açılarının gelişmesi engellenmiş oluyor. Oysa bağımsız kitabevlerinde, küçük yayınevlerinin anaakımın dışında yer alan kitaplarına da yer verildiği için okuyucu, farklı bakış açılarını yansıtan kaynaklara erişim imkânı kazanmış oluyor, bu da kentin kültürel yaşamına olumlu bir katkı sağlıyor.     

Kitap okumayı seven birçok insan gibi ben de uzun yıllar romantik bir yaklaşımla kitapçı açma hayali kurdum. Daha sonra bunu ciddi bir proje olarak düşünmeye başlayınca, imkânım elverdiğince yurt dışındaki kitapçıları gezdim. (Tabii İstanbul’daki kitapçıları zaten geziyordum). Özellikle bağımsız kitabevlerindeki seçkiler, oralarda çalışanların önerileri sayesinde kendi kendime asla bulamayacağım kitaplar okumak beni çok mutlu etti. Bağımsız kitabevlerini gezmek, buralarda kişiye göre verilen tavsiyelerin okuyucu için ne kadar kıymetli olduğunu anlamama vesile oldu.  

Yıllarca kurumsal işlerin içinde avukatlık yaptıktan sonra, hayatıma anlam katacak bir işle uğraşma isteği, Gezi ile birlikte benim için önüne geçilemez bir hâl aldı. Kitapçı açmakla ilgili raporlar buldum, kitaplar okudum, Excel tabloları, iş planları yaptım, iyi senaryolar, kötü senaryolar çalıştım. Baktım en iyi senaryo bile finansal açıdan kötü çıkıyor, korktum, moralim bozuldu; konfor alanımdan çıkma, hayatımı küçültme fikri beni endişelendirdi. Sonra Nuray Önoğlu ile tanıştım. İzmir’deki Yerdeniz Kitapçısı’nın eşi ile birlikte sahibi. Kendisi sadece üst düzey bir entelektüel ve edebiyatsever değil, aynı zamanda insanlarla kurduğu ilişki açısından çok ilham verici bir kişi. Nuray’ın da yüreklendirmesi ile sonunda, bütün endişelerimi ve Excel tablolarını bir kenara bırakıp Frankeştayn’ı açtım.    

Dijital satış platformları tabii ki çok agresif ticari yaklaşımlar içinde. Fakat bu kapitalizmin ve serbest fiyat ekonomisinin doğal bir sonucu. Kâr amacı güden her teşebbüs gibi dijital satış kanalları da fiyat kırarak birbirleri ile rekabet ediyor. Olan, arkasında büyük grupların sermaye desteği olmayan küçük işletmelere oluyor.  

Henüz yayıncılık sektörünün yaşadığı sorunlarla ilgili detaylı analizler yapacak kadar deneyimim bulunmuyor fakat çok genel olarak kâğıdın dahi pahalılığı sebebi ile tabii ki acilen ekonominin düzelmesi için gerekli, makul tedbirlerin alınması gerektiğini düşünüyorum. Fakat her şeyden önemlisi, mevcut sansür politikalarından derhâl vazgeçilmesini ve kitapların poşete konma uygulamasının sona ermesini talep ediyorum.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı umami-kitap-yayincilik-1024x1024.jpg
Bağımsız olmanın yalnızlığını ve güvencesizliğini bir nebze de olsa birlikte hafifletebiliriz: Umami Kitap yanıtlıyor

Adını “beşinci temel tat”tan alan Umami Kitap, kuir ve feminist yaklaşımlarla yazılmış metinleri incelikli çeviriler ve özgün tasarımlarla kitaplaştırma amacıyla 2021’de kurulmuş, gencecik bir bağımsız yayınevi. İlk yayınları olan, Rita Mae Brown imzalı Yakut Orman vesilesiyle kendilerine “Hoş geldin Umami Kitap!” demiş, biraz söyleşmiştik. Geçtiğimiz şubatta yayımlanan, Norveçli müzisyen Jenny Hval’in ilk romanı Cennet Çürüdü’yü ise “Beş duyunun tamamıyla” değerlendirmiştik.

Umami Kitap kurucularından Seçil Epik ve Büşra Mutludan kriz koşullarının hâlihazırda sürdürdükleri yayıncılık faaliyetlerine ne şekillerde yansıdığını, Türkiye’deki yayıncılık ortamına yaklaşımlarını ve yakın geleceğe nasıl baktıklarını öğrenmek istedik. “Ferahlamalar için nerelere bakmak lazım?” diye de sorduk. 

Umami Kitap: Biz, 2020’nin ortasında Umami Kitap’ı kurma kararı aldığımızda bu kadar büyük bir krizin eşiğinde olduğumuzun farkında değildik açık konuşmak gerekirse. Hatta o dönem danıştığımız, yayınevi kurma fikrimizi açtığımız birçok yayıncı arkadaşımızın da sektörün bu kadar büyük bir krizin eşiğinde olduğunun farkında olmadığını şimdi daha iyi anlayabiliyoruz. Bu krizin boyutunu bizim en net gördüğümüz andan söz etmek belki okurlar için de durumu daha anlaşılır kılacaktır. Eylül 2021’de ilk baskısını yaptığımız Yakut Orman kitabımız, dört ay sonra ikinci baskıya girdiğinde, kâğıt ve matbaa masrafımız tam tamına iki katına çıkmıştı. 

Biz üç arkadaş, okumak istediğimiz kitapları Türkçeye kazandırma hayaliyle çıktık bu yola. Hepimizin tam zamanlı başka işleri var; daha en baştan yayınevini ekonomik bir beklentimiz olmadan kurmuş olsak da “Belki bir gün, şu an olmasa da dört beş sene sonra gerçek işimiz bu olur.” diye hayal kuruyorduk. TL’nin değer kaybı ve dünyadaki kâğıt kriziyle birlikte artık bu hayali kurmak bizim açımızdan pek mümkün değil. 

Ölçeğimiz sebebiyle yılda dört kitap basmak gibi bir hedefle yola çıkmıştık, sırada çeşitli kitaplar var ancak yeni alım yapmak çok çok zorlaştı. Ve pek çok yeni butik yayıncı için de böyle olduğunu tahmin ediyoruz. Bu aslında kültürel zenginlik ve çeşitlilik açısından çok tehlikeli bir durum. Ekonomik kaygıları öncelemeden, kitapları satış potansiyeline göre kategorize etmeden, kendi odaklandıkları alanlarda yayınlar üretebilmeli butik yayıncılar. Bu, niş yayınlar yapan yayıncılar için her geçen gün zorlaşıyor.

Biz bütün zorluklara rağmen hâlâ şanslı olduğumuzu düşünüyoruz. Daha ilk günden itibaren desteğini hiç eksik etmeyen arkadaşlarımız, dostlarımız, okurlarımız var ve bunun kuir ve feminist hareketler bağlamında da gerçekten fark yarattığını deneyimleyerek görüyoruz. Bu süreçten de yine birbirimizi destekleyerek çıkabileceğimizi düşünüyor, en azından bunu umuyoruz. Yayıncılar, kitabevleri, üreticiler, yazarlar, tasarımcılar, müzisyenlerle yollarımızı daha sık kesiştirerek, birlikte üretme fırsatları yaratarak ve birbirimizin üretimlerini destekleyerek “bağımsız” olmanın yalnızlığını ve güvencesizliğini bir nebze olsun hafifletebiliriz gibi geliyor.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı telemak-1024x1024.jpeg
İnsanlar biberin kilosuna 30 TL verseler de kitaplarını ucuza almak istiyor: Selim Karlıtekin yanıtlıyor

Telemak Kitap, adını Ulysses’in oğlundan alıyor. Selim Karlıtekin tarafından, “geçmişin ve şimdinin etrafımıza ördüğü duvarların, kendini kader olarak dayatan durumların ötesine işaret etmek” arzusuyla 2020’de kuruldu. Karlıtekin’in, buluntu fotoğrafları arşivlediği Seferoğlunda Mucize isimli bir Instagram hesabı olduğunu da ekleyelim.

Selim Karlıtekin’den, Tıpkı Umami Kitap gibi pandemi koşullarında filizlenmiş yayıneviyle yaşadığı deneyimler üzerinden Telemak Kitap’ın ve içinde bulunduğu yayıncılık ekosisteminin krizle olan imtihanını değerlendirmesini istedik. Bir de kendi gelecek projeksiyonunu çizmesini…

Selim Karlıtekin: New York Times’ın eski Türkiye muhabiri Basharat Peer, Türkiye’de neden bu kadar çok kamu ve özel kurumun yayıncılık yaptığını sormuştu, hatta gazeteye bununla alakalı bir yazı hazırlıyordu, yarım kaldı. Dünyada özel teşebbüslerin, karşılarında devasa bankaları ve holdingleri bulduğu (sanırım) tek ülke Türkiye. Kâr etmesine gerek olmayan yapıların varlığı Türkiye’de 90’ların sonundan itibaren kitapları suni bir ucuzluğa sürükledi. Türkiye’de kitap, anlamsız şekilde ucuzdu.

Büyük yayıncıların banka yayıncılarıyla rekabete girerek telifli eserlerin de fiyatlarını düşürmesiyle olabilecek en berbat pazar yaratıldı. Yazarların teliften geçinmesinin imkânsız olduğu ve çevirmenlerin nefes almadan çalışarak ancak günü kurtarabildiği bir pazar yaratıldı. Kâr marjının bu kadar dar olduğu bir pazarın sürdürülebilirliği tamamen (2010’ların tüm seçimlerinin anahtar kelimesi) “istikrar”a endeksliydi. 2013’ten itibaren TL’nin düzenli değer kaybedişini, yayıncılar, içerik üreticilerden keserek ve minimum fiyat düzenlemesiyle geçiştirmeye çalışıyordu. Kitap kâğıdı fiyatlarının pandemi öncesi seviyesi de yüksekti ama artık döviz bazında yüzde 50 artış söz konusu. Buna TL’nin değer kaybı da eklenince Türkiye yayıncılığı kendini devasa bir batakta buldu.

Euro ile üretip TL ile vadeli satış yapmak, kurun mevcut oynaklığı çerçevesinde çok hızlı bir iflas için bir su kaydırağı gibi. Kitabın finans maliyeti gerçek maliyetlerini sollamış durumda. Türkiye’de belirttiğim üzere kitap zaten gayritabii surette ucuzdu. Mevcut zamlar okurda şok etkisi yarattı; insanlar biberin kilosuna 30 TL de verseler gene de kitaplarını ucuza almak istiyorlar. Bunda birincil derecede mesul, bugüne kadar Türkiye’yi, yaratıcıları mağdur edecek şekilde ucuz kitaba boğan yayıncılardır.

Editöründen grafikerine, yazarından çevirmenine kimsenin bir şey kazanmadığı, sadece aç kalmadığı bir yapı vardı. Mevcut giderlerle bu da mümkün değil; birçok yayınevi emekçisi sektör değiştiriyor, işsiz kalıyor. Yayınevleri, basıp ucuza sattıkları kitaplara “astronomik” zamlar yapsalar, tüm kârlarını yaksalar dahi aynı kitabı basacak kâğıdı alamaz hâle geldiler (kitabın hâlâ ucuz olduğunu şerh düşeyim). Satışlar yüzde 40 düştü, yayıncılar bir önceki senenin cirosuna ulaşsalar şükredecekler.

Bu kadar menfi etkenlerin cenderesi bağımsız yayıncıları tabii ki kırıp döküyor. Binbir emekle hazırlanan kitapları da siyaset sermayesi parselliyor; 80’den beri üretilen kültürel alan istimlak ediliyor. Böylesi bir ortamda bağımsız kalarak, daimi surette sermaye yakmadan yayıncılık yapmak açıkçası imkânsız. Telemak, komik denebilecek şahsi birikimimle kurduğum bir marka; döviz patlayınca ilk iş elimizdeki çok kıymetli ve satış şansı yüksek kimi eser ve yazarları bıraktık, sözleşmeleri iptal ettik. Yeni kitap almayı bıraktığımız gibi, elimizde sözleşmesini yaptığımız kitapları nasıl var edebileceğimiz de müphemleşti.

Daha kötü olacak, üretenlere karşı örgütlü bir ketleme var. Kitap sektörü cari hesapla çalışan, ilkel bir sektör; satılmamış kitabın gelir vergisini ödüyoruz. Dahası, yurt dışından hibe aldığınızda dahi gelir vergisi ödüyorsunuz. Kitap satış noktaları azalıyor; noktalardaki çeşit, çok satanlar ve büyük yayınevlerinin koleksiyonlarından ibaret. Türkiye’de indie kitapçı yok denecek kadar az. Bu sektörü de yayıncılarımız ve dağıtımcılar akılalmaz iskontolar belirleyerek elele katlettiler malumunuz -bir ara sabit fiyat yasası konuşuluyordu ama ses gelmiyor bir süredir. İnsanların kitap alacak paraları yok, kitap sayısı zaten azaldı, çok daha fazla azalacak, tekrar baskılar yapılamayacak.  

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı nedircik-yayinlari-yayincilik-1024x1024.jpg
Gelecek, bodrumlarda ya da arka bahçelerde meraklı ve hevesli insanların kendi elleriyle ürettikleri küçük ölçekli, “düşük” teknolojilerde yatıyor: İnan Mayıs Aru yanıtlıyor

İnan Mayıs Aru, yıllarca yayıncılığın birden fazla alanına emeğini vermiş biri; son iki senede ise endüstrinin telaşından uzakta, “yavaş yayıncılık” kapsamında zanaata dayalı, doğrudan bir üretim metodu kullanarak el yapımı kitaplar hazırlıyor. Bizzat Aru’nun girişimi olan ve bir simya laboratuvarı gibi çalışan Nedircik Yayınları’nın, kâğıtları geri dönüşümden geliyor ya da bitki liflerinin pek zahmetli işlemlerden geçirilmesiyle elde ediliyor; mürekkeplerine rengini bağışlayan da yine bitkiler. Kelimelerin ve şeylerin hakkını vermeyi; yaşamı, onun ritmine uygun adımlarla talim etmeyi arzulayan bir küçük yayınevinden söz ediyoruz.

El emeğine dayalı kitap ve kırtasiye malzemeleri üreterek “yayıncılığın endüstrileşmesine sessiz sakin kafa tutan” İnan Mayıs Aru’dan yavaş yayıncılığın değerleri ve işleyişini dinledik. Mevcut atmosferde karşılaştığı başlıca zorlukları sorduk. Derinleşen kâğıt krizinin, yayıncıları, üretim zincirini gözden geçirmeye ve daha sürdürülebilir yöntemlere yönelmeye sevk etme ihtimallerine dair meraklarımızı gidermeye çalıştık.

İnan Mayıs Aru: Uzun yıllardır gerek çevirmen, gerek editör, gerekse de yazar olarak yayıncılık alanında faaliyet gösteriyorum. Benim içerisinde olduğum yayıncılık hep “küçük” olarak adlandırılagelen bir yayıncılık oldu, hiçbir zaman çok farklı türlerde, ayda onlarca farklı kitap basan endüstrileşmiş yayınevleriyle çalışmadım ancak sektörün içerisinde olduğumdan dolayı oradaki işleyişin ne denli tüketici bir süreç olduğunun da hep farkındaydım. Tüketici derken, emekçisini olduğu kadar ortaya çıkan ürünü de salt tüketim ilişkilerinin bir unsuru hâline getiren bir süreçten bahsediyorum.

Aynı zamanda, yıllardır ekoloji hareketinin içerisinde de aktif biriyim ve bu aktifliğimi sadece söz ve tepkisel eylem üretmenin ötesine taşıyarak yaşantımı da köklü biçimde ekolojik ilkeler üzerine kurmaya çalıştım hep. Ekolojik bir yaşamın temel kaidesi olarak “doğrudanlık” yaklaşımını benimsedim. Bu şu anlama geliyor: Gıdanıza, yakacağınıza, enerji ihtiyaçlarınıza ne kadar az dolaylı yollardan ulaşıyorsanız, doğanın döngüleriyle o kadar uyumlu yaşıyorsunuz demektir. Aynısı kültürel ihtiyaçlarımız için de söz konusu ki bu ihtiyaçların, endüstriyelleşmenin hegemonyasından kurtarılarak daha sade, mütevazı ama doğrudan yollarla karşılanması, bunlardaki özgünlük ve yabanıl özgürlük ihtimallerini de bir o kadar artırır. Bütün bu ilkeleri ve farkındalığı yayıncılık macerama da taşıyıp taşıyamayacağım sorusu uzun süredir kafamı kurcalıyordu.

Aslında yıllar evvel bir eko çiftlikte gördüğüm Appropriate Technology (Uygun Teknoloji) kılavuzları arasındaki bir kitap, bu konuda ufkumu açan ilk tetikleyici oldu diyebilirim. Bu, tamamen ahşap malzemelerle, kendi imkânlarınla ev tipi bir teksir makinesi yapmaya yönelik bir kılavuzdu. Üretilen işleri, yazıları, çevirileri evde kendi imkânlarımla basabilme fikri beni heyecanlandırmıştı. Buradan yola çıkarak zamanla kâğıt yapımını, mürekkep yapımını araştırmaya başladım. Ne var ki tüm bunlar uzun yıllar boyunca sadece fikrî bir alıştırma düzeyinde kaldı. Ta ki 2020 yılında artık bu fikir olgunlaşıp da beş yıldır internet üzerinde sürdürdüğüm kişisel yayın mecram Nedircikler’i bir yavaş yayıncılık projesine dönüştürmeye karar verene dek.

Kolları sıvayıp işin içine girene dek bunun gerçekten de ne kadar “yavaş” bir süreç olabileceğinin farkında değildim. Kâğıtlar için gerekli lif kaynaklarını bulmak ya da yetiştirmek, bunları meşakkatli süreçlerle işleyip kâğıt hâline getirmek, bitkisel ve mineral kaynaklardan doğal mürekkepler elde etmek, bu mürekkeplerle kâğıt üzerinde istenen sonuçları elde etmek için uzun uzun deneyler yapmak… Projenin pratikte uygulanabilirliği, zaman ve bu süreci destekleyecek mali kaynaklar kadar, adanmış bir tutku ve kendini sürekli yenileyen bir heyecan hâlini de gerektiriyordu ki bu araştırma geliştirme çalışmalarım hâlen de devam ediyor ve sanıyorum bu macera sürdükçe de devam edecek.

Tek bir küçük kitapçığı (chapbook) basacak malzemeyi hazırlamak bile günler sürebiliyor. Bu süreçteki birinci elden tecrübelerim, aslında kitapların ve yayıncılık endüstrisinin sanayileşmiş toplumun tüketim alışkanlıklarına ve sürdürülemez fosil yakıt ekonomilerine nasıl da göbekten bağlı olduğunu daha iyi anlamamı sağladı. Aslında Rönesans düşüncesinin öncü isimlerinden Diderot’nun da uzun yıllarını bu konuya verdiğini ve Letter On The Book Trade makalesinde kültür endüstrisinin başat aktörü olarak yayıncılığı incelediğini, ben de yeni fark ettim.

Benim yaptığımsa küçük ölçekte de olsa süreci biraz olsun tersine çevirmeye çalışmak olarak görülebilir: Dikkati hızla dağılan ve kültürel üretimi de diğer her şey gibi bir tüketim nesnesi olarak gören bir toplumda daha odaklı, yavaşlamış, içerik kadar üretim ve yayım süreçlerinin de artizanal yönlerine ağırlık veren bir yayıncılık; kadim Çin’in Budist ya da Taocu şiir ve risalelerinin köylerde, manastır topluluklarında basılıp elden ele dağıtıldığı ya da Batı ve İslam dünyasında olduğu gibi el yazmalarının okurlar tarafından çoğaltılarak daha organik bir ilişkiyle topluluklara ve bireylere nüfuz eden bir üretim bugün de mümkün mü? Ben bunun mümkün olmaktan öte, tam da bugün bir gereklilik olduğunu düşünüyorum ve Nedircik Yayınları ile bunun bir prototipini hayata geçirmeye çalışıyorum.

Zira petrol zirvesini çoktan yaşadığımız, dünyanın fosil kaynaklarını hızla tükettiğimiz ve buna bağlı olarak geri dönüşü olmayan bir ekonomik çöküşün içerisine girdiğimiz bu çağda gıda ya da enerjide olduğu gibi kültürel üretimde de çökmesi an meselesi olan küresel tedarik ağlarından bağımsızlaşmış, küçük ölçekli, insanların kendi evlerinde biraz araştırma ve teknik beceriyle yapabilecekleri, doğrudan tecrübeye ve bu tecrübenin doğrudan aktarılmasına dayalı sistemlere geçmediğimiz sürece önümüzdeki on yıllarda ne yayıncılığın, ne müziğin, ne tarımın, ne ulaşımın ne de başka herhangi bir sektörün yaşama şansı kalmayacaktır.

Kimileri yayıncılığın geleceğini dijital yayıncılıkta görürken, ben bunun da bugünkü son kaynak kırıntılarıyla şişirilmiş bir balon olduğunu ve geleceğin, bodrumlarda ya da arka bahçelerde meraklı ve hevesli insanların kendi elleriyle ürettikleri küçük ölçekli, “düşük” teknolojilerde yattığını düşünüyorum.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı siren-yayinlari-yayincilik.jpg
Süreğen kriz ortamları içinde yaşıyor, üretiyoruz: Sanem Sirer yanıtlıyor

Sanem Sirer, 2007’den bu yana çağdaş dünya edebiyatının güncel seslerini Türkçeye kazandırma motivasyonu taşıyan Siren Yayınları’nın kurucusu ve genel yayın yönetmeni. Kimileri onu kitaplarla haşır neşir insanlarla edebiyat temalı sohbetler ettiği; adını bir Umberto Eco alıntısından alan Kitap, Kaşık ve Diğer Gerekli Şeyler podcast’inden de hatırlayabilir.

Son dönemde iyice şiddetlenen krizin onun çalışmalarını ne şekillerde etkilediğini sorduk Sanem Sirer’e. Bu sürecin yayın kriterlerini nasıl değiştirdiğini merak ettik. İşte Sanem Sirer’in gidişata göre değerlendirmesi ve bu düğümün nasıl çözüleceğine dair fikirleri…

Sanem Sirer: Üretim için gerekli kâğıt ve benzeri madde maliyetlerinin, çeviri eserlerde ise teliflerin dövize endeksli olması yayıncıyı zorluyor; özellikle de kriz ve durgunluk dönemlerinde. Döviz kurundaki sıçrama etiket fiyatlarına yansıyor ve hayat pahalılığı sadeceye yayıncıyı değil, okuru da zorluyor. 

Pandemi başlangıcında, karşımızda nasıl bir süreç olduğunu henüz bilmezken oldukça karamsardık fakat daha önce karşılaşmadığımız yeni ve zorlu şartlar karşısında kendi dirayetimizi okurun desteğiyle birleştirdik ve yalnız olmadığımızı gördük. Pandemi gibi belirsizlikle yüklü bir süreçte dahi Türkiye’de pek çok yayınevi kuruldu; bunlar bize umut veren gelişmeler. 

Yayıncılık her zaman zorlu şartlarda yapılan bir iş ülkemizde, günün sonunda da rotaları okurun tercihleri belirliyor. Geniş ve komplike bir ekonomik tabloda düğümün nasıl çözüleceğini söylemek güç ama temelde, kendi adımıza, okura ulaşabildiğimiz sürece faaliyetimize devam edeceğimizi, o günün şart ve kısıtlamalarını da yine o güne özgü çözümlerle aşmaya çabalayacağımızı belirtebilirim; kelimenin tam anlamıyla bağımsız bir yayınevi olarak hep yaptığımız gibi… 

Bugüne değin nasıl faaliyet gösterdiysek, bugün de aynı şekilde, kendi ilkelerimiz doğrultusunda çalışmayı sürdürüyoruz; bunu mümkün kılan bir okur kitlemiz olduğu sürece şartlar ne olursa olsun işimize devam edeceğiz. Türkiye ve dünya ekonomisinin durumu, küresel iklim felaketi, pandemi gibi gerçekler hayatlarımızın bir parçası artık. Süreğen kriz ortamları içinde yaşıyor, üretiyoruz. Kitaplar bu atmosferden azade değil, bilakis bu atmosferin ürünü. Bize nefes alanı açan kitapları yayımlamaya devam ediyoruz, öyle ya da böyle.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı evrim-kuran-yayincilik-1024x1024.jpeg
“Z kuşağı kitap okuyor mu?” sorusu sağlıklı bir tartışma açmak için yanlış: Evrim Kuran yanıtlıyor

Evrim Kuran, 2000’den bu yana jenerasyonları araştırıyor; kitapları aracılığıyla Türkiye’nin beş kuşağı üzerinden dönemsel okumalar yapıyor, yeni kuşakları ve ülkenin yeni göç neslini inceliyor. MEF Üniversitesi’nde Çeşitlilik, Hakkaniyet ve Kapsayıcılık dersi veren ve süreli yayınlara yazmaya devam eden Kuran’ın meşguliyetleri arasında, Evrim Kuran’la 3+3 adında, konuklarla soru cevap formatlı bir podcast serisi kaydetmek de var.

Ekonomik kısıtlamalar sebebiyle bugün, geçmişe göre çok daha az sayıda kitap basılıyor ancak toplumda, özellikle genç kuşakların okumaya olan talebinin de giderek düştüğü yönünde gerçekliği meçhul bir yaygın inanış var. “Z kuşağı da hiç kitap okumuyor!” cümlesi sıklıkla karşımıza çıkabiliyor örneğin. İşin aslına Evrim Kuran’dan görüş alarak yaklaşalım istedik. Bu anlamda çalışmaların hangi göstergelere bakılabileceğini, jenerasyonların okuma alışkanlıklarının ne şekillerde dönüştüğünü sorguladık. Güncel atmosfere dair bir değerlendirme aldık.

Evrim Kuran: “Z kuşağı kitap okuyor mu?”, yetişkin sohbetlerine sıkça konu olan bir soru cümlesi. Sorunun sağlıklı bir tartışma açmak için yanlış olduğunu ifade etmeliyim. Doğru soru şudur: Türkiye kitap okuyor mu? Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) verilerine göre Türkiye, kitap okuma oranında dünyada 86. sırada; bir başka ölçekle yoksul Afrika ülkeleriyle aynı kategoride. Hindistan’ın okur yazar oranı Türkiye’ye göre hayli düşük olsa da Hintliler haftalık 10 saatin üzerinde okuyor. TÜİK’e göre ise Türkiye’de kitap, ihtiyaç listesinin 235. sırasında yer alıyor. 

Bizim Z kuşağımız, dünyanın gelişmiş ekonomilerine göre sosyal mecralarda daha fazla vakit geçiriyor, dikkat dağıtıcıları daha fazla, ezbere bir eğitim ve sınav sisteminde yarışıyor; anlam yaratmaktan, entelektüel evrimleşmeden geri kalıyor. 

Peki, bunca dijitalleşen dünyada Z Kuşağı okumayı seviyor mu? Z: Bir Kuşağı Anlamak adlı kitabım için yaptığımız araştırmadan bazı verilerle size yanıt vereyim. Arka mahalleli gençlerde yüzde 5 oranında karşımıza çıkarken, yüksek gelir grubu Z kuşağında, “Boş zamanlarımda kitap okurum.” diyen gençlerin oranı yüzde 10 civarında seyrediyor. Bu durumda, “En son hangi kitabı okudun?” sorusunu sormamız da kaçınılmaz oluyor. Kitap okuyan arka mahalleli Z kuşağından aldığımız yanıt ilginç: İki kitabın ismi ön plana çıkıyor. Biri Antoine de Saint-Exupéry’nin 100 sayfalık ölümsüz klasiği Küçük Prens. Diğeri ise en çok okunan Wattpad yazarlarından biri olan Büşra Yılmaz’ın 408 sayfalık satış rekorları kıran kitabı 4N1K.

Yüksek gelir grubu çocukların okuma zevki ise farklı. Onlardan aldığımız yanıtların ilk sırasında, Kürk Mantolu Madonna var. Sabahattin Ali’nin kuşaklar ötesine geçmesinden memnun oluyoruz. Stefan Zweig’ın Satranç’ı, Yuval Noah Harari’nin Sapiens’i, George Orwell’ın 1984’ü ve Adam Fawer’ın Olasılıksız’ı gibi eserlerin de dikkat çekici biçimde sık okunduğunu görüyoruz. Keşke, her iki grupta da okuma oranları daha yüksek olsa. Bunun ancak Z kuşağının evde ebeveynlerini ve otobüste, trende, sokakta diğer insanları akıllı telefonlarla değil de kitap ve dergilerle haşır neşirken görmeleriyle mümkün olabileceğini düşünüyorum.

Bant Mag. No: 78 (Eylül 2022)