38. İstanbul Film Festivali’nin tam programı

45 ülkeden, 175 uzun metrajlı ve 11 kısa filmden oluşan sıkı bir program hazırlayan 38. İstanbul Film Festivali’ne sayılı gün kaldı. 5-16 Nisan tarihlerinde gerçekleşecek festival, TBWA\İstanbul ve Berlinli Sanatçı Sebastian Bieniek’e yaptırdığı afişinde Clockwork Orange’ın Alex’ine gönderme yaparak ölümünün 20. yıldönümünde Stanley Kubrick’i anıyor ki programda yönetmenin kült filmografisine ayrılmış bir bölüm de var.

istanbul film festivali poster

Festivalin 2019 versiyonu için şunu söylememiz lazım ki dünya çapında eşi benzeri pek olmayan böyle bir festivalin sınırlı sponsor desteği alabilmesi endişe verici. Ulusal Yarışma bölümünde yalnızca erkek yönetmenlerin filmlerinin yer alması ve yalnızca bir kadın yönetmenden başvuru alındığı bilgisi ise Türkiye’de kadın yönetmenler için gerekli alanın hâlâ açılmadığını bize gösteriyor.

İşte Fransız tiyatrosunun genç yeteneği Alexis Michalik’in son filmi Edmond ile açılacak ve Beyoğlu’nda Atlas Sineması, Beyoğlu Sineması, Pera Müzesi Oditoryumu, Nişantaşı’nda Cinemaximum City’s (Salon 7, Salon 3), Gayrettepe’de Cinemaximum Zorlu (Salon 8) ve Kadıköy’de Rexx Sineması ve Kadıköy Sineması olmak üzere 8 salona yayılacak festivalin yarışma ve bölümlerinin tam programı.

YARIŞMALAR

  1. İstanbul Film Festivali’nin, kazananların 16 Nisan akşamı düzenlenecek törende açıklanacağı Uluslararası Yarışma, Sinemada İnsan Hakları Yarışması, Ulusal Yarışma, Ulusal Belgesel Yarışması ve Ulusal Kısa Film yarışmalarının detaylarını inceleyelim.
border

ULUSLARARASI YARIŞMA

Festivalin büyük ödülü Altın Lale için, “sinemaya yeni bakışlar” temasını izleyen filmler yarışıyor. 38. İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma jüri başkanlığını, dünya çapında ses getiren ödüllü filmlerin yönetmeni Lynne Ramsay üstlenecek. Uluslararası Yarışma Jürisi’nin diğer üyeleri, Kanadalı yönetmen Philippe Lesage, birçok festivalden ödül kazanan oyuncu Damla Sönmez, İrlanda’nın en tanınmış ve saygın yeni nesil oyuncularından Moe Dunford ve Berlin Film Festivali Avrupa Film Marketi direktörü Matthijs Wouter Knol.

Uluslararası Yarışma bölümünde yer alan filmler:

Sınır / Gräns / Border / Ali Abbasi (İsveç, Danimarka) Nebula / Tarık Aktaş (Türkiye) Ağaçlardan Bahsetmek / Talking About Trees / Suhaib Gasmelbari (Sudan, Fransa, Çad) Yem / Bait / Mark Jenkin (İngiltere) Diane / Kent Jones (ABD) Sinek Kuşu / Bolsae / House of Hummingbird / Bora Kim (Güney Kore) Kırmızı / Rojo / Benjamin Naishtat (Arjantin, Belçika, Brezilya, Almanya, Fransa, İsviçre) Dünyanın Sınırında / Les Confins du Monde / To The Ends of the World / Guillaume Nicloux (Fransa, Belçika) Lanetli Kumaş / In Fabric / Peter Strickland (İngiltere) Canım / Delband / Beloved / Yaser Talebi (İran) Aether / Rûken Tekeş (Türkiye, İtalya) Gözü Kara / Podbrosy / Jumpman / Ivan I. Tverdovsky (Rusya, Litvanya, İrlanda, Fransa)

insan haklari

SİNEMADA İNSAN HAKLARI YARIŞMASI

Sinemada İnsan Hakları Yarışması jürisinde, ilk uzun metrajlı filmi Islık Çalmak İstersem, Çalarım ile Berlin’de Jüri Büyük Ödülü ve sinemada yenilikçilik için verilen Alfred Bauer ödülünü, ikinci filmi Box ile Karlovy Vary’de FIPRESCI Ödülü’nü kazanan Romanyalı yönetmen Florin Şerban; oyuncu, yönetmen ve tiyatro yazarı Nihal Koldaş ile yönetmen ve video sanatçısı Adrian Figueroa yer alıyor.

Sinemada İnsan Hakları Yarışması’nda yer alan filmler:

Aralık’ta / Diciembres / Decembers / Enrique Castro Ríos (Panama, Kolombiya) Damien Dünyayı Değiştirmek İstiyor / Damien veut changer le monde / Adopt A Daddy / Xavier De Choudens (Fransa) Hayattan Bir Gün Daha / Another Day of Life / Raúl De La Fuente & Damian Nenow (Polonya, İspanya, Almanya, Macaristan) Melekler Işıktan Yaratılmıştır / Angels Are Made of Light / James Longley (ABD, Danimarka, Norveç) #DİŞİL HAZ / #FEMALE PLEASURE / Barbara Miller (İsviçre, Almanya) Dünya Yanarken Ne Yapacaksın? / What You Gonna Do When the World’s on Fire? / Roberto Minervini (İtalya, ABD, Fransa) Marighella / Wagner Moura (Brezilya) Joy / Sudabeh Mortezai (Avusturya) Angelo / Markus Schleinzer (Avusturya, Lüksemburg) Saf / Ali Vatansever (Türkiye, Almanya, Romanya)

yuva

ULUSAL YARIŞMA

Altın Lale Ödülü için yarışacak filmlerin tümünün yapımı 2018-2019 sezonunda tamamlandı. En İyi Film, En İyi Yönetmen, Jüri Özel Ödülü, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Senaryo, En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Kurgu ve En İyi Müzik olmak üzere toplam 9 dalda ödül verilecek. Jüri bu yıl yönetmen Ümit Ünal başkanlığında toplanıyor. Diğer üyeler ise görüntü yönetmeni Andreas Sinanos, oyuncular Derya Alabora ve Alican Yücesoy ile yazar ve senarist Gaye Boralıoğlu.

Ulusal Yarışma bölümünde yer alan filmler:

Nebula / Tarık Aktaş Kız Kardeşler / Emin Alper Aden / Barış Atay Kardeşler / Ömür Atay Güvercin Hırsızları / Osman Nail Doğan Görülmüştür / Serhat Karaaslan İçerdekiler / Hüseyin Karabey Saf / Ali Vatansever Yuva / Emre Yeksan

Yarışma Dışı

Kader Postası / Elif Akarsu Polat, Çiğdem Bozalı Arada / Ali Kemal Çınar Suç Unsuru / Süleyman Arda Eminçe Son Çıkış / Ramin Matin

dog movie

ULUSAL BELGESEL YARIŞMASI

Jüride yönetmen ve yapımcı Melek Ulagay Taylan, yönetmen Diana Näcke ve yönetmen Didem Pekün yer alıyor.

Ulusal Belgesel Yarışması’nda yer alan filmler:

Meleklerin Koruyucusu / Ensar Altay Tanrı Göçmen Çocukları Sever mi Anne? / Rena Lusin Bitmez Şehitler / Köken Ergun Yaz Kış Demeden / Zeynep Güzel Köpek Filmi / Cem Hakverdi Bulutlar / Osman Nuri İyem Kâzım / Dilek Kaya Gulyabani / Gürcan Keltek Baştan Başa / Aylin Kuryel, Fırat Yücel Vargit Zamanı / Orhan Tekeoğlu Aether / Rûken Tekeş

Yarışma dışı:

Amina / Kıvılcım Akay

amca

ULUSAL KISA FİLM YARIŞMASI

Jüride ödüllü kısa film yönetmeni Umut Subaşı, oyuncu Esme Madra ve oyuncu Halil Babür yer alıyor.

Ulusal Kısa Film Yarışmasında yer alan filmler:

Akvaryum / Anıl Kaya, Özgür Önurme Sonsuz / Murat Çetinkaya Gümüş / Deniz Telek Avarya / Gökalp Gönen Giderayak / Özgür Cem Aksoy Durgun Suyun Sayhası / Yusuf Elbaşı Kuyruk / Yiğit Hepsev Pantolon / Pantor / Tahsin Özmen Sevinç Vesaire / Kurtcebe Turgul Görüşme / Vehbi Bozdağ Amca / Senem Bay

SEYFİ TEOMAN EN İYİ İLK FİLM ÖDÜLÜ

2012’de kaybettiğimiz yönetmen ve yapımcı Seyfi Teoman anısına verilecek ödül için yarışan filmler, Berlin Film Festivali Forum bölümünün program yöneticisi ve küratörü Anna Hoffman, yönetmen Banu Sıvacı ve oyuncu Elit İşcan tarafından değerlendirilecek.

Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü için yarışacak filmler

Nebula / Tarık Aktaş Kardeşler / Ömür Atay Güvercin Hırsızları / Osman Nail Doğan Görülmüştür / Serhat Karaaslan Kader Postası / Elif Akarsu Polat, Çiğdem Bozalı Suç Unsuru / Süleyman Arda Eminçe

FIPRESCI – Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Birlikleri Federasyonu Ödülü

Ulusal Yarışma, Uluslararası Yarışma ve Ulusal Kısa Film Yarışması’ndan birer filme verilecek FIPRESCI Ödülü için jüri başkanlığını Rusya’dan Victoriia Smirnova’nın yapıyor. Brezilya’dan Elaine Guerini, İspanya’dan Margarita Chapatte ve Fransa’dan Nada Azhari Gillon, Romanya’dan Angelo Mitchievici, Türkiye’den Okan Arpaç ve Roggero Calich da jüride görev alacak.

BÖLÜMLER

GALALAR

İstanbul Film Festivali’nin en sevilen bölümlerinden Galalar’da geniş kitlelere seslenen, ünlü yıldızların usta yönetmenlerle buluştuğu, merakla beklenen, gişe yıldızı parlak filmler Türkiye prömiyerlerini yapacak.

Hepsi Gerçek / All Is True – Kenneth Branagh

İngiliz tiyatro ve sinemasının en üretken ve en yetkin isimlerinden Kenneth Branagh, yeniden Shakespeare dünyasına dönüyor ve birçok yapıtını uyarladığı ünlü yazarın kendi hayat hikâyesinden bir kesiti sinemaya aktarıyor. Hepsi Gerçek, 1613’te olağanüstü bir şöhrete kavuşmuş, çağının en büyük yazarı olarak kabul edilmiş olan William Shakespeare’in, tiyatrosunun yanıp kül olmasının ardından memleketi Stratford-upon-Avon’a, ihmal ettiği ailesinin yanına dönüşünü ve kaybettiği oğlunun acısını yaşamasını anlatıyor. Filmde efsane yazarı Kenneth Branagh canlandırıyor ve filmin oyuncu kadrosu alıştığımız üzere Ian McKellen’dan Judi Dench’e ünlülerle dolu.

high life

High Life – Claire Denis

7 numaralı uzay gemisinde bir bebekle birlikte yalnız yaşıyor Monte. Gemi, bir kara deliğe doğru yol alıyor; uzay-zamanın büküldüğü bir noktaya. Robert Pattinson, Juliette Binoche, Mia Goth’lu oyuncu kadrosuyla High Life, Toronto’da promiyerini yaptı. Çektiği bu ilk bilimkurguda Claire Denis, tüm oyuncularına çekimlerin yapıldığı Köln’deki Avrupa Uzay Ajansı’nda astronot eğitimi aldırdı. Tabii ki yine Denis’nin tüm filmlerinde olduğu gibi Tindersticks’ın has elemanı Stuart A. Staples, müzikleri ve ses tasarımını üstleniyor.

Beyaz Karga / The White Crow – Ralph Fiennes

Ünlü oyuncu Ralph Fiennes’ın yönettiği üçüncü filmi, efsane balet Rudolf Nureyev’in hayatını anlatıyor. Senaryosunu Saatler ve Okuyucu ile Oscar’a aday gösterilen senarist ve oyun yazarı David Hare’in yazdığı Beyaz Karga, ilk gösterimini Telluride Film Festivali’nde yaptı. Son derece göz alıcı bale sahneleri içeren film, Nureyev’in Sibirya’da bir trendeki doğumundan gençliğine, eğitim aldığı yıllara değinerek 1961’de Paris Le Bourget havaalanında Sovyetler’den Batı’ya ilticasına kadar yaşamını ele alıyor. Filmde Sergei Polunin Nureyev’in ev arkadaşı Yuri Soloviev rolünü üstlenirken yönetmen Ralph Fiennes da St. Petersburg’un en saygın dans hocası Puşkin’i canlandırıyor.

Sokağın Dili Olsa / If Beale Street Could Talk – Barry Jenkins

2017’de Moonlight / Ay Işığı ile üç dalda Oscar’ı kazanan Barry Jenkins’in uzun zamandır beklenen yeni filmi, James Baldwin’in aynı adlı romanından sinemaya aktarılıyor. Baldwin’in “Amerika’da doğan her siyah, Beale Sokağı’nda doğmuştur; Beale Sokağı bizim mirasımızdır” sözlerini yüreğinde taşıyan film, Tish ile Fonny’nin aşklarını izliyor. Çocukluktan bu yana birlikte olan Tish ile Fonny’nin gelecek hayalleri, Fonny’nin haksız yere hapse atılmasıyla suya düşüyor. 1970’lerin başında New York’ta, Harlem’de geçen film, siyah bir ailenin tarihçesini, Amerikan Rüyası üzerinden yazıyor.

Greta – Neil Jordan

İrlandalı usta Neil Jordan 2012’den bu yana beklenen filminde başrolleri Isabelle Huppert ile Chloë Grace Moretz paylaşıyor; üstelik Isabelle Huppert yeniden piyanist rolünde. Saf ve iyi niyetli Frances, metroda bulduğu çantayı sahibi, filme adını veren piyanist Greta’ya hiç vakit geçirmeden iade eder. Biri eşini biri annesini henüz kaybetmiş olan iki kadın, kısa sürede yakınlaşır. Ancak kısa sürede Frances’in göründüğünden çok daha öte takıntılara sahip tehlikeli bir kadın olduğu ortaya çıkacaktır. Toronto’da prömiyerini yapan Greta, İstanbul Film Festivali’nde Sinema Onur Ödülü alan usta yönetmen Neil Jordan’a has sıradışı öğelerin yer aldığı, sağlam bir psikolojik gerilim.

destroyer

Destroyer – Karyn Kusama

Jennifer’s Body ve Aeon Flux ile tanıdığımız, Karyn Kusama’nın son filmi, başrolünü Nicole Kidman’ın üstlendiği bir polisiye. Kidman’ın canlandırdığı Los Angeles’lı polis Erin, yıllar önce sızdığı bir çetenin lideri yeniden ortaya çıkınca bu eski vakaya dönmek zorunda kalır. Bu suç örgütünü baştan ele alırken Erin’in bir yandan da kendi geçmişini deşmesi gerekecektir. Kara film yapısını yıkarak kadın bakış açısından yeniden kuran Destroyer, kısıtlı bütçesine rağmen öncelikle başrolde harikalar yaratan Kidman ve sürprizli ilerleyen senaryosu sayesinde türünün en iyi ve en farklı örneklerinden biri kabul ediliyor.

Gloria Bell – Sebastián Lelio

Yaş almayı hiç dert edinmeyen, özgür ruhlu Gloria, geri dönüyor! Muhteşem Kadın ve İtaatsizlik filmlerinin Şilili yönetmeni Sebastián Lelio bu kez 2013’te çektiği filmi Gloria’nın Hollywood oyuncularının rol aldığı yeniden yapımıyla karşımızda. Gloria, 60 yaşına merdiven dayamış dul bir kadındır. Sıkıcı bir ofiste geçirdiği gündüzlerinin acısını geceleri dans pistinde çıkartmaktadır. Bir gece tanıştığı Arnold’la aralarında hiç beklenmedik bir romantik yakınlaşma olur. İlk gösterimini Toronto’da yapan, 70’ler ve 80’lerin pop şarkılarıyla bezeli bu acı-tatlı filmde Gloria’ya yeniden hayat veren Julianne Moore, her zamanki gibi izleyenleri kendine hayran bırakıyor.

Edmond – Alexis Michalik

“Fransız tiyatrosunun prensi” lakaplı genç deha, dramaturg, oyuncu ve oyun yazarı Alexis Michalik, Molière ödüllerini kapan, aynı adlı gişe rekortmeni oyunun sinema uyarlamasını da kendi üstlendi; senaryosunu yazdığı filmi kendi yönetti. Tıpkı oyunları gibi hareketli, dahiyane, sürükleyici ve üstün oyunculuğu ve üstün yönetimiyle olağanüstü bir deneyim sunan Edmond’un kahramanı, Michalik gibi şöhrete kavuşan genç bir yazar. 1897’de, şaşaalı Belle Epoque döneminde Paris’te geçen film, yaratıcılığı tıkanan Edmond Rostand’ın efsane oyuncular Sarah Bernhardt ve Constant Coquelin’in ısrarıyla kaleme aldığı, şanı yüzyılları aşan oyunu, ünlü Cyrano de Bergerac’ın ortaya çıkış hikâyesini anlatıyor.

Yüzleşme / Grâce À Dieu / By The Grace Of God – François Ozon

François Ozon’un Şubat ayında Berlin Film Festivali’nde ana yarışmada dünya prömiyerini yapan son filmi Yüzleşme, Katolik ruhbanlarının pedofili vakalarına kurbanların açısından bakan şefkatli ve güçlü bir dram. Yüzleşme, günümüzde, üç yetişkin adamı izliyor: Alexandre, François ve Gilles. Çocukluklarında kendilerini taciz eden rahibin hâlâ çocuklarla çalıştığını ve kiliseden uyarı bile almadığını öğrenen bu üç yaralı ruh kendi anılarının da yüzeye çıkmasıyla “suskunluğun yükü”nden kurtulmaya karar veriyorlar. Gerçek bir vakadan esinlenen ve Ozon’un en iyi filmlerinden biri olarak övülen Yüzleşme, travma ve cesaret konularını titizlikle ve büyük bir hassasiyetle ele alıyor.

Yabancıların Nezaketi / The Kindness Of Strangers – Lone Scherfig

2001’de Yeni Başlayanlar İçin İtalyanca filmiyle Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı kazanan Danimarkalı yönetmen Lone Scherfig, bu kez prömiyerini Berlin’in açılış filmi olarak yapan son yapıtında, göz kamaştırıcı bir oyuncu kadrosunu bir araya getiriyor. Zoe Kazan, Andrea Riseborough ve Bill Nighy gibi isimlerin rolleri paylaştığı, New York’ta geçen film, umut, affetmek ve sevgi hakkında, sevgi ve huzur arayışındaki bir grup çaresiz insanı izleyen çağdaş bir masal anlatıyor. Tesadüfler, birbirini tanımayan insanların yaptığı iyilikler ve affetmenin insanı değiştiren kudreti sayesinde eski bir mahkûm, bir lokanta sahibi, evsiz bir aile, bir acil hemşiresi ve öfke krizleri geçiren bir adamın hayatları birbiriyle kesişiyor. Lone Scherfig, her zaman olduğu gibi yine metropol meselelerini duygusal bir çerçevede zarif bir mizahla ele alıyor.

Adaletsiz / Dragged Across Concrete – S. Craig Zahler

Brawl in Cell Block 99 ve Bone Tomehawk’da normları göz ardı eden kendine özgü tarzıyla ünlenen metal müzisyen, romancı, sinemacı S. Craig Zahler’in yönettiği yeni filmi parlak oyuncu kadrosu, Tarantinovari diyalogları ve sert sahneleriyle öne çıkıyor. Başrolleri üstlenen Mel Gibson ve Vince Vaughn’un emniyetten atılan polisleri canlandırdığı Adaletsiz, bu iki ırkçı ve şiddet eğilimli polisin beş parasız kalınca daha da pis işlere karışmalarını izliyor. İlk gösterimini Venedik Film Festivali’nde yapan Adaletsiz, kara filme yaklaşırken 1970’ler sömürü sineması öğelerini de benimseyen, Taksi Şoförü, Dog Day Afternoon gibi filmlerden esinlenen, adaletin hiçbir yerde görünmediği, toplumsal bölünmüşlüğün ve bağnazlığın zirveye ulaştığı bir ABD portresi çizen, özgün bir “ucuz roman”.

Hakan: Muhafız (Sezon 2 Bölüm 1-2) / The Protector (S02 E01-02) – Umut Aral

Netflix’in ilk Türk orijinal yapımı Hakan: Muhafız’ın ikinci sezonunda da Hakan, İstanbul’u ve dünyayı yok etmeye ant içmiş Ölümsüzlerle savaşıyor. Kıyasıya bir savaşa girmek üzere olan Hakan bir yandan Sadık Olanlar’a liderlik etmeye bir yandan da Leyla ile olan aşkını yaşatmaya çalışır, fakat tüm bunlar yaşanırken hiç beklenmedik bir sürprizle de baş etmesi gerektiğini öğrenir: Hakan’ın kendini gerçek Muhafız olarak gören kayıp ağabeyi Levent ortaya çıkar. Leyla’nın ölümden uyanmasından itibaren, Sadık Olanlar’ın da dağılmasıyla Hakan’ın yaşamı tepetaklak olur. Tüm yaşananların ardından Hakan’ın elinde tek kalan ise, Zeynep’in aşkı… Görevinde başarısız olan Hakan kendine kızgın olsa da saldırıya susamış ölümsüzleri alt edebilmek için öfkesini kontrol altına almak zorunda olduğunun farkına varır. Artık saklambaç değil, savaş zamanı…

DÜNYA FESTİVALLERİNDEN

Uluslararası film festivallerinde öne çıkan, dünyanın dört bir yanından çoğu ödüllü filmlerden oluşan bu bölüm, en son sinema akımlarını yansıtıyor, dünya sinemasının en yeni yapıtlarını bir araya getiriyor.

the river

Irmak / Ozen / The River – Emir Baigazin

Aslan, Kazakistan’da bir ovanın ortasında, gözlerden uzak bir çiftlikte yaşayan beş erkek kardeşin en büyüğüdür. Her türlü lüks ve konfordan uzak yaşamlarını sürdürürken şehirli kuzenleri Kanat elinde kablosuz bir tabletle çıkagelir ve kardeşler için hiç aşina olmadıkları modern dünyaya açılan bir pencere aralar. Otoritesi sarsılan Aslan, kendini bir güç savaşında bulur. Aslan üçlemesinin Uyum Dersleri ve Yaralı Melek’i izleyen son filmi Irmak’ta Kazak yönetmen Emir Baigazin, hayranlık uyandıran manzaralarla bezeli, Sineklerin Tanrısı’ndan esintiler taşıyan trajik ve dokunaklı bir büyüme ve modernlik hikâyesine imza atıyor.

Yuli – Icíar Bollaín

Kübalı ünlü dansçı Carlos Acosta’nın hayatını aktaran Yuli, bir yanıyla da hiç istekli olmayan bir çocuğun dansçı oluş hikâyesini anlatıyor. Sokaklarda zaman geçirmeye alışkın, hür ruhlu Yuli’deki yeteneği sezen babası, çocuğu zorla Küba Ulusal Dans Okuluna yazdırıyor. Zaman geçtikçe Yuli de kendi içindeki sese kulak veriyor. Afrika tanrısı Ogun’un oğlunun adını taşıyan Yuli, tabuları yıkarak Londra Kraliyet Balesi gibi saygın kurumlarda sahneye çıkan ilk siyah balet oluyor. İspanyol yönetmen Icíar Bollaín’in Ken Loach’un efsane senaristi Paul Laverty tarafından yazılan senaryodan uyarladığı ve Carlos Acosta’nın kendini canlandırdığı Yuli sanat, kökenler, fedakârlık, cesaret, aile ve azim hakkında hareketli, renkli ve güçlü bir film.

1968 – Tassos Boulmetis

Yunanistan’da “mübadele takımı” olarak bilinen iki büyük kulüpten biri olan AEK, mübadele sonrası Atina’ya göç eden İstanbullu Rumlar tarafından 1924’te kuruldu. Sarı-siyah renkleri benimseyen AEK’nın basketbol takımı 4 Nisan 1968’de, yüz bin kişinin izlediği bir maçta Slavia Praha’yı yenerek Avrupa şampiyonu oldu. Politiki Kouzina / Bir Tutam Baharat ve 2017’de festivalin açılış filmi olarak gösterilen Notias / Lodos’un yönetmeni Tassos Boulmetis, 1968’te bu efsanevi maça uzanan süreci kulübün kuruluş günlerinden başlayarak kurmaca bir hikâyeye yerleştiriyor ve dokunaklı bir nostaljiyle yeniden canlandırıyor.

un amour impossible

İmkânsız Aşk / Un Amour Impossible / An Impossible Love – Catherine Corsini

Catherine Corsini’nin on yıllara yayılan romantik görünümlü, muhteşem manzaraları fon alan aile dramı İmkânsız Aşk, göründüğünün de ötesinde, aile içi duygusal zulüm ve tacizi ele alan etkileyici bir film. 1950’lerin sonunda, çabucak alevlenen tensel bir aşkın ardından zengin genç Philippe ile memur Rachel’ın bir kızları olur. Film, işte bu üç kişiyi, klasik bir anlatıya karşın değişen bakış açılarıyla, imkânsız sevgilerle ve acı sırlarla dolu 50 yıl boyunca izler. Christine Angot’nun romanından uyarlanan ve bir anne ile kızı arasındaki koşulsuz ilişkiye odaklanan İmkânsız Aşk’ı yönetmen Corsini, sinemaya aktarırken Todd Haynes, François Truffaut ve Jane Campion’ı dayanak almış. Rachel’i canlandıran Virginie Efira, festivalde gösterilen Continuer / Yola Devam filminde de rol alıyor.

Durgun Nehir / Akinito Potami / Still River – Angelos Frantzis

Anna ve Petros, Yunanistan’dan Sibirya’daki bir sanayi kasabasına yeni taşınmıştır. Anna’nın hamile olduğunu öğrenince büyük bir şok geçirirler çünkü bir süredir cinsel ilişkiye girmemişlerdir. Bu haber Petros’un zihninde bir yığın şüpheye yol açarken Anna başına gelenin bir mucize olduğuna inanarak dine sarılır. Aralarındaki sarsılmaz bağ, mantık ve maneviyat tartışmalarının ağırlığı altında çatırdamaya başlar. Yönetmen Angelos Frantzis’in filmi Durgun Nehir, bir çiftin ilişkilerinin aşk, güven ve inanç üçgeni içinde test edildiği, Sibirya’nın dondurucu tabiatının heybetli görüntüleri eşliğinde geçen gerilimli bir aile dramı.

Piranhalar/ La Paranza Dei Bambini / Piranhas – Claudio Giovannesi

Gomorra’nın ünlü yazarı Roberto Saviano’nun romanından uyarlanan Piranhalar, ergen zalimliğiyle suç dünyasının silahlarını ve ölüme karşı umursamazlığını beyazperdeye taşıyor. İlk gösterimini Berlin Film Festivali’nde yapan filme adını veren piranhalar, mafya jargonunda “silahlı çete” anlamına geliyor. Bu filmin piranhaları ise Napoli’de ellerinde makineli tüfeklerle sokakları arşınlayan, mafyaya katılarak kazandıkları parayla marka kıyafetler satın alan 15 yaşındaki Nicola ve arkadaşları. Amatör genç oyuncuların rol aldığı film, bir yandan geleceğin mafyasının günümüzde nasıl yetiştiğini ve nasıl bir medya bombardımanına maruz kaldıklarını gözlemlerken bir yandan da ergen duygu durumunun suç dünyasından nasıl etkilendiğini inceliyor.

Amanda – Mikhaël Hers

Başrolünü festivale konuk gelen Stacy Martin’in Fransa’nın yükselen yıldızı Vicent Lacoste’la paylaştığı Amanda, ailede bir kaybın dengeleri nasıl değiştirdiğini son derece duygusal bir tonla ve Paris’i fon alarak anlatıyor. Filmin başkarakteri, hiçbir şeye bağlanmayı göze alamayan David, kız kardeşinin beklenmedik ölümüyle birlikte kendi acısını yüreğine gömerek yeğenine sahip çıkmak zorunda kalıyor. Screen dergisinin “Sempatik karakterleri ve duygusal finaliyle sakin, iyileştirici, son derece içten bir film” sözleriyle övdüğü Amanda, günümüz Fransız sinemasının genç yeteneklerinden Mikhaël Hers’in son filmi.

bay jones

Bay Jones / Mr. Jones – Agnieszka Holland

2017’de Spoor / İz ile Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı kazanan Agnieszka Holland, bu kez tarihin derinliklerine dalıyor ve yine Berlin’de ilk gösterimini yapan Bay Jones’ta efsanevi Galli gazeteci Gareth Jones’un hayatına göz atıyor. 1933 yılında geçen film Jones’un Stalin döneminde Kharkiv’e giderek tüm engelleme çabalarına rağmen Sovyetler Birliği’ndeki gerçek durumu haberleştirme çabalarını anlatıyor. Jones’un George Orwell’le görüşmesinin de yazarın Hayvan Çiftliği romanının esin kaynağı olduğu söyleniyor.

Odamda / In My Room – Ulrich Köhler

Hem özel hem iş hayatında umutsuzca dibe vurduğunu hisseden ve geleceği düşünmekten korkan Armin, bir sabah uyandığında kendini dünyada kalan son insan olarak bulur. Zaman geçip bu başıbuyruk düzene tam alışmışken, günlerden bir gün, bu yeni dünyası da alt üst olur. Alman yönetmen Ulrich Köhler, ödüllü filmi Uyku Hastalığı’ndan 8 yıl sonra çektiği bu ilk filmi Odamda’da erkeklik, bağlılık, aile ve varoluş kavramları üzerinden modern topluma dair yer yer şaşırtıcı ve komik ama son kertede insancıl bir eleştiride bulunuyor.

Yola Devam / Continuer / Keep Going – Joachim Lafosse

Eşinden boşanmış olan Sybille, ergen yaşlardaki oğlu Samuel’in üzerine titremektedir. Onun hayatta anlamsız veya şiddet dolu bir yön seçmeyeceğinden emin olmak ister. Son çare, oğlunu da alıp Kırgızistan’a gitmeye karar verir. Ana-oğul ve iki at, tehlikeli olduğu kadar tatminkâr, muhteşem olduğu kadar sert doğasıyla göz alıcı Kırgızistan steplerinde duygusal bir aile Western’indeymişçesine yollara düşer. Çocuklarım ve Kendine Has Delilik filmlerini daha önce festivalde izlediğimiz Joachim Lafosse, annelerle oğulları arasında, annelerin hayallerini gözardı eden bir gizem olduğu fikrinden yola çıkıyor: “Yola Devam, sinema aracılığıyla, bu gizemi sizlerle paylaşma yolum.” Ünlü yazar Laurent Mauvignier’nin aynı adlı romanında uyarlanan film, Fransa’da hem eleştirmenlerin hem izleyicilerin gözdesi oldu.

Eşanlamlılar / Synonymes / Synonyms – Nadav Lapid

İsrail’den Paris’e göç eden ve kimliğini tamamen reddeden bir adamı merkezine alan Eşanlamlılar’ın, yönetmeni Nadav Lapid’in hayatından izler taşıyor. Filmin başkarakteri Yoav, hiç hazzetmediği ülkesi İsrail’den, sonuna kadar benimsemeye karar verdiği Paris’e taşınır. Kökenlerini silmek, Fransız olmak, Père Lachaise mezarlığına gömülmek ister ama özü, bedenindedir, çifte kimliği onu hiç bırakmaz. Yönetmen Lapid, kazandığı Altın Ayı’yı filmin kurgusunda da çalışan, “en yakın sanatsal ortağım” dediği, hayatını yakın zamanda kaybeden annesi Ara Lapid’e ithaf etti. Nadav Lapid’i 2018’de Filmekimi’nde izlediğimiz Anaokulu Öğretmeni filminin özgün versiyonunun yönetmeni olarak tanıyoruz.

peterloo

Peterloo – Mike Leigh

Mike Leigh’in Venedik’te Altın Aslan ödülü için yarışan yeni filmi tarihin karanlık sayfalarından birini aralıyor ve 1819 yılında Manchester’da gerçekleşen Peterloo Katliamı’na doğru giden süreci işliyor. Waterloo Muharebesi ile başlayan film, Napolyon Savaşları sonrasında açlık ve işsizlik hüküm sürerken oy verme hakkının sadece mülk sahipleri değil tüm vatandaşlara tanınması tartışmalarını izliyor. Leigh, filmin ilk yarısı boyunca bu tartışmaları diyaloga ağırlık vererek ele alıyor. Filmin final bölümündeyse, St. Peter’s Meydanı’ndaki protesto gösterilerinde halkın askerlerle nasıl karşı karşıya geldiğini çarpıcı bir gerçekçilikle perdeye taşıyor.

Başlangıçta / Genèse / Genesis – Philippe Lesage

2016’da festivalde gösterilen Şeytanlar filminin yönetmeni Phillippe Lesage, dünya prömiyerini Locarno Film Festivali’nde yapan yeni filminde karşılıksız ilk aşkların kalp kırıklığı, acı ve kafa karışıklığı dolu saplantılı dünyasını çizerken komik ve sevecen bir büyüme hikâyesi anlatıyor. Yatılı bir erkek okulunda okuyan 16 yaşındaki Guillaume, sınıf arkadaşı Nicolas’ya karşı nasıl ifade edeceğini bilemediği duygular beslemektedir. Ablası Charlotte ise hayatının erkeği olduğunu düşündüğü Maxime’in “açık ilişki” teklifiyle sarsılır. İki kardeş, kurallarını bilmedikleri, belirsizliklerle dolu bir duygusal dünyada yollarını bulmaya çalışırlar. Kanadalı yönetmen Lesage, bu yıl festivalin Uluslararası Yarışma jürisinde yer alıyor.

İlahi Aşk / Divino Amor / Divine Love – Gabriel Mascaro

Neon Boğa ile tanıdığımız Brezilyalı genç yetenek Gabriel Mascaro, üçüncü filminde parlak renklerin ve pop müziğin baskın olduğu bambaşka bir distopya hikâyesi anlatıyor. 2027 yılında Evanjelik Kilise artık Brezilya’nın toplumsal ve siyasal yaşamının her alanında söz sahibidir, sevgi kavramı her şeyin üzerindedir. 40’lı yaşlarındaki dindar devlet memuru Joana, boşanmak üzere olan çiftleri gizlice kararlarından vazgeçirmeye çalışır. Peki, kendi evliliğinde sıkıntılar ortaya çıkınca inancını sorgulayacak mıdır? Uluslararası prömiyerini Ocak ayında Sundance Film Festivali’nde yapan İlahi Aşk inanç, cinsellik, aile, müzik ve devlet kavramları etrafında alışılmadık bir gelecek portresi çiziyor.

Alfa / Alpha, The Right To Kill – Brillante Ma Mendoza

Sert, tempolu sahneleri ve Filipinler’in başkenti Manila’nın dört bir köşesini gözlemleyen kentsel ayrıntılarıyla Alfa; Masahista, Kinatay ve Ma’Rosa gibi filmleriyle tanıdığımız, daha önce festivali de ziyaret eden Brillante Ma Mendosa’nın önceki filmlerinden çok farklı bir yerde duruyor. Filipinler’de özel timlerin uyuşturucu tacirlerine düzenlediği baskınlardan birinde polis memuru Espino, ihbarcı torbacı Elijah ile bir olur ve uyuşturucu baronu Abel’in parasını ve zulasını çalar. İkili, silahlı çatışmadan bir şekilde sıyrılıp kendi yollarına gitmeye çalışacaktır. Ancak tehlike, peşlerini hiç bırakmayacaktır.

Bir Melek / Un Ange Angel – Koen Mortier

Kariyerinde zor günler geçiren ünlü bisikletçi Thierry sorunlarından uzaklaşmak ve kafasını dağıtmak için gittiği Senegal’in başkenti Dakar’da bir gece güzeller güzeli Fae ile tanışır. Birbirlerinden derhal etkilenen bu iki yaralı ruh, otel odasında geçirdikleri bir gece boyunca birbirlerine yürekten bağlanır. Ama kaderin onlar için farklı bir planı vardır. Ex Drummer’dan tanıdığımız Belçikalı yönetmen Koen Mortier’in genç yaşta ölen bisikletçi Frank Vandenbroucke’un hayatının son günlerinden esinlendiği Bir Melek’te görüntü yönetmeni Nicholas Karakatsanis Senegal’i talihsiz âşıkların ruh halini yansıtan renklere boyarken elektronika ikilisi Soulsavers’ın müzikleri trajedinin altını çiziyor.

Hangi Kadın / Celle Que Vous Croyez / Who You Think I Am – Safy Nebbou

Bu hem eğlenceli hem hüzünlü film; sosyal medya çılgınlığının ve sanal dünya algılarının gerçek hayatı nasıl etkilediğine gençler değil farklı bir yaş grubu üzerinden bakıyor. Filmin kahramanı 50 yaşındaki iki çocuklu akademisyen Claire, genç sevgilisini sosyal medya üzerinden gözetlemek amacıyla Facebook’ta sahte bir hesap açıyor; 23 yaşında, sarışın, genç ve güzel Claire oluveriyor. Sevgilisi kanmıyor ama en yakın arkadaşı tuzağa düşüyor. Fransız yönetmen ve oyuncu Safy Nebbou’nun ödüllü yazar Camille Laurens’in aynı adlı romanından uyarladığı Juliette Binoche’un harika performansıyla öne çıkan film, Berlin Film Festivali’nde dünya prömiyerini gerçekleştirmişti.

el angel

Melek / El Ángel – Luis Ortega

Arjantin’in en ünlü suçlusu, 40 soyguna karışan, 11 kişiyi gözünü kırpmadan öldüren, 45 yıldır hapiste ceza çeken bir suç makinesi, ülkesinde “Ölüm Meleği” olarak adı çıkan, Carlitos. “İşe başlama” yaşı, 17. Melek henüz lisedeyken sınıf arkadaşı Ramon’la birlikte ilk soygununa girişen, kendini “Tanrı’nın casusu” diye tanımlayan bu melek yüzlü şeytanın ilginç hikâyesini anlatıyor. Melek tutku, haset, cinayet ve suç dolu bir arkadaşlığın kanla çizilmiş haritasını çıkartırken görselliğinden hiç ödün vermiyor. Yapımcılığını Pedro Almodóvar’ın üstlendiği, ilk gösterimini Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde yapan Melek, Arjantin’in Oscar adayı oldu.

Petra – Jaime Rosales

İspanya’nın Haneke’si olarak övülen, Jaime Rosales, festivalde de gösterilen Güzel Gençlik’ten dört yıl sonra, sert, tavizsiz, şaşırtıcı bir aile trajedisiyle sinemaya geri dönüyor. Filme adını veren Petra, annesinin ölümünden sonra, hiç tanımadığı babasını bulur. Çok ünlü, güçlü ve acımasız bir sanatçı olan babası Jaume ve onun ailesiyle tanışan Petra, saf kötülük, korkunç sırlar ve şiddetle git gide kaçınılmaz sona ilerleyen bir Yunan trajedisinin ortasına düşecektir. Cannes’da Yönetmenlerin On Beş Günü Bölümü’nde prömiyerini yapan Petra, çizgisel ilerlemeyen senaryosuyla kader ve umut arasında zalim bir yapboz gibi ilerliyor.

On Dört / Fourteen – Dan Sallitt

Mara ve Jo’nun arkadaşlıkları çocukluk yıllarına dayanıyor. Aslında birbirine hiç benzemeyen, hayatta farklı yönlere gitmiş bu iki genç kadının en iyi arkadaş olduğuna ilk bakışta inanmak çok zor. İkili arasındaki ilişkinin dinamiklerini kavramak için onları yavaş yavaş tanımak gerekiyor. Senarist ve yönetmen Dan Sallitt de filminde uzun yıllara yayılan bir süreçte, belki ilk bakışta önemsiz görünebilecek gündelik olaylar aracılığıyla Mara ve Jo’nun ortak noktalarını ve farklarını bize aktarıyor. Epeydir özlediğimiz eski usul Amerikan Bağımsız Sineması’nın tadını taşıyan On Dört, iki kadının zaman içerisinde uzaklaşıp yakınlaştığı arkadaşlığını, dozunda bir duygusallıkla ele alıyor.

Nehir Kıyısındaki Otel / Gangbyun Hotel / Hotel By The River – Hong Sang-soo

Koreli usta Hong Sang-soo bir kez daha, hayranlarını hayal kırıklığına uğratmayacak bir insan hikâyesiyle karşımıza çıkıyor. Yakın zamanda öleceğine ikna olmuş yaşlı şair Younghwan, uzun zamandır görüşmediği iki oğlunu, kalmakta olduğu otele davet eder. Ölmeden önce oğullarıyla arasını düzeltme çabası, otele gelen iki genç kadının varlığıyla karmaşık bir hal alır. Prömiyerini Locarno Festivali’nin yarışma bölümünde yapan Nehir Kıyısındaki Otel’de siyah-beyaz sinemanın tüm avantajlarını kullanan Hong Sang-soo, aile, dostluk, ölüm, affetme ve zamanın geçişi gibi zihnini kurcalayan kavramları incelikle ele alıyor.

Evdeydim, Ama / Ich War Zuhause, Aber / I Was At Home, But – Angela Schanelec

Angela Schanelec’e Berlin’de En İyi Yönetmen ödülünü getiren son filmi Evdeydim, Ama, düz bir anlatı izlemeyen, beden, sanat ve varoluş hakkında bir deneme-film. Filmin başında, 13 yaşındaki Philippe, bir hafta kaybolduktan sonra eve dönüyor. Kayıpken hem okulu hem de ailesi öyle bir telaşa kapılmış ki dönüşünden sonra işlerin normale dönmesi biraz zaman alıyor. Tam her şey düzeldi derken bu kez de varoluşsal kaygılar su yüzüne çıkıyor ve annesi hayata ve sanata farklı bir gözle bakmaya başlıyor. Ailenin yapısı çöküyor ve yeni bir biçimde hayat buluyor. Zekice kotarılmış, kimi zaman komik ve felsefi bir zihin egzersizi olan Evdeydim, Ama, izleyiciye kendi yanıtlarını bulacakları görsellerden oluşan bir yapboz sunuyor.

joel

Joel – Carlos Sorín

2005’te festivalin kapanış filmi olarak gösterilen Bombon Köpek ve Arjantin Hikâyeleri gibi filmleriyle Arjantin’in öteki yüzü Patagonya’yı konu alan yönetmen Carlos Sorín aynı topraklara bu kez bir aile dramı için uğruyor. Filme adını veren Joel, Tierra del Fuego’da ıssız bir kasabaya taşınan Cecilia ile Diego’nun evlat edindikleri, dokuz yaşında bir çocuktur. Zorlu günler geçirmiştir, ağzından sadece “evet” ve “hayır” kelimeleri çıkmaktadır. Joel’in sadece okulda konuşup sorun çıkarmasıyla Cecilia ve Diego için işler daha da zorlaşır. Carlos Sorín, fedakârlığın sınırlarını karla kaplı, güvensizliğin ve ikiyüzlülüğün kol gezdiği bir kasabada geçen bu dokunaklı dramda keşfediyor.

Aşk 1: Köpek / Dragoste 1. Câine / Love 1. Dog – Florin Şerban

Çamlarla kaplı bir dağdaki kulübede sadık köpeğiyle beraber yaşayan orta yaşlı Simion bir gün ormanda yaralı ve baygın bir genç kadın bulur. Onu evine getiren, bakan ve iyileştiren Simion giderek bu genç kadına âşık olur, ancak hoyrat doğası bir kadının karmaşık ruh dünyasını anlamasına engel olacaktır. 2010’da Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı ödülünü kazanan Islık Çalmak İstersem Çalarım filminin yönetmeni Florin Şerban aşk teması üzerine kurulu bir üçlemenin ilk halkası olan yeni filmi Aşk 1: Köpek’te Romanya kırsalından muhteşem görüntüler eşliğinde korku filmlerinin tedirginliği ve masalların uçucu büyüsü arasında gidip gelen, bir erkekle kadın arasındaki irade savaşı üzerine son derece yalın bir romantik- psikolojik dram sunuyor.

Elveda Oğlum / Di Jiu Tian Chang / So Long, My Son – Wang Xiaoshuai

Pekin Bisikleti, Sürüklenenler, 11 Yaşındayım, Kızıl Amnezi filmlerini festivalde izlediğimiz Wang Xiaoshuai’ın “epik bir melodram” sözleriyle övülen son filmi, her iki başrolüne de Gümüş Ayı ödülünü getirdi. 30 yıllık bir süreci anlatan film, Çin’in tek çocuk politikasının yıkıcı etkilerini derinden yaşayan bir çifti izliyor. Ülkenin ekonomik büyümesinin ardından gelen toplumsal dönüşümünü de gözlemleyen film sevgi, arkadaşlık, çocuk sahibi olmak, keder, affetme gibi kavramlara da değiniyor.

Shadow / Ying – Zhang Yimou

Filmlerinde wuxia Uzakdoğu savaş sanatı türünün en parlak örneklerini veren Zhang Yimou, 3. yüzyılda geçen gözalıcı yeni filmiyle beyazperdeye dönüyor. Shadow’un hikâyesinin merkezinde, Üç Krallık döneminde, halkın taleplerine rağmen sürgüne yollanan bir kral yer alıyor. Kralın kurnaz başkumandanı, tahtı kurtarmanın tek yolunun bir “gölge kumandan” yetiştirmek olduğuna karar veriyor. Dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan Shadow, Çin geleneksel mürekkep sanatından esinleniyor ve yine her karesi tablo gibi kurgulanmış, kurduğu dünyadan atmosferine ve aksiyonuna her yönüyle nefes kesici bir tarihi kahramanlık hikâyesi anlatıyor.

GENÇ USTALAR

İlk veya ikinci filmlerini çekerken dünya sinemasına farklı bir soluk getiren, özgün yaklaşımlarıyla beğeni toplayan genç yönetmenlerin uluslararası festivallerde dikkat çeken, geleceğin klasikleri olmaya aday yapıtları bu bölümde yer alıyor. Genç Ustalar NESCAFÉ Gold sponsorluğunda seyirciyle buluşacak.

Sevgili Oğlum / Dear Son – Mohamed Ben Attia

Yapımcılığını Dardenne kardeşlerin üstlendiği ve ilk gösterimini Cannes’da Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde yapan Sevgili Oğlum, Hedi filmiyle büyük başarı kazanan Tunuslu yönetmen Mohamed Ben Attia’nin ikinci uzun metrajlı filmi. Gerçek olaylardan esinlenen Sevgili Oğlum, geride kalan gözü yaşlı aile fertlerinin yaşadığı duygusal travmayı yalın bir dille ele alıyor. Migren ataklarından müzdarip 19 yaşındaki 19 yaşındaki oğulları Sami için her fedakârlığı yapmaya hazır anne ve babası Sami’nin DAEŞ’e katılma niyetiyle Suriye’ye kaçtığını öğrenir. Baba Riyad oğlunun izini sürmek için Tunus’tan Türkiye’nin Suriye sınırına doğru yola çıkar. Filmde belgeselci Taylan Mintaş da küçük bir rol üstleniyor.

Yanardağ / Volcano – Roman Bondarchuk

Ukraynalı belgeselci Roman Bondarchuk çektiği ilk kurmaca filmi Yanardağ, gerçekliğin sınırlarını fanteziye doğru genişleten Kırım sınırında, insanların çaresizlikten güldükleri ıssız ve çorak Kherson bölgesinde geçen bir kara komedi. Gidecek bir yeri olmadığı için Vova adında çılgın bir adamın evine sığınan AGİT çevirmeni Lukas, kısa sürede bu uzak köyün akıldışı evrenine alışır, Vova’nın kızı Maruşka’yla yakınlaşır hem de taşrada yaşama fikrine ısınır.

Gerçek Aşk / Real Life – Claire Burger

Gerçek Aşk, alışılageldik düzenlerinin bozulmasıyla bocalayan bir aileyi duygusal ve tarafsız bir bakışla gözlemliyor. Venedik Günleri’nde Yönetmen Ödülü alan film gücünü kırılgan aile dinamiklerinin duygusal dengesini çok iyi yansıtan incelikli performanslarından alıyor. Eşi evi terk ettikten sonra Mario iki ergen kızıyla bir başa çıkmak zorunda kalır. 14 yaşındaki Frida, annesinin gidişi için babasını suçlarken, ablası Niki ise yakında evden ayrılma planları kurmaktadır. Aile krizinin ortasındaki sevgi bağımlısı Mario, sevdiği herkesi bir bir kaybettiğini hissederken bir yandan da kendilerini bulmaları için onların gitmesine göz yumması gerektiğinin farkındadır.

ORAY – Mehmet Akif Büyükatalay

Berlin’de En İyi İlk Film ödülü alan Oray, uluslararası prömiyerini ilk kez İstanbul Film Festivali’nde yapacak. Yönetmenliğini Mehmet Akif Büyükatalay’ın yaptığı film uyum sorunları yaşayan genç bir erkeğin hayata tutunma çabasını gerçekçi bir sinema diliyle anlatıyor. Filmde gençlik yıllarında suça bulaşan ve hapse giren Oray, “dışarı”da kurduğu yeni hayatta eski alışkanlıklarından uzak durmaya çalışmaktadır. Öfkesini kontrol altına almak ve daha iyi bir insan olmak için İslam’a tutunur. İnancı ve karısı Burcu’ya aşkı onun için en önemli şeyleri olan Oray, bir kavga sırasında öfkesine hâkim olamaz ve karısına “boş ol” der. Danıştığı imama göre karısından bir süre uzak kalması gerekmektedir. Bu zorunlu ayrılık Oray’ın hayatta durduğu yeri ve inancını sorgulamasına yol açar.

Çiçekli Vadi / Blossom Valley – László Csuja

Macar yönetmen László Csuja’nın türler arasında gezinen ilk uzun metrajlı filmi Çiçekli Vadi prömiyerini Karlovy Vary Festivali’nde yaptı. Serseri ruhlu, umursamaz ve başına buyruk genç kız Bianca ve olabildiğince iyi yürekli, zihinsel engelli genç adam Laci birbirlerinin eksikliklerini hiç düşünmeden kaçırdıkları bir bebekle tamamlamaya çalışırlar. Bebekle kendilerince bir aile kuran, bir karavan çalıp yollara düşen Bianca ile Laci’nin hızlı, kaygısız, şiirsel mutlulukları, peşlerinde polis varken ne kadar sürecek? Filmin başrollerinde Özel Olimpiyatlar’da paten şampiyonu olan László Réti, Laci’yi; Macar Instagram fenomeni ve şarkıcı bbiankaa ise Bianca’yı yetkinlikle canlandırıyor.

systrem crasher

Oyunbozan / System Crasher – Nora Fingscheidt

İlk filmiyle Berlin’de “yeni bakış acıları sunan” filmlere verilen Alfred Bauer Ödülü’nü kazanan Nora Fingscheidt, çok iyi yazılmış bir senaryo ve müthiş bir çocuk oyuncu performansıyla bizi Benni’nin dünyasına sokmayı başarıyor. Benni tacize uğramış, geçirdiği travmalar nedeniyle öfke kontrolü sorunları yaşayan ve tek isteği koparıldığı annesine geri dönmek olan 9 yaşında bir kız çocuğu. Sosyal hizmet görevlileri içinse sürekliliği sağlanması gereken bir sistemde, altından kalkamadıkları bir “vaka”, daha doğrusu sistem bir arızasıdır. Oyunbozan, kusursuz işlediği varsayılan Almanya sosyal devlet sistemi acaba herkesin derdine çare olabilir mi sorusunu ele alıyor.

Hasatçılar / The Harvesters – Etienne Kallos

Cannes’ın Belirli Bir Bakış bölümünde dünya prömiyerini yapan Yunan asıllı Güney Afrikalı yönetmen Etienne Kallos’un bu ilk uzun metrajlı filmi Hasatçılar, Kabil ile Habil’den esinlenirken Güney Afrika’nın sancılı tarihine de gönderme yapan yalın ve etkileyici bir büyüme hikâyesi. Güney Afrika’nın Afrikaner beyaz azınlığının çoğunlukta olduğu, ülkenin tam ortasındaki Free State eyaletindeki bir çiftlikte geçen filmde zaman, gelenekler ve erkeklik, hiç değişmeden, olduğu gibi kalmıştır. 15 yaşındaki içine kapanık Janno’nun tek kaygısı, bağnaz ailesinin beklentilerini karşılamaktır. Ailesinin evlerini yetim sokak çocuğu Pieter’e açması Janno için hiç hazırlıklı olmadığı bir durum yaratacaktır.

Garson / The Weiter – Steve Krikris

Yunan yönetmen, oyuncu, senarist, yapımcı, reklamcı, tiyatrocu Steve Krikris’in hazırlık süreci yedi yıl süren ilk uzun metrajlı filmi Garson, varoluşsal sularda gezinen modern bir kara film denemesi. Selanik’te En İyi İlk Yunan Filmi ödülü alan filmde kırklı yaşlarını süren içine kapanık garson Renos’un sakin ve son derece dakikliğe bağlı, rutin hayatı komşusunun ortadan kayboluşuyla alt-üst olur. Esrarengiz havasını hiç yitirmeden sonuna dek sürdüren Garson, duygusallığa prim vermeyen, keskin gözlemciliği ve hikâyesindeki sürprizlerle izleyicinin ilgisini hep canlı tutuyor.

we the coyotes

Biz Çakallar / We the Coyotes – Hanna Ladoul & Marco La Via

Fransız asıllı yönetmen ikili Hanna Ladoul ve Marco La Via’nın kendi deneyimlerine dayandırdıkları bu ilk filmleri, genç, naif, umut dolu ve âşık olmanın zorluklara karşı getirdiği dirence dair bir güzelleme. Biz Çakallar, hayallerinin peşinde Los Angeles’a taşınan 20’li yaşlarındaki genç çift Amanda ve Jake’in bu şehirdeki ilk günleri, sürprizler ve hayal kırıklıklarıyla dolu bir deneyime dönüşümünü konu alıyor. Jake rolünde American Honey ve Patti Cake$’den tanıdığımız McCaul Lombardi’nin yer aldığı Biz Çakallar ilk kez Cannes Film Festivali’nin ACID bölümünde izleyiciyle buluştu.

Yolluk / The Truck – Sarah Marx

Hapisten yeni çıkan genç Ulysse’in kirayı ödemek, depresyondaki annesini tedavi ettirmek ve kız arkadaşı Lena’nın gönlünü almak için acil yoldan para bulmaya ihtiyacı vardır. Aklına müzik festivallerinde yiyecekle beraber el altından uyuşturucu satmak gelir ve arkadaşı David’le beraber bir kamyonete atlayıp yollara düşerler. Prömiyerini Venedik Film Festivali’nin Ufuklar bölümünde yapan video klip yönetmeni Sarah Marx’ın uzun metrajlı ilk kurmaca filminde Mavi En Sıcak Renktir filminden hatırladığımız Sandor Funtek ve Sandrine Bonnaire, anne ve oğul rollerinde başarılı bir oyunculuk sergiliyorlar. Filmin yapımcıları ve ortak senaristleri ise Fransız rap grubu La Rumeur’ün elemanları Hamé ve Ekoué; bu sayede soundtrack’te yer alan şarkılar filme bambaşka bir ivme kazandırıyor.

Herkesin Şaşırtan Adam / The Man Who Surprised Everyone – Natasha Merkulova & Aleksey Chupov

Bir Sibirya masalından yola çıkan yönetmen ikili Natasha Merkulova ve Aleksey Chupov son derece düşündürücü ve sorgulayıcı, toplumsal cinsiyet kalıplarını ters yüz eden bir hikâye anlattığı Herkesi Şaşırtan Adam filminde karakterlerin ruhlarının derinliklerine inerek cinsellikle ilgili önyargılara ve ölüme dair kanılara esaslı bir bakış atıyor. Doktorların iki ay ömür biçtiği orman bekçisi İgor son çare olarak bir şaman şifacıyı ziyaret eder. Şifacı, ona Azrail’i aldatmak için kılık değiştiren erkek ördek Jamba’nın hikâyesini anlatır. Duyduklarından etkilenen İgor, büyük bedeller ödemek pahasına herkesi şaşırtan bir plan yapar. Herkesi Şaşırtan Adam’ın başrolündeki oyuncu Natalya Kudryashova Venedik’te En İyi Kadın Oyuncu ödülüne layık görüldü.

Canavarlar. / Monsters. – Marius Olteanu

Berlin Film Festivali’nde Forum bölümünde ilk gösterimini yapan Canavarlar., yönetmen Marius Olteanu’nun sözleriyle “toplumsal değerlerle bireysel seçimlerin çatışmasını biseksüellik ve anneliğin reddi üzerinden, geleneksel sevgi anlayışına meydan okuyarak inceliyor. Evli bir çifti 24 saat boyunca izleyen film, üç bölümden oluşuyor. (…) Farklı insanlara karşı hoşgörüsüzlüğün gitgide çoğaldığı bir iklimde Canavarlar., göründüğümüzle gerçekte olduğumuz arasındaki boşluğu sorgulayarak izleyicinin algısına meydan okuyor.” Canavarlar., Sieranaveda filminde Cristi Puiu’nun asistanlığını yürüten yönetmen, fotoğrafçı ve ödüllü kısa filmci Marius Olteanu’nun ilk uzun metrajlı filmi.

Doktorlar / Breath Of Life – David Roux

İlk gösterimini Locarno’da yapan Doktorlar, konusunu bir doktorun gerçek yaşamda düştüğü ikilemden alan, duygusal olduğu kadar gerçekçi bir hastane dramı. Filmin başkahramanı, bir hastanede göğüs hastalıkları departmanında

çalışan uzman doktor Simon. Yıllarca ölümle burun buruna gelmesine rağmen işini profesyonelce sürdüren, işiyle özel hayatını ayıran Simon, günün birinde annesinin kritik durumda çalıştığı hastaneye getirilmesiyle dünyasının ve inançlarının sarsıldığını hissedecektir. 15 yıl boyunca tiyatro muhabirliği, ardından da sinema yapımlarında edebi menajerlik yapan yönetmen David Roux’nun bu ilk filminin esin kaynakları göğüs hastalıkları uzmanı olan ağabeyi ve yakın zamanda rahatsızlanan annesi. Ozon’un Tutku Oyun’nda izlediğimiz Jérémie Renier, Simon rolüyle harika bir performans sergiliyor.

the dead and the others

Ölüler ve Diğerleri / The Dead and the Others – João Salaviza, Renée Nader Messora

Portekiz- Brezilyalı yönetmen ikili Salaviza ve Messora’nın yerli halktan amatör oyuncularla Ölüler ve Diğerleri’ni, modernlikle geleneksellik arasındaki zıtlıkları yer yer Gaugin’in tablolarını anımsatan bir görsellikle perdeye yansıtıyor. Geleneğe göre on beş yaşındaki Ihjãc, babasının ölümüyle yeni şaman olacaktır. Kaderinden kaçmak için köyü terk eder “beyaz adamın” şehri onun sandığı vaha olmaktan çok uzaktır. Brezilya’nın kuzeyinde yaşayan, Ihjãc’ın mensubu olduğu Kraho kabilesinin günlük yaşamlarını, ritüellerini ve etnik-yerli azınlık olmanın sıkıntılarını anlatan film, gerçeküstünün sınırlarını zorlayan, şiirsel atmosferiyle çarpıcı ve etkileyici. Ölüler ve Diğerleri, Cannes’da Belirli Bir Bakış Jüri Özel Ödülü, Rio’da En İyi Yönetmen, En İyi Görüntü, Lima’da En İyi Film, En İyi Görüntü ve Mar Del Plata’da Jüri Özel Ödülü sahibi.

BELGESEL KUŞAĞI

Siyaset, diplomasi, adalet, ekonomi, sosyoloji ve sanat gibi farklı konuları işleyen bu filmler, toplumsal değişimleri ele alıp gerçeği belgelerken alışılmadık ve çarpıcı tarzlar izliyor.

Çağımız / Young and Alive – Matthieu Bareyre

Yönetmen Matthieu Bareyre’in Çağımız belgeselinde Paris’te yaşanan terör saldırılarının Fransız gençlerinde yarattığı sarsıntıya odaklanıyor. Gençler, 2015-2017 arasında dehşeti duyuran manşetler hiç durmazken yeni değerler, yeni ideolojiler, bunların yeni yorumları, yeni idealler, devletle yeni bir ilişki, yeni kurallarla karşılaştılar. Yönetmen belgeselinde bu huzursuz gençlerle görüşmelerini bir araya getiriyor; çoğu birbirine zıt duygular ve fikirler, hayaller ve öfke içeren sohbetleri, tarafsız ve hareketli kamerasıyla aktarıyor. Çağımız Locarno Avrupa Sinema Ödüllerinde Genç Jüri Ödülü ve Jüri Özel Ödülü aldı.

cold case

Faili Meçhul / Cold Case Hammarskjöld – Mads Brügger

Mads Brügger, yalnızca radyo-televizyon-basılı medyada etkin bir araştırmacı gazeteci ve yapımcı değil, her yönünü titizlikle ele aldığı filmleriyle de ününü pekiştirmiş bir belgeselci. 2010’da festivalde Kızıl Mabet belgeseli gösterilen Brügger, son belgeselinde 50 yıl önce kapatılıp bir daha hiç üzerinde durulmamış bir vakanın dosyasını açıyor. Brügger ve dedektif Göran Björkdahl, 1961’de, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Dag Hammarskjold’un uçağının düşmesi sonucu ölümünün ardındaki sır perdesini aralamaya çalışıyor. Derinlere indikçe, Kongo’nun bağımsızlığı için çabalayan Hammarskjold’un bu nedenle suikasta uğradığı düşünülürken uluslararası bir komplonun vahim izleri açığa çıkıyor. Brügger, Faili Meçhul filmiyle Sandance’te En İyi Belgesel Yönetmeni ödülünü aldı.

Diğerlerinin Sessizliği / The Silence of Others – Almudena Carracedo, Robert Bahar

Yürütücü yapımcıları arasında Pedro Almodóvar’ın da yer aldığı bu çok ödüllü belgesel, ezber bozan “Arjantin Davası”nı konu alıyor. Francisco Franco 1975’te öldüğünde, İspanya’nın yakın tarihindeki sayısız acı ve insanlık suçuyla dolu diktatörlük dönemi de sona eriyordu. Ancak aynı yıllarda kabul edilen Unutma Anlaşması diktatörlük rejimi mağdurlarının haklarını aramasını da imkânsız hâle getiriyordu. Franco döneminde işkence gören, bebekleri devlet eliyle çalınan ya da yakınları öldürülüp toplu mezarlara gömülen mağdurlar, kendi ülkelerinde açamadıkları davayı Arjantin’de açarak haklarını arıyorlar. Diğerlerinin Sessizliği bu benzersiz mücadeleyi altı yıl boyunca takip ederken, bir toplumun geçmişindeki travmalarla yüzleşerek iyileşme sürecini de belgeliyor.

Hayal-et / Dreamaway – Marouan Omara, Johanna Domke

Mısır’ın turizm cenneti Şarm El Şeyh bir süredir terör tehdidi yüzünden dibe vurmasına rağmen, Mısırlı gençlerin uğrak yerlerinden biri olmaya devam ediyor. Hayal-et, bu hayaller kentindeki lüks bir otelde çalışan gençleri izliyor. Batı’nın ve oryantalizmin neredeyse tüm klişelerini bir araya getiren bu tatil kompleksinde çalışmak, bu gençleri bir hayali yaşadıkları yanılsamasına hapsediyor. Kurmaca ile belgesel arasında bir yerde duran sinemasal melez yapıtlarıyla yönetmenler Marouan Omara ve Johanna Domke, zekice kurguladıkları Hayal-et’de bu gençleri siyasal bir hassasiyet ve büyülü bir gerçeklikle gözlemliyorlar.

Gorbaçov’la Görüşmek / Meeting Garbochev – Werner Herzog, André Singer

Belgesel dünyasının en önemli isimlerinden Werner Herzog, Sovyetler Birliği’nin 87 yaşındaki eski başkanı Mihail Gorbaçov’le üç görüşme yaptı. Bu “zirveler”, nükleer silahsızlanmadan Almanya’nın birleşmesine, 20. yüzyılın en önemli bazı olaylarına ışık tuttu. “Mihail Sergeyeviç Gorbaçov’la görüşmek,” diyor Herzog, “büyüleyici ve aydınlatıcı bir deneyim oldu. 20. yüzyılın gidişatını değiştiren, eylemleri dünyamızı dönüştüren bir adamdı o. Ne var ki, Moskova’ya vardığımda, karşımda trajik ve yalnız birini buldum: Sovyetler’in tükenişi ve hayatlarını iyileştireceğini vaat eden perestroyka ile glasnost sözlerini tutmadığı için suçlanan birini.”

İsviçreli Chris / Chris The Swiss – Anja Kofmel

İsviçreli sinemacı Anja Kofmel, belgeselle animasyonu birlikte kullandığı ilk uzun metrajlı filmi İsviçreli Chris’te Yugoslavya iç savaşında öldürülen savaş muhabiri kuzeninin şüpheli ölümünün ardındaki esrar perdesini aralamaya çalışıyor. İlk gösterimini Cannes’da Eleştirmenler Haftası bölümünde yapan İsviçreli Chris, anlatımını şiirsel bir bakışla

çizilmiş, neredeyse gotik, siyah-beyaz, canlandırma sekanslarla vurguluyor. Kofmel, genç erkekleri uzak diyarlardaki savaşın çağrısına katılmayı yönelten sebepleri tarafsız bir güdüyle araştırırken ölüme giden bu gençlere dokunaklı bir ağıt da yakıyor.

Aquarela – Viktor Kossakovsky

Aquarela’nın başkahramanı; İskoçya, Meksika, Rusya, Grönland, Venezuela, Portekiz, ABD ve Atlantik Okyanusu’nda saniyede 96 kare çekilmiş muhteşem görüntülerde aysbergden şelaleye her haliyle filme aktarılan, dünyamızın en özel ve değerli maddesi: Su. “Denizin her gün, her saat, hatta her dakika değiştiğini fark ettim. Hiç sıkılmadım; çünkü su hiç aynı değildi” diyor yönetmen Victor Kossakovsky: “Farklı renkler, farklı hareketler, farklı enerjiler… Öfke, saldırganlık, huzur, asalet, yalnızlık, kıskançlık gibi insani duyguların neredeyse tümünün gelgitlerini suyun doğal merceğinden bakarak deneyimleyebilirsiniz. Aquarela’da suyla etkileşim sayesinde deneyimlenebilecek tüm hisleri filme çekmek istedim; güzel, huzursuz eden, canlandıran, esin veren, yok eden ve insanı mahvedenleri de…”

El Pepe, Yüce Bir Yaşam / El Pepe Supreme Life – Emir Kusturica

Yönetmenliğini Emir Kusturica’nın yaptığı El Pepe, Yüce Bir Yaşam 2010-2015 yılları arasında Uruguay’ın devlet başkanlığını yürütmüş olan, “El Pepe” lakaplı José Mujica hakkında bir belgesel. Film, görevde olduğu yıllarda başkanlık sarayı yerine kendi evinde yaşaması, eski şahsi arabasını kullanmaya devam etmesi, toplantılara terlikle katılması gibi mütevazı duruşuyla tanınan Mujica ile yaptığı sohbetler üzerine kurulu. El Pepe, Yüce Bir Yaşam, bir yandan “dünyanın en yoksul devlet başkanı” olarak bilinen El Pepe’nin gündelik hayatına odaklanırken bir yandan da ilk gençliğinden hapiste geçirdiği yıllara, çeşitli ülkelerde yaptığı siyasal konuşmalardan eşine duyduğu aşka kadar birçok farklı konuya değinerek bir siyasetçinin insani portresini çiziyor. El Pepe, Yüce Bir Yaşam, Venedik’te UNESCO Ödülü aldı.

putins witnesses

Putin’in Tanıkları / Putin’s Witnesses – Vitaly Mansky

Rusya’nın en tanınmış belgeselcilerinden Vitaly Mansky’nin yönettiği Putin’in Tanıkları, Putin’in nasıl iktidara yerleştiğini, bu makamda neredeyse 20 yıldır nasıl kalabildiğini en yakından, Mansky’nin kendisinin çektiği görüntülerle anlatıyor. Filmde olaylar 1999 yılbaşı gecesi, Boris Yeltsin’in Rusya başkanlığından çekilip yerine Vladimir Putin’in geçmesiyle başlıyor. “Halef Operasyonu”nun gerçek nedenleri ve sonuçlarının belgesele dayalı tanıklıkları bu filmin omurgasını oluşturuyor. Filmin kahramanları ise Mihail Gorbaçov, Boris Yeltsin, Vladimir Putin ve kendi yazgısının sessiz tanığı, Rus halkı.

Santiago, İtalya – Nanni Moretti

2003’te festivalin Sinema Onur Ödülü’nü alan yönetmen Nanni Moretti, bu kez tarihe dalıyor ve kamerasını, ülkesi İtalya ile Şili’nin tarihlerinin kesiştiği çok özel bir döneme çeviriyor. Santiago, İtalya, 1973 yılında Salvador Allende’ye karşı gerçekleştirilen askeri darbede Santiago’daki İtalyan büyükelçiliğinin nasıl Şilili muhalifler için bir sığınak hâline geldiğini anlatıyor. Pinochet’nin başa geçtiği darbenin ardından muhaliflerin büyük bir kısmı, İtalya’ya siyasi mülteci olarak göç ediyor. Moretti büyükelçilik çalışanları, göçmen muhalifler ve hapisteki darbecilerle yaptığı röportajlara yeniden canlandırma sahnelerin yanı sıra arşiv görüntüleri de katarak darbenin değiştirdiği hayatlara ışık tutuyor.

Yenilgilerimiz / Our Defeats – Jean-Gabriel Périot

Belgesel, canlandırma, deneysel ve kurmaca arasında çok özel bir yerde duran kısa video yapıtlarıyla tanınan Fransız yönetmen Jean-Gabriel Périot, son filminde “2018’de Fransa’da siyasi kavramlara ve dünyaya bakışımız nasıl?” sorusunu yanıtlamak üzere yola çıkıyor. Yönetmen, 10 Fransız gencini benzeri pek görülmemiş, sinemasal bir oyun-filme dahil ederek siyasette halimizi sorguluyor. Bu gençler 1968 tarihli filmlerden sahneleri yeniden canlandırıyorlar; aralarda da onlarla yapılmış kısa röportajları izliyoruz. Yenilgilerimiz, “Bugünün keşmekeşiyle yüzleşecek kadar kuvvetimiz var mı içimizde?” diye soruyor, bir yandan da film hakkında bir film niteliğini güncel, şiirsel, eleştirel ve siyasal bir ifadeyle kurguluyor.

Banksy’i Çalan Adam / The Man who Stole Banksy – Marco Proserpio

Kendini olağanüstü bir gizemin ardında saklamayı başaran, yapıtları da her zaman tartışmaların odağında bulunan sokak sanatçısı Banksy, 2007’de Filistin’de siyasal içerikli bir dizi duvar resmi çizdi; bir İsrail askerinin eşeğin kimliğini kontrol ettiği duvar resmi de bunlar arasındaydı. Beytüllahimli bir taksi şoförü, kentin yaşlılarını gücendirip kızdıran bu resmi, duvarıyla beraber kesip eBay’de sattı. Anlatıcısı asi rock’çı Iggy Pop olan belgesel, bu ilginç olayla başlıyor. Banksy’i Çalan Adam, kültür çatışması, sanat, çalıntı mal, karaborsa konularına değinirken koleksiyoncular, simsarlar, sokak sanatçılarından da görüşler alıyor; sokak sanatının yaratıcısının, sileninin, protestocusunun, satıcısının ve alıcısının haklarının tartışılmasıyla genişliyor.

cirkus rwanda

Cirkus Rwanda – Michal Varga

Prag’ın ve dünyanın tanınmış truplarından Cirk La Putyka’nın yüzü ve öncüsü, mükemmeliyetçi işkolik Ros’ta Novak, Ruandalı bir grup akrobatla ortak bir proje yapmaya karar verdiğinde Ruanda soykırımından kurtulan Elisée Niyonsenga ile temasa geçti ve hayatında ilk defa Ruanda’ya gitti. Yetim çocuklardan oluşan trupuyla Elisée ve Ros’ta, Prag’da ve Ruanda’da provalara başladılar. Önyargıların, kültürlerin, acılı geçmişlerin ve farklı disiplinlerin karşı karşıya geldiği bu deneyim, 2017’de Letni Letna Festivali’nde sahnelenen, modern bir sirk gösterisiyle sonlandı. Çek yönetmen Michal Varga’nın baştan sona izlediği bu ilginç, dokunaklı, hareketli ve renkli süreç, belki de Avrupa ile Afrika arasında sanat aracılığıyla yepyeni köprülerin kurulmasına önayak olacak.

Çalışma (1968-2018) / Don’t Work (1968-2018) – César Vayssié

César Vayssié, Paris’te güzel sanatlar öğrenimi gören iki öğrencinin, Elsa Michaud ile Gabriel Gauthier’nin her ânını bir yıl boyunca kaydetti.İki sevgili, Elsa ile Gabriel, akranları gibi, 1968 Mayısı’ndan 50 yıl sonra şiddetin küresel çapta görünür, hareketlerin yetersiz, görsellerin en önemli, dijital endüstrinin zirvede olduğu bir çağın ortasında kaldılar. Elsa ve Gabriel’in bir yıl boyunca çekilen görüntülerine internetten eklenen görüntülerle, yalnızca Avia x Orly’nin müziklerinin konuştuğu bu belgesel-deney-günce, huzursuz bir çağın, fazla hızlı bir dönüşümün aynası.

Monrovia, Indiana – Frederick Wiseman

2018’de 37. İstanbul Film Festivali’nde New York Halk Kütüphanesi hakkında çektiği destansı Ex Libris belgeselini seyrettiğimiz usta Frederick Wiseman bu yıl karşımıza Amerikan kırsalına odaklandığı yeni filmi Monrovia, Indiana ile çıkıyor. Wiseman’ın bu kez merceğine 2016’daki son ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’a %76 oranında oy çıkaran Monrovia kasabasını alıyor. Usta yönetmen nüfusları giderek azalsa da ABD siyasetinde etkisi devam eden küçük kasabaların muhafazakâr sakinlerinin, kentlilerle tam bir tezat oluşturan gündelik rutinlerine, hayata ve olaylara bakış açılarına tarafsız bir gözle yaklaşıyor.

MAYINLI BÖLGE

Tarzı, yaklaşımı, tekniği ya da anlatımı farklı, alışılmadık, öncü, bazen zorlayıcı, sivri, bazen deneysel filmlerden oluşan bu bölüm özellikle keşifçi sinefillere sesleniyor. Sinemanın aykırı ruhları Mayınlı Bölge’de dolaşıyor.

Dağ / The Mountain – Rick Alverson

Yer yer Yorgos Lanthimos ve David Lynch’i anımsatan tarzı ve etkileyici görselliğiyle kimin deli kimin akıllı olduğuna dair düşündürücü sorular soran, Rick Alverson’ın yönettiği Dağ, 50’li yılların Amerika’sında geçen bir hikâye anlatıyor. Dünya prömiyerini Venedik Festivali’nde yapan bu alabildiğine huzursuz edici filmin çarpıcı oyuncu kadrosunda Ready Player One’ın yıldızı Tye Sheridan ile Jeff Goldblum’un yanı sıra kült oyuncu Denis Lavant da yer alıyor. Filmin merkezinde lobotomi deneyleri yapan aile dostları Dr. Fiennes’in yanında fotoğrafçı olarak çalışmaya başlayan genç Andy var.

Deniz Şeytanı / Manta Ray – Phuttiphong Aroonpheng

İlk uzun metrajlı filminde müzikleri çok yönlü Fransız sanatçı Christine Ott ile Mathieu Gabry’ye teslim eden Tay yönetmen Phuttiphong Aroonpheng, yerinden edilmişlerin çaresizliğini, bedensiz kalan ruhların sesini hümanist bir duyarlılıkla perdeye taşıyor. Taylandlı bir balıkçı, Rohingya göçmenlerinin boğulduğu deniz kıyısındaki ormanda yaralı, baygın bir adam bulur. Tek kelime konuşmayan bu adamı evine götürüp iyileştiren balıkçı ona Thongchai ismini verir. Balıkçı bir gün denizden dönmeyince Thongchai yavaş yavaş onun hayatını, evini ve hatta eşini sahiplenir.

murder me monster

Mahvol, Mahluk, Mahvol / Murder Me, Monster – Alejandro Fadel

Harflerin, dağların ve cinsel canavarların iç içe geçtiği Mahvol, Mahluk, Mahvol, The Wild Ones ile adını duyuran Alejandro Fadel’in yetişkinler için yarattığı karanlık bir masal. And Dağları’nın ıssız, uzak bir bölgesinde tuhaf ve ürkütücü cinayetler işlenmektedir. Art arda başsız kadın cesetlerinin bulunduğu bu yerde, olayları araştırmakla görevli dedektif Cruz bir kâbusun içine çekilmektedir sanki. Sevdiği kadın Francisca da başı kesilerek öldürülünce, Cruz kendini tamamen bu acımasız katili yakalamaya adar. Katil bir motosiklet çetesinin psikopat üyesi midir yoksa söylentilere göre, bazı sözlerin tekrarlanmasıyla ortaya çıkan bir canavar mı?

Okul Çıkışı / School’s Out – Sébastien Marnier

Prömiyerini Venedik Film Festivali’nin sıradışı filmlerin gösterildiği Sconfini bölümünde yapan, Sébastien Marnier’nin yönettiği Okul Çıkışı, tedirgin edici müzikleri, karanlık ve yoğun atmosferiyle diken üstünde izlenen bir gizem filmi. Kırk yaşındaki Pierre, öğretmenleri intihar edince üstün yetenekli çocukların sınıfına atanır. Dünyanın, ekolojik bir felaketin eşiğinde olduğunu düşünen bu süper zeki çocuklar başta Pierre’e yalnızca ilginç ve ketum gelir. Birtakım tekinsiz olaylar sonrasında Pierre, bu öğrencilerden altısının gizlice bir şeyler çevirdiğine inanır ve esrar perdesini aralamayı kendince bir takıntıya dönüştürür. Okul Çıkışı, huzursuzluk veren tonunu hiç kaybetmeden sürprizlerle ilerleyen bir çağdaş toplum eleştirisi.

MAYINLI BOLGE CONSEQUENCES

Sonuçlar / Consequences – Darko Stante

Gerçekçiliği, gözlemciliği, hip hop ve rap ağırlıklı müzikleri ve özellikle amatör oyuncularının çarpıcı ve doğal performanslarıyla öne çıkan Sonuçlar, cinselliğin yasak ama fazla mevcut olduğu, maço hayranlığının zirveye ulaştığı bir ıslahevinde geçiyor. Darko Štante’nin yönettiği, ilk gösterimini Toronto Film Festivali’nin Keşif bölümünde yapan Sonuçlar, Slovenya gençliğinin sosyal medya, ırkçılık, cinsellik ve şiddet girdabından çıkış yolu arayışını yetkinlikle, klişelere düşmeden yansıtıyor. Öfke patlamaları canına tak eden annesi tarafından mahkeme zoruyla “yarı- açık” bir ıslahevine yerleştirilen Andrej, burada psikopatlığın eşiğindeki Zele’nin çetesine dahil oluyor. Zele’den korkusu hayranlığına karışınca Andrej’in hayatı zorlaşıyor.

MAYINLI BOLGE-WIND_PUBSTILL_09_Lizzie_IsaacGunPrairie

Rüzgâr / The Wind – Emma Tammi

Amerikan folk-korku western türünü kan, doğaüstü, hayalet ve büyülü gerçeklikle genişleten Rüzgâr, özünde evde yalnız kalmanın ürkünçlüğü ve kadınların hayatın doğal akışından dışlanmaları hakkında bir dram. Yönetmen Emma Tammi’nin bu ilk filmi, 1890’larda kocasıyla birlikte Vahşi Batı’ya göç eden ve ıssız, çorak bir araziye yerleşen Lizzy’nin hikâyesini anlatıyor. Lizzy, zaman geçtikçe o bölgeye has, kötücül bir varlığın onu taciz ettiğine inanıyor; ancak kocası onu boş inançları yüzünden tersliyor. Gece duyulan ulumalar, gölgeler, duman, ateş ve rüzgârın hiç eksik olmadığı Rüzgâr, doğanın her öğesiyle tehdit saçtığı, ıssız ve tekinsiz bir dünya tasvir ediyor.

Kazı / The Dig Andy & Ryan Tohill

Kuzey İrlandalı kardeşler Andrew ve Ryan Tohill’in ilk filmi bir aile dramı olarak yola çıkıp, ardından gizem filmine evriliyor. Film, adını baba Sean’un uçsuz bucaksız bir arazide kızının cesedini aramak için kazdığı deliklerden alıyor. Çarpıcı performansıyla Moe Dunford’un canlandırdığı Callahan, cinayet suçuyla 15 yıl cezasını çektikten sonra geri geldiğinde yaslı babanın kazılarına yardım ediyor—hem vicdan azabından hem de başka hiçbir şekilde yardımcı olamadığından, çünkü ne cinayeti ne de o geceyi hiç ama hiç hatırlamıyor. Gizem duygusunu ve temposunu hiç düşürmeyen Kazı, geçmişe perde çekemeyen, keder, yanıltıcı anılar ve saplantıyla kendini tüketen bir ailenin sürükleyici portresini çiziyor. Filmin yönetmenleri Andrew ve Ryan Tohill ile başroldeki, Vikingler dizisinden hatırladığımız Moe Dunford, festivalin konukları arasındalar. Dunford, ayrıca Uluslararası Yarışma jürisinde yer alıyor.

Sargasso Denizi Mucizesi / The Miracle of the Sargasso Sea – Syllas Tzoumerkas

Şubat ayında Berlin Film Festivali’nin Panorama bölümünde ilk gösterimini yapan ve “güneşin altında, Lynch-vari bir psikolojik dram” sözleriyle övülen Sargasso Denizi Mucizesi, gerilim filmiyle, İncil’e dair görsel göndermelerle dolu bir rüya dünyası arasında kendine yer buluyor. Yunanistan’ın batısında, yılanbalığı çiftliklerinin olduğu küçük bir kasabada iki yalnız, mutsuz kadın yaşamaktadır: kasabanın kaba, umutsuz emniyet müdürü Elisabeth ile bir şarkıcının suskun kız kardeşi Rita. Kasabada biri beklenmedik bir şekilde ölünce hem iki kadın yakınlaşır hem de birtakım sırlar açığa çıkar. Özellikle Elisabeth rolündeki Angeliki Papoulia’nın performansıyla övülen Syllas Tzoumerkas’ın üçüncü filmi, özgün görsel diliyle hem şaşırtıcı hem sarsıcı bir kasaba kâbusu. Tzoumerkas, festivalin konukları arasında.

Büyü / Spell – Brendan Walter

Büyü, nefes kesen görüntüleri, izleyiciyi kansız ürperten ve derinden işleyen korku hissiyle tuhaf, uçuk bir dünyada geçiyor. Yönetmen Brendan Walter daha çok Sia, Green Day, Lorde ve Fall Out Boy için hazırladığı fotoğraf projeleri, video klipler ve reklam kampanyalarıyla tanınıyor. Nişanlısı aniden ölen Amerikalı bir çizer, ruhunu dinlendirmek için İzlanda’ya gider. Issız dağlarda tepelerde gezinirken ölüleri diriltebilen bir büyücü ve bu ritüeli gerçekleştirmeye hazır iki kişiyle karşılaşır. Kendini pek tatsız ve tehlikeli durumlara sokmuştur, ama belki de her şey kafasında olup bitmektedir.

ANTİDEPRESAN

İlk kez 2010 yılında festivalde yer alan ve kısa sürede festivalin vazgeçilmezlerinden biri olan Antidepresan bölümünde hayatı hafife alan, eğlendirirken düşündüren, mizaha ve dünyaya beklenmedik ters köşelerden bakan filmlerin bir araya getirdiği bir seçki sunuyor.

kiss and tell

Bakın Nasıl Kıvırıyoruz / Kiss & Tell – Michel Blanc

100’e yakın filmde rol alan, birçok filmin senaryosunu yazan ünlü Fransız oyuncu Michel Blanc yönettiği Bakın Nasıl Kıvırıyoruz, müthiş oyuncu kadrosu, sivri diyalogları, her biri birbirinden acayip karakterleriyle aile, dostluk ve arkadaşlık hakkında hareketli bir komedi. Film, orta yaşını geçen Julien’in ailesi ve yakınlarıyla ilişkisinin bir bir bozularak hayatını mahvetmelerini izliyor. Oğlu, karısı, sevgilisi, oğlunun sevgilisi, onun annesi, dostları, hep sanki Julien’in huzurunu kaçırmaya niyetlenmişler gibi, kendilerini olmayacak durumlara sokuyorlar.

Karakol / Keep an Eye Out – Quentin Dupieux

Yanlış ve Lastik filmleriyle tanınan yönetmen Quentin Dupieux, Amerika’dan 70’lerin Fransa’sına geçiyor ve yine sıra dışı bir komediyle tür sinemasının kalıplarıyla oynuyor. Oturduğu apartmanın kapısında bir ceset bulan Fugain, iyi bir vatandaş olmanın gereğini yerine getirerek durumu polise haber verir. Zavallı Fugain gece boyunca karakolda Komiser Buron’un git gide sertleşen, sertleştikçe de tuhaflaşan sorgusuna maruz kalır. Eski polisiye filmlere ve sıradan insanlara saygı duruşunda bulunan Karakol, komiser rolündeki Belçikalı usta komedyen Benoît Poelvoorde performansıyla dikkat çekiyor.

my masterpiece

Başyapıtım / My Masterpiece – Gastón Duprat

Kara mizahıyla aklımızı çelen Saygın Vatandaş filmini 2017’de festivalde izlediğimiz Gastón Duprat, Başyapıtım’da çağdaş sanat dünyasını, yine kara mizaha yaslanan bir gerilimle mercek altına yatırıyor. Filmin başkarakterleri,

her türlü üçkâğıda hazır sanat simsarı Arturo ve en sevdiği, en çok takıştığı dostu, ressam Renzo. Renzo’nun dışavurumcu tarzı popülerliğini kaybedince Arturo riskli olduğu kadar akılalmaz bir planı devreye sokmaya karar veriyor. Dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan Başyapıtım sürprizler, kazalar, art niyetler, komplolar, sınırları zorlanan arkadaşlıklar ve Buenos Aires sanat dünyasının ilginç karakterleriyle hem keyifli bir dostluk filmi hem de sivri bir güncel sanat eleştirisi.

Sadık Bir Adam / A Faithful Man – Louis Garrel

Ünlü Fransız oyuncu Louis Garrel, yönettiği Sadık Bir Adam filminde başrolü eşi Laetitia Casta ile paylaşıyor. Abel rolündeki Louis Garrel, ayrıldıktan sekiz yıl sonra eski sevgilisi Marianne’ın kocasunın cenazesinde karşılaşıyor ve bu kederli anı fırsata çevirmeye çalışarak Marianne ile yeniden birlikte olmaya çalıyor. Louis Garrel’in “çağdaş bir durum komedisi” olarak tarif ettiği filmin komedi, dram ve biraz da Fransız Yeni Dalgası öğeleri içeren senaryosunun yazarları Garrel ile efsane senarist ve romancı Jean-Claude Carrière.

Gözbebeğim / In Safe Hands – Jeanne Herry

Annelik, bebekler, evlat edinme gibi hassas ve duygusal konulara değinen Gözbebeğim, Fransa’da yeni doğan bebeklerin evlatlık verilme sürecini mizahı elden bırakmadan gözlemliyor. Filmin başında, yeni doğan Théo, annesi tarafından terkedilince çocuk koruma hizmetleri, geçici bir süre ona bakması için Jean’la temasa geçer. Bu arada, yıllardır bir çocuk sahibi olmak için çabalayan Alice, evlat edinme sürecine başlar. Sorumlulukla harekete geçen devlet kurumları ve bireylerin bir yapboz gibi bir araya geldiği Gözbebeğim, zorlu bir süreci tüm ayrıntılarıyla, gerçekçi bir bakışla gözler önüne seriyor.

Yeni Yılın Kutlu Olsun, Colin Burstead / Happy News Year Colin Burstead – Ben Wheatley

Kill List ve Gökdelen filmlerinin yönetmeni Ben Wheatley, Yeni Yılın Kutlu Olsun, Colin Burstead filminde her an kötü bir şey olacak gibi hissettiren bir atmosferle karşımıza çıkıyor. Brexit’in gölgesinde geçen filme adını veren Colin Burstead, kalabalık ailesini sırf bu iş için kiraladığı malikânede düzenlediği yılbaşı partisine davet eder. Colin’e karşı türlü garezi olan ve her biri ayrı bir ruhsal sıkıntının pençesindeki aile fertleri, istemeden de olsa bu pek de parlak görünmeyen davete icabet ederler. Elbette Colin, beş yıldır görmediği ağabeyinin de partiye katılacağını hiç hesaba katmamıştır.

Tel Aviv Alev Alev / Tel Aviv on Fire – Sameh Zoabi

Bu bol ödüllü komedinin başkahramanı aslında 1960’larda geçen, Filistin yapımı pembe dizi “Tel Aviv Alev Alev”. Bu dizide stajyer senarist olarak çalışan Filistinli Selam, her gün İsrail kontrol noktalarından geçerek Kudüs’ten dizinin çekimlerinin yapıldığı Ramallah’taki stüdyolara gitmek zorundadır. Kontrol noktasında samimiyet kurduğu İsrailli Komutan Assi senaryo için müthiş fikirler vermeye başlayınca Selam dizide yükselir. Ancak tabii dizinin Arap yapımcılarıyla İsrailli Assi arasında kalması an meselesidir.

MUSİKİŞİNAS

Sinemaseverler ve müzik tutkunları, bu yıl festivalin Musikişinas bölümünde, dünyanın farklı bölgelerinde müzik tarihine damga vurmuş ikonik isimlerin özgün ve çarpıcı hikâyelerini anlatan filmleri izleyecek. Musikişinas, bu yıl da müziği yaşamlarının ayrılmaz bir parçası kılanların hikâyelerini bir araya getiriyor.

a dog called money

A Dog Called Money – Seamus Murphy

PJ Harvey’le 2011 tarihli Let England Shake albümünde de işbirliği yapan ve şarkıların her biri için kısa filmler çeken İrlandalı fotomuhabiri ve yönetmen Seamus Murphy, ünlü müzisyenle işbirliğine devam ediyor. Murphy sanatçıyı Kabil’den Kosova’ya ve oradan Washington’a kadar izleyerek son albümü The Hope Six Demolition Project’in yapım aşamasını belgeliyor. Harvey’nin ilham almak için ziyaret ettiği şehirlerdeki deneyimlerini ve devamında, stüdyodaki yaratım sürecini yakından takip eden Murphy, Harvey’nin anlatımı ve şiirsel bir kurguyla birleştirdiği görüntülerle gizemli müzisyenin dünyasına açılan, yer yer savaş bölgesi gezi günlüğü yer yer multimedya sanat projesi kıvamında özgün bir müzik belgeseli yaratıyor.

Piazzolla: Köpekbalığı Yılları / Piazzolla: The Years Of The Shark – Daniel Rosenfeld

Arjantinli bandoneon virtüözü ve besteci Astor Piazzolla, tango devrimini gerçekleştiren kişi olarak tanınıyor. “Yeni Tango” adını verdiği, caz ve klasik müzik etkileri taşıyan tango tarzı, bütün dünyada yaygınlaşmasına rağmen türün geleneksel formundan uzaklaştığı için özellikle kendi ülkesinde çok ters tepkilerle karşılaşmıştı. Bu belgesel, başta oğlu Daniel’in arşivinden özel görüntüler ve konser kayıtlarıyla bu müzik dehasının yalnızca ülkesinin müzik dünyasıyla değil ailesiyle de sallantılı ve çetrefil ilişkisinin içyüzüne canlı bir bakış atıyor. Piazzolla’nın kızı Diana’yla saatler uzunluğundaki sohbetinin kayıtları kendinden emin, inatçı ve tutkulu bir dâhinin nasıl bir baba olduğuna dair benzersiz ipuçları da veriyor.

saz

Saz – The Key Of Trust – Stephan Talneau

Şehirden şehre, dağdan ovaya kültürler ve zaman arasında bir köprü kuran Saz bir yol belgeseli, adı gibi “saz”ın yollarından şarkılar topluyor. Az sayıdaki Batı Avrupalı saz müzisyeninden biri olan Petra Nachtmanova, bu enstrümanın yüzyıllardır nasıl hâlâ birçok kültürün kalbinde yer aldığını öğrenebilmek için Berlin’den yola çıkıyor ve yedi ülke, 10.000 kilometre aşarak Horasan’a gidiyor. Yönetmen Stephan Talneau’nun ilk filminde Nachtmanova, 2.000 yıldır kuşakları bir araya getiren bu çalgının kökenlerini ve gizemini Telli Turnalar, Özgür Fırat, Umut Erdoğan, Saz Ensemble “Sevda”, Tatavla Keyfi gibi müzisyenlerle birlikte keşfediyor.

Performance – Nicolas Roeg, Donald Cammell

Geçen yıl kaybettiğimiz Nicolas Roeg, özellikle kurguyu kullanış biçimiyle modern sinemayı en çok etkileyen yönetmenlerden birisi olmuştu. Roeg’un 1961 yılında görüntü yönetmeni olarak başlayan kariyeri, 1971’de Donald Cammell ile birlikte yönettiği Performance ile farklı bir yöne doğru ilerlemişti. Çekildiği dönemde büyük tartışmalara neden olan ve eleştirmenlerce bir başyapıt olarak kabul edilen bu alışılmadık suç filmi, işlediği cinayet sonrasında saklanacak yer arayan bir gangsterin, eski bir rock yıldızının evine sığınmasını konu alır. Rock yıldızı rolünde Mick Jagger’ı izlediğimiz Performance, çekildiği dönem için devrimsel kurgusuyla sonraki yıllarda sayısız video klipe esin kaynağı olmuştu.

bir zamanlar

Bir Zamanlar Normaldim / I Used To Be Normal: A Boyband Fangirl Story – Jessica Leski

One Direction, Backstreet Boys, Take That ve Beatles, farklı dönemlerde müziğe damga vurmuş olan “boyband”lerden bazıları… Kendini One Direction hayranı olarak tanımlayan yönetmen Jessica Leski, “boyband” fenomenini farklı kuşaklardan hayranların bakış açılarıyla çözmeye çalışıyor. Filmin omurgasını hayranların paylaştığı gazete kupürleri, afişler ve fanteziler oluştururken konser kayıtları, röportajlar ve çığlık atan ergenlerle hem eğlenceli hem parlak bir “fan” dünyasının evrensel çerçevesi çizilmiş oluyor. I Used To Be Normal: A Boyband Fangirl Story, yaşı kaç olursa olsun, hayranlıkları hakkında başkalarının ne düşündüğünü umursamayan fanları anlatıyor.

Leyla Gencer: La Diva Turca – Selçuk Metin

  1. yüzyıl opera dünyasına damgasını vuran, operanın mabedi sayılan La Scala Tiyatrosu’nun primadonnası Leyla Gencer’in izini süren bir belgesel Leyla Gencer: La Diva Turca. Kendisiyle tanışma ve çalışma fırsatı bulmuş sanatçılarla yapılan söyleşilerle zenginleşen belgeselin yapımcılığını, Leyla Gencer Arşivi’ni de bünyesinde bulunduran İKSV, yönetmenliğini ise Selçuk Metin üstleniyor. Belgeselin metni ve senaryosunda gazeteci ve yazar Zeynep Oral’ın imzası bulunuyor.

Bugünün Senfonisi / Symphony Of Now – Johannes Schaff

Elektronik müzik ve sinema dünyasının tanınmış isimleri Berlin’in kentsel görünümlerini, uçucu, anlık ruhunu yakaladılar: Innervisions’dan Frank Wiedemann (Ame), Modeselektor, Alex.Do, Hans-Joachim Roedelius, Gudrun Gut & Thomas Fehlmann ve Samon Kawamura bu benzersiz filme izlerini bıraktılar. Sinemasal bir aşk mektubu, Berlin gecelerinin gizli yüzü… Berlin’e ve çağımıza bir sevgi gösterisi sunmak için bir araya gelen sanatçılar, sessiz dönemin klasik filmlerinden Walter Rottman’ın yönettiği Berlin: Büyük Bir Şehrin Senfonisi’ni baştan kurdular.

NERDESİN AŞKIM?

Festivalin, aşkın ne yaşı ne de cinsiyeti olduğunun altını çizen bölümü, aşkı bulmanın, aramanın bin bir yolu olduğunu anlatan filmleri bir araya getiriyor.

Sarışın / Un Rubio / The Blonde One – Marco Berger

Geçtiğimiz festivallerde Hawaii ve Taekwondo filmleri gösterilen Arjantinli yönetmen Marco Berger, yine cinsel gerilimin havadan hiç eksilmediği, düşük bütçeli, çekici ve bağımsız bir yapımla festivale konuk oluyor. İlk gösterimini şubat ayında Sydney Film Festivali’nde yapan Sarışın, daldan dala atlayan partici Juan’ın ağabeyinin evden taşınmasıyla başlıyor. Acilen bir ev arkadaşı arayışına giren Juan, henüz dul kalan sessiz, yakışıklı iş arkadaşı Gabriel’i (filme adını veren sarışın) evine taşınmaya ikna ediyor. İki ev arkadaşı arasındaki yakınlaşma kısa süre sonra farklı bir yöne doğru evriliyor.

Sarsıntı / Temblores / Tremors – Jayro Bustamente

2018’de Filmekimi’nde Ixcanul filmini izlediğimiz Guatemalalı yönetmen Jayro Bustamante’nin ilk gösterimini Berlin’de Panorama bölümünde yapan ikinci filmi Sarsıntı, bir erkeğe âşık olan evli bir adamın hikâyesini anlatıyor. Film, Pablo’nun ailesinin durumu öğrenmesiyle başlıyor, başta anne- babasıyla eşi ve çocukları olmak üzere çevresinin tepkilerini ve mensubu oldukları kilise cemaatinin işe karışmasını da gözlemliyor. Sarsıntı inançları, ailesi ve aşkı arasında kalan bir bireyin zorlu kendi benliğini bulma sürecini duygusal bir bakışla gözlemliyor.

José – Li Cheng

Çin asıllı Amerikalı yönetmen Li Cheng’in amatör oyuncularla çektiği José, dünyada genç nüfusun ve suç oranının en yüksek olduğu ülkelerden Guatemala’da aşkı bulmanın ne kadar zor ve değerli olduğunu toplumun kıyısında yaşayan iki genç aracılığıyla işliyor. On dokuz yaşındaki José annesiyle beraber kıt kanaat geçinerek yaşamaktadır. Telefonundaki arkadaşlık uygulamalarını kullanarak gizlice, günübirlik ilişkiler yaşayan José bir gün inşaat işçisi yaşıtı Luis ile tanışır ve aralarında fizikselin ötesinde, güçlü bir yakınlaşma doğar. İtalyan yeni gerçekçiliğinden esinlenen José, prömiyerini yaptığı Venedik Film Festivali’nde, Venedik Günleri bölümünde yer alan Orta Amerika yapımı tek film oldu.

elisa marcela

Elisa & Marcela – Isabel Coixet

2018’de The Bookshop / Sahaf filmini festivalde Galalar bölümünde izlediğimiz Katalan yönetmen Isabel Coixet, Şubat ayındaki Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarışan son filminde 1901 yılında iki kadının aşk hikâyesini anlatıyor. Filme adını veren Isabel ile Marcela’nın Arjantin’de yaşlılıklarındaki buluşmalarıyla açılan film, 1925’ten geriye, ikilinin 1898’de İspanya’daki tanışmalarından 1901 yılında yetkilileri aldatarak resmen evlenmelerine giden süreci anlatıyor. Gayet politik olduğu kadar romantizmi de elden bırakmayan Elisa & Marcela, etkileyici siyah-beyaz görüntüleri, cinselliğe stilize yaklaşımı ve boğucu toplumsal baskılara rağmen ayakta duranların cesaretiyle akıllardan çıkmayacak.

Yeşil Gezegenden Kısa Bir Hikâye / Breve historia del planeta verde / Brief Story from the Green Planet – Santiago Loza

Arjantinli yönetmen Santiago Loza’nın Berlin’de Panorama bölümünde prömiyerini yapan son filmi, LGBT kahramanlarıyla sevimli ve hüzünlü bir yol filmi. Yeşil Gezegenden Kısa Bir Hikâye, trans kadın Tania’nın, ölen büyükannesinin yarenlik ettiği bir uzaylıyı ilk bulunduğu yere arkadaşlarıyla birlikte geri götürmelerini anlatıyor. Hayatta dik durabilmeyi öğrenmiş, incinebilir ama güçlü ve (uzaylı dahil) çok özel karakterleriyle Yeşil Gezegenden Kısa Bir Hikâye, eleştirmenler tarafından “bir Todd Haynes filmiyle Spielberg’in Üçüncü Cinsle Yakınlaşmaları filminin buluşması” sözleriyle tanımlanıyor.

Sócrates – Alex Moratto

São Paulo’nun kenar mahallelerinde yaşayan on beş yaşındaki Sócrates’in hayatı, annesinin anlaşılamayan sebeplerden aniden ölmesiyle bir anda alt üst olur. Borçlarını ve kirayı ödemek için bulabildiği her işte çalışmak zorunda olan Sócrates yeni girdiği işinde sorunlu genç Maicon’la tanışır ve ikili, birbirine bağlanır. İlk yönetmenlik denemesinde düşük gelirli çevrelerden gençlerin oluşturduğu amatör bir kadroyla çalışan Alex Moratto, kendisine esin kaynağı olan bu gençlerin hayata tutunmak için verdikleri mücadeleyi içtenlikli bir dille perdeye taşıyor.

Vahşi / Sauvage – Camille Vidal-Naquet

Sevmeye ve sevilmeye susamış genç adam için tanımadığı adamların kollarında geçirilmiş küçücük şefkat anları bile değerlidir. Bu dünya ve içindekilerin değer verdiği şeyler bir hiçtir onun gözünde. Seks işçiliği onun için sadece özgürlüğü ve sevgiyi yakalamak için bir araçtır. Cannes Film Festivali’nin Eleştirmenler Haftası bölümünde dünya prömiyerini yapan ilk uzun metrajlı filmi Vahşi’de, Camille Vidal-Naquet, sokaklarda vücuduyla para kazanan gençlerin dünyasına yargıdan uzak, içeriden ve samimi bir bakışla yaklaşırken, Kalpteki Bıçak ve Kalp Atışı Dakikada 120’den anımsayacağınız Félix Maritaud bu kez başrolde hafızalara kazınacak çarpıcı bir oyunculuk sergiliyor.

ÇİÇEK İSTEMEZ

  1. İstanbul Film Festivali’nin Selpak’ın katkılarıyla izleyiciyle buluşan bölümü Çiçek İstemez, merkezinde kadınlar olan filmleri bir araya getiriyor. Bölüm kapsamında, gerçek hayatta da sinemada da kendi yolunu çizen, kendi ayakları üzerinde duran kadınların hikâyelerinin anlatıldığı 10 film yer alıyor. Macaristan’dan Vietnam’a, Suriye’den Romanya’ya, bu filmlerdeki kadınlar ayakta duruyor, haklarını arıyorlar.
oda hizmetcisi

Oda Hizmetçisi / The Chambermaid – Lila Avilés

Fotoğrafçı Sophie Calle’in bir projesinden esinlenen Meksikalı yönetmen Lila Avilés, ilk uzun metrajlı filmi Oda Hizmetçisi’nde sıradan bir kadının sahici arzularını, umutlarını, çilesini ve öfkesini bizlere son derece minimalist ve duyarlı bir üslupla hissettiriyor. Gabriela Cartol’un canlandırdığı, Mexico City’de son derece lüks bir otelde temizlik görevlisi olarak çalışan Eva üzerinden incelikli bir karakter incelemesine imza atıyor.

Sofia – Meryem Benm’Barek

Meryem Benm’barek, yönettiği ilk uzun metrajlı filmi Sofia’da Fas’ın evlilik dışı ilişkilere hapis cezası öngören 490 sayılı yasasından yola çıkarak ülkenin sınıf farkı, cinsiyet eşitsizliği, ataerkil gelenekler ve tabularla örülü toplumsal yapısına dair derin ve çarpıcı bir analizde bulunuyor. Hamile olduğunu inkâr ederek günlerini sürdüren 20 yaşındaki Sofia bir gece aile yemeğinde davetlilerin önünde sancılanır. Tıp öğrencisi kuzeni Lena’nın açıkgözlülüğü sayesinde kimseye çaktırmadan hastaneye gidip bebeğini doğurur. Ancak aile bir yana, bu kez de devreye bürokrasi ve yasalar girer: Babanın kimliğini açıklamazsa durum yetkililere bildirilecektir.

Nefes / Breathe – Arturo Castro Godoy

Oğlunun sağlığını düşünürken kendi sağlığını hiçe sayan bir anne ve dolambaçlı yolları geçit vermeyen bir metropol… İkinci uzun metrajlı filmi Nefes ile yönetmen Arturo Castro Godoy, kentin öte ucundaki okulunda yaralanan Asperger sendromlu oğluna ulaşmaya çalışan Lucia’yı izliyor. Yürek burkan, telaşlı bir yola çıkan Lucia, Buenos Aires’in parlak, Avrupai görünümünün hemen arkasında, dev süpermarketler, halk otobüsleri, yorucu bir bürokrasi ve protesto yürüyüşleri arasından geçerken çağdaş Arjantin’in alışılmadık bir portresini çiziyor. Çaresiz Lucia rolündeki ödüllü oyuncu Julieta Zylberberg’in nefes kesen performansı özellikle dikkat çekiyor.

bu her seyi degistirir

Bu Her Şeyi Değiştirir / This Changes Everything – Tom Donahue

Son 100 yılda toplumun kadın algısını ve kadınlardan beklentisini şekillendiren en etkili güçlerden biri haline gelen Hollywood, aynı zamanda ABD’nin en büyük ihracat kalemi. Hollywood’dan çıkan her şey bütün dünyaya yayılıyor. Peki, bu hikâyeleri kimler yaratıyor, perdede ve ekrandaki kadın temsilleri nasıl oluşuyor? ABD sinema sanayisinin yürütücü yapımcı Geena Davis, yaşayan efsane Meryl Streep gibi önde gelen kadınlarından bazılarının yer aldığı bu belgesel, eğlence sektörünün en büyük tartışma konularından birini ele alıyor: kadınların eksik ve yanlış temsili. Yüzlerce tanıklığa ve birçok veriye dayanan yönetmen Tom Donahue, özünde kadın düşmanı Hollywood mekanizmasına ışık tutuyor.

En Sevdiğim Kumaş / My Favourite Fabric – Gaya Jiji

Prömiyerini Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümünde yapan ve Suriye iç savaşının başladığı günlerde geçen ilk filmi En Sevdiğim Kumaş’ta, Bunuel’in Gündüz Güzeli’nden esinlenen yönetmen Gaya Jiji, ataerkil bir toplumdaki cinsiyetçi çifte standartlara feminist bir eleştiride bulunuyor. Şam’da bir giyim mağazasında çalışan 25 yaşındaki Nahla yaşadığı sıradan hayatın boğuculuğundan kaçma hayalleri kurmaktadır. Annesi onu görücü usulü evlendirmek isteyince Nahla oralı olmaz. Madam Jiji’nin üst katta açtığı “işletme”, bastırılmış cinselliği benliğinin ötesine geçen Nahla için arzularını keşfedeceği bir sığınak olur.

Kaygan Zemin / The Ground Beneath My Feet – Marie Kreutzer

Marie Kreutzer, Berlin’de Altın Ayı ödülü için yarışan filmi Kaygan Zemin’de beyaz yakalıların hayatını, yaratıcı bir senaryo ile ele alıyor ve dört dörtlük bir psikolojik gerilime imza atıyor. Kaygan Zemin aile, hastalık, zihin ve çalışma hayatına dair çok ilginç gözlemler yapan bir gerilim.

Üçüncü Eş / Nguoi Vo Ba / The Third Wife

Yönetmenliğini Ash Mayfair’in yaptığı, konuşmalar yerine bakışların ve gözalıcı renklerin öne çıktığı Üçüncü Eş, kadınların arzularını bastırırken erkeklere hizmet etmeleri beklenen bir çağda ve mekânda 14 yaşında zengin bir adamla evlendirilen May’in çocukluktan anneliğe geçişini izliyor. 19. yüzyılda, Vietnam taşrasında, varlıklı bir ağanın üçüncü eşi olarak yeni hayatına başlamak üzere tören kayığından iner daha 14 yaşındaki May. Yeni yuvasına hızlıca uyum sağlaması gerekmektedir: diğer eşler ile ilişkiler, çocuklarla oyun ve elbette aile içi rekabet ve dengeler…

alice t

Alice T.

Festivalde en son Alt Kat filmini izlediğimiz, Romen Yeni Dalgası’nın önde gelen temsilcilerinden Radu Muntean yeni filminde evlat edinme, ergen hamileliği, kürtaj, ebeveyn-çocuk ilişkileri, koşulsuz sevgi gibi son derece çetrefilli konulara eğilirken önceki filmlerinden daha stilize, daha renkli bir yapımla kendini yenilemekten çekinmediğini gösteriyor. Küçük bir çocukken evlat edinilen Alice’in sorunlarla örülü hayatına bir de hamile kalmanın ağır gerçekliği eklenir. Kendi bildiğini okuyan Alice için bu olağandışı durum yalnızca yeni bir huysuzluk malzemesiyken başta annesi olmak üzere tüm çevresiyle ilişkisi etkilenecektir.

Bir Gün / Egy Nap / One Day

Bir Gün, Beden ve Ruh filminde yönetmen Ildiko Enyedi’nin yardımcılığını yürüten Zsófia Szilágyi’nin ilk uzun metrajlı filmi. Dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nin Eleştirmenler Haftası bölümünde yapan Bir Gün, sürekli huzursuzluğu, dinmeyen temposu ve keskin bakışıyla ebeveynliğin insanı kendisine yabancılaştıran etkisini perdeye taşıyor. İşi, sürekli ilgi bekleyen üç çocuğu ve eşiyle 30’lu yaşlarındaki Anna’nın evliliği git gide bir mecburiyetler yumağına dönüşmüştür. Ruhunu törpüleyen bu gürültülü ve tüketici rutin, kocasının onu en iyi arkadaşıyla aldattığını öğrenmesiyle kesintiye uğrar.

Onun Adı Petrunia / Gospod Postoi, İmeto I’ E Petrunija / God Exists, Her Name Is Petrunya

Teona Strugar Mitevska, öfkeli olduğu kadar hüzünlü Onun Adı Petrunia ile Makedon toplumundaki dönüşümün etkilerini gözlemliyor ve kadınların dik durmalarının önemini vurguluyor. Filme adını veren Petrunia, Teofanya bayramında suya atılan tahta haçı kapıp çıkararak erkeklerin gazabını üzerine çekiyor.

CINEMANIA

Yapı Kredi’nin desteğiyle izleyici karşısında çıkan Cinemania, sinema aşkından, “sinefil olmaktan”, “sinema tutkusundan” yola çıkıyor; sinema dünyasının en iyileri, yıldızları, yol gösterenleri, köşe taşları, anıtları burada buluşuyor… Bu seçkide başyapıtlar; kayıp, kült veya yeniden gündeme gelmiş klasiklerin restore edilmiş sinema kopyaları; sinema hakkında çekilmiş, sinemacıları veya film sanatını gündeme taşıyan sürprizler yer alıyor.

elveda

Elveda / Goodbye – Tunç Başaran

Sinema Onur Ödülü sahibi Tunç Başaran’ın 1967 tarihli filmi Elveda’da yaşam enerjisiyle dolu Mine’yi olağanüstü bir yetkinlikle Selda Alkor, sevgilisi Kemal’i ise Kartal Tibet canlandırıyor. Sinemamızın en sevilen ikililerinden, sıklıkla güçlü kadın rollerini üstlenen Selda Alkor ile Kartal Tibet, “kaderin başlarına ördüğü ağı bilmeden” çıktıkları yolda pek çok zorlukla karşılaşıyor. Mutlu bir yuva hayaliyle gelinlikçide başlayan aşk, Kemal’in “adaleti sağlamak” adına işlediği bir cinayet, amansız hastalıklar ve türlü engelle sekteye uğruyor. Bu film, bu yıl festivalin Sinema Onur Ödülü’nü alacak Selda Alkor için gösteriliyor.

Konformist / Il Conformista / The Conformist – Bernardo Bertolucci

Yeni kaybettiğimiz Bernardo Bertolucci’nin birçok başyapıtı arasında öne çıkan Konformist, tüm Bertolucci temalarını kusursuzca bir araya getiren, siyasal özünü incelikli bir sinema duygusuyla beyazperdeye aktaran, unutulmaz bir film. Bertolucci Konformist’te savaşın eşiğinde, faşizm altında ezilen İtalya’da genç ve ihtiraslı bir polis memurunun yükselişinin portresini çizer. Muhalif bir profesörün suikastına yardımcı olması için Paris’e yollanan kültürlü Marcello, görevi icabı profesörün güvenini kazanmakla kalmaz, zarif eşiyle de yakınlaşır. Tamamı görsel bir şölenmişçesine kurgulanan Konformist, cinselliğin ve ideolojik aidiyetlerin gizli tutkularla nasıl bağdaştığını, tepeden bakan Marcello üzerinden sorgular.

Gece Bekçisi / Il Portiere di Notte / The Night Porter – Liliana Cavani

Yönetmen Liliana Cavani’yi uluslararası üne kavuşturan en ilginç filmi Gece Bekçisi sürprizlerle ilerleyen cesur konusu, karanlık, gizemli ve yoğun atmosferiyle çokça tartışıldı, çokça eleştirildi. Holokosttan kurtulan Lucia’nın toplama kampından tanıdığı eski Nazi subayı Max ile yıllar sonra karşılaştığında kurduğu ilişki, filmin anlatısının ana çizgisini oluşturuyor. Lucia ile Max’ın alışılmışın çok uzağındaki aşk ilişkisi, iyi ile kötü arasındaki çizginin belirsizleştiği, işkenceci ile mahkûm, suçlu ile kurban arasındaki çizgiyi iyice silikleştiren bir birliktelik türüne dönüşüyor. Işığın atmosferi belirlediği, simgeler ve rollerin sürekli biçim değiştirdiği, sadomazoşizm ve cinsel gerilimle bezeli bu benzersiz film insan doğası, suç, kötülük, şehvet, fiziksel ve ruhsal acı, tutsaklık ve âşık olma hakkındaki tüm fikirleri alt-üst ediyor.

Orson Welles’in Gözleri / The Eyes of Orson Welles – Mark Cousins

Filmin Hikâyesi: Uzun ve Maceralı Bir Yolculuk ile sinemanın dehlizlerine dalan Mark Cousins, yeni filminin konusunu yine sinemadan seçiyor ve efsanevi yönetmen Orson Welles’in hiç bilinmedik bir yönünü keşfe çıkıyor. Cousins, dünya prömiyerini Cannes’da gerçekleştiren filmde Welles’in ressam yönüne eğilerek usta sanatçının karikatürlerden manzara resimlerine kadar uzanan çizimleri üzerinden, dünyayı Welles’in gözlerinden gösteren eğlenceli bir portre çiziyor; Welles tutkunlarına olduğu kadar onun sanatıyla henüz tanışmamış olanlara da yepyeni ve olağan dışı bir bakış açısı sunuyor.

Halıcı Kız / The Carpetmaker Girl – Muhsin Ertuğrul

Sinemamızda bir dönemin tek adamı olan Muhsin Ertuğrul, Türk Sinema tarihinin gösterime giren ilk renkli filmi Halıcı Kız’ın da yönetmenliğini üstlendi. Vedat Nedim Tör’ün aynı isimli yapıtından uyarlanarak, Yapı Kredi ve Doğan Kardeş Yayınları finansmanıyla çekilen Halıcı Kız, başına gelmedik kalmayan güzel köylü kızı Gül’ün hikâyesini Isparta’dan İstanbul’a ve Bursa’ya kadar izliyor. Isparta, Uludağ ve İstanbul Belgrad Korusu’nda, iç mekânlarda bile doğal ışıkla çekilen filmde rol alan oyuncuların çoğu yine Ertuğrul’un kurduğu Küçük Sahne’dendi. Başrolünü Heyecan Başaran’ın oynadığı filmin galası ise 13 Nisan 1953’te Atlas Sineması’nda yapıldı. Yapı Kredi tarafından 2019’da ikinci kez restore edilen dijital kopyasından izleyeceğimiz Halıcı Kız, sinemamızın en önemli isimlerinden Muhsin Ertuğrul’un yönettiği son film olma özelliğini taşıyor.

İş / Il Posto – Ermanno Olmi

Geçtiğimiz yıl hayatını kaybeden büyük İtalyan usta Ermanno Olmi, genç bir adamın iş hayatına ilk atılma deneyimini anlattığı, ikinci uzun metrajı İş ile, sadeliği ve hem derinlikli hem de sevilesi karakterleriyle İtalyan sinemasının başyapıtlarından birine hayat verdi. Filmin ufak, çekingen, zayıf başkahramanı Domenico, son derece bürokratik, dev bir şirkette işe girmek üzere ailesinin köydeki evinden Milano’ya gider. Burada kendi gibi Antonietta’yla yakınlaşır ama işteki yoğunluk yüzünden sürekli ayrı kalırlar. İş, İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin ve Olmi’nin en unutulmaz, komik ve sıcak filmlerinden biri.

Memory / Memory: The Origins of Alien – Alexandre O. Philippe

78/52, Halk George Lucas’a Karşı gibi sinemanın dehlizlerine dalan ilginç belgeselleriyle tanıdığımız Alexandre O. Philippe, bu kez Ridley Scott’ın kült başyapıtının arkasındaki bilinmeyen hikâyeyi gözler önüne seriyor. Filme adını veren Memory, Dan O’Bannon’ın 1971’de yazdığı, 29. sayfasında kesilen senaryonun başlığıydı. Yıllarca şekillenen bu fikir, sonunda Ridley Scott’ın başyapıtı Alien / Yaratık’a dönüştü. Sinemacılık, mitler, kolektif bilinçaltının nasıl birbirinden beslenip bir araya geldiğini inceleyen Memory, O’Bannon’dan ve Giger’dan daha önce hiç görülmemiş özgün notlar, reddedilen tasarımlar, storyboard’lar ve kamera arkası görüntüler içeriyor. Yaratık’a bir daha aynı gözle bakamayacaksınız.

rosemarys baby

Rosemary’nin Bebeği / Rosemary’s Baby – Roman Polanski

Modern korku sinemasının mihenk taşlarından Rosemary’nin Bebeği, 50. yıldönümü şerefine dijital olarak yenilenmiş kopyasıyla festival izleyicileriyle buluşuyor. Ira Levin’in aynı adlı çok satan romanından uyarlanan film, komşularının satanist bir tarikatın üyesi olduğundan şüphelenmeye başlayan Rosemary’nin içine düştüğü kâbusu konu alıyor. Etrafındaki kimseyi ikna edemeyen Rosemary yavaş yavaş kocası Guy’ın da aynı tarikatın etkisine girdiğine inanır. Daha da korkuncu, Rosemary’ye göre bu tarikat, karnındaki bebeğin peşindedir… Roman Polanski’nin en bilindik ve en beğenilen filmlerinden, adıyla bile ürperten Rosemary’nin Bebeği, yönetmenin paranoya ve psikolojik şiddet gibi temaları kusursuz şekilde işlediği, aradan geçen yıllara rağmen asla eskimeyen bir başyapıt.

Sıçan Avcısı / Ratcatcher – Lynne Ramsay

You Were Never Really Here ile 2017’de Cannes’a damgasını vuran ve Kevin Hakkında Konuşmalıyız ile ezber bozan Lynne Ramsay, kariyerinin mihenk taşlarından, ilk uzun metrajlı filmi Sıçan Avcısı ile festivale geliyor. Sıçan Avcısı, özellikle geleneksel İngiliz sosyal gerçekçi sineması öğelerini yeniden ele alışıyla büyük ilgi çekti. 1970’lerde İskoçya’nın Glasgow kentinde geçen film, çocukların dünyasına alışılmadık, karanlık ve sert bir gözle bakıyor ve işçi sınıfından, dardaki ailesi ve döküntüler içindeki çevresini gözlemleyen 12 yaşındaki James’i başrole yerleştiriyor. Bu filmde kendi doğduğu ve büyüdüğü Glasgow’dan esinlenen Lynne Ramsay, 38. İstanbul Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma Jüri Başkanı.

Şafak Bekçileri / Watchmen of Dawn – Halit Refiğ

1960’lar, Yeşilçam sinemasının kendi karakterini oluşturduğu ve bu karakterin ana hatlarının belirginleştiği, kemikleştiği yıllar… Yeşilçam’ın o tarihlerdeki en büyük prodüksiyonu, Göksel Arsoy’un büyük aşkı uçakları sinemaya taşıyan, her aşamasında etkili olduğu, yapımcılığını ve başrolünü üstlendiği, hatta çekimler sırasında ses duvarını aştığı Şafak Bekçileri’dir. Bu filmde, aşk kadar havacılık tutkusu ve jet pilotlarının yaşamı da ön plandadır. Göksel Arsoy ile Ekrem Bora’nın oyunculuklarıyla parladığı, Yeşilçam’da yapılmış bu ilk havacılık filmi izleyici tarafından öyle sevilir ki hasılatı dört yıl aşılamaz. Bu film, bu yıl festivalin Sinema Onur Ödülü’nü alacak Göksel Arsoy için gösteriliyor.

BAŞYAPIT FABRİKASI: KUBRICK

İstanbul Film Festivali, dünya sinemasının en etkili yönetmenlerinden Stanley Kubrick’i, ölümünün 20. yılında özel bir bölümle anıyor. Bu bölümde Kubrick’in tüm uzun metraj filmografisi yer alıyor.

eyes wide shut

Eyes Wide Shut / Gözü Tamamen Kapalı (1999)

O zamanlar birlikte olan Tom Cruise–Nicole Kidman çiftinin başrolleri üstlendiği, ünlü yönetmen Sydney Pollack’ın önemli rollerden birinde karşımıza çıktığı ve Leelee Sobieski’nin önemli bir çıkış gerçekleştirdiği Gözleri Tamamen Kapalı, büyük ustanın on iki yıl aradan sonra sinemaya dönüşünün meyvesiydi. Ancak ne yazık ki, gösterime girdiğini göremedi. Klasik yılbaşı filminin “karanlık ikizi” olarak tarif edilebilecek ve inancın yerini kuşkuya, aydınlanmanın yerini hayatın pusuna, evin sıcak emniyetinin yerini dört bir koldan sarmalayan organize bir karaltıya bıraktığı bu film, insanın içine işleyen buz gibi atmosferiyle Kubrick’in sinemadaki tekinsiz büyük düzenek–küçük insan anlatılarının son perdesini oluşturuyor.

Full Metal Jacket (1987)

Gustav Hasford’un romanından uyarlanan bu savaş filmi, askere alınan gençlerin önce bireylik ve kişilik öğütücü eğitimini, sonra da gönderildikleri Vietnam’da yaşadıklarını anlatıyor. Neredeyse istisnasız her Kubrick filminde olduğu üzere bizi karşılayan birinci sınıf oyunculuk performansları arasında özellikle de Vincent D’Onofrio ve R. Lee Ermey artık türün klasikleri arasına girmiş karakterlerinde müthiş iş çıkarıyorlar. Çoğu savaş karşıtı film öldürme eylemine odaklanır; Kubrick’in son savaş filmiyse söz konusu eylemi emir üzerine gerçekleştirebilecek kıvama getirilmenin doğasındaki insan dışılığı ele almasıyla ayrışan, sersemletici bir yolculuk.

shining

The Shining / Cinnet (1980)

Bir erkeğin yazar tıkanıklığının aile boyu dehşete dönüşmesinin hikâyesi, uyarlandığı romanın yazarı Stephen King tarafından sevilmese de korku sinemasının en büyük klasikleri arasında. Alkol sorununu geride bırakmaya çalışan Jack Torrence’ın kışı geçirmek ve romanını yazmak için ailesiyle ıssız ve son derece fotojenik Overlook Oteli’ne yerleşmesiyle başlayan kâbus, yazarın bir türlü kâğıda dökülemeyen bilinçaltının mı yoksa hakikaten kötücül bir mekânın mı eseri olduğunu uzun süre bilmediğimiz, birbirinden ürkütücü sahnelere gebe. Kubrick o sıralar yeni icat edilen Steadicam’i gönlünce kullanabilmek üzere tasarlattığı iç mekânlarda insanın iliklerine işleyen bir ürperticilik yakalıyor, üstelik Jack Nicholson’dan da unutulmaz çılgınlıkta bir başrol performansı alıyor.

Barry Lyndon (1975)

Kubrick Napoleon projesi gerçekleşmeyince Thackeray’in 1844 tarihli The Luck of Barry Lyndon romanını uyarlamaya karar verdi. Hikâyeye adını veren kahramanın İrlanda taşrasından ana kıtadaki Yedi Yıl Savaşı’nda askerliğe, oradan gezgin kumarbazlığa, oradan da dul bir kontesin kocası makamına sürüklendiği bu sınıf atlama macerası, mizahi bir dile sahip klasik pikaresk romana keskin bir tezat oluşturan o mesafeli, soğuk ve telaşsız Kubrick üslubuyla yoğrulup bambaşka bir havaya bürünüyor. Tam da bu yüzden gösterime girdiğinde filmin kendisine de biraz “mesafeli” yaklaşılmıştı ama bugün artık Barry Lyndon mum ışığını perdeye taşıyan o tablo güzelliğindeki planlarıyla ustanın en büyük yapıtlarından sayılıyor.

A Clockwork Orange / Otomatik Portakal (1971)

Kubrick’in bu ikinci bilimkurgusu hem 2001’e oranla küçük bir yapım hem de insanın kozmosla değil kendiyle ilişkisini ele alan, fizik değil sosyal bilimler tabanlı bir hikâye anlatıyor. Anthony Burgess’ın romanından uyarlanan film, çetelerin keyfince sağa sola saldırdıktan sonra envai çeşit uyuşturucuyla desteklenmiş sütle yorgunluk attığı anarşik bir gelecekte geçiyor. Şiddete yönelik büyük bir iştaha sahip ve pişmanlık duygusundan nasibini almamış görünen Alex rolünde Malcolm McDowell’ın müthiş performansı aynı zamanda devletin insanları yeniden programlama için kullandığı kan dondurucu şartlandırma yöntemiyle ve beyaz yüzeylerin içinde patlayan canlı renklerle bezeli pop art ağırlıklı tasarımıyla da unutulmaz.

2001: A Space Odyssey / 2001: Uzay Macerası (1968)

Adım attığı türlerde yeni pencereler açmayı tekrar tekrar başarmış olan Kubrick, 2001 için dönemin en prestijli “bilimsel bilimkurgu” yazarlarından Arthur C. Clarke ile çalışarak daha önce yapılmamış tarzda bir bilimkurgu abidesi ortaya çıkardı: 2001 bilimin, teknolojinin insan için anlamı, insanın ürettikleriyle (mesela HAL karakterinde, bilgisayarlar) ilişkisi üzerine devasa bir senfoni. İnsanın ta teknoloji öncesi atalarından başlayarak, gizemli bir kara taşın tetiklemeleriyle dönüm noktasından dönüm noktasına sürüklenişini, yani bir anlamda evrendeki yolculuğunu anlatan film, Kubrick’in edebiyattan ziyade müziğe benzemesi gerektiğini söylediği sinemanın sunup sunabileceği en pür, zarif, görkemli ve kafa kurcalayıcı görsel-işitsel deneyimlerinden birini oluşturuyor.

dr strangelove

Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb / Dr. Garipaşk (1964)

Kubrick’in ne kadar stilize olsa da nispeten “natürel” bir tuvalden ufak ufak düşlerin, masalların, hatta deliliğin o tuhaf diyarına geçiş noktasını oluşturan Soğuk Savaş dönemi kara komedisi… Paranoyak bir ABD Hava Kuvvetleri generalinin Sovyetler Birliği’ne nükleer saldırı niyetiyle start alan bu amansız politik hiciv, senaryosundan oyuncu performanslarına kadar nüfuz eden absürtlük ve çılgınlık hissini, siyah- beyaz sinemasal dünyasının kalbini oluşturan aşırı gerçekçi dekorlarla dengeliyor. Peter George’un Red Alert romanının epey serbest bir uyarlaması olan bu “kâbus komedisi”nde (yönetmenin kendi tanımı) Kubrick rejisörlük ve senaristliğinin yanı sıra, sözde belgesel sahnelerde bir kez daha kamerayı eline alıyor.

Lolita (1962)

Vladimir Nabokov’un kendi romanından uyarladığı senaryoyla çalışan Kubrick için İngiltere’de çektiği bu film önemli bir yön değişikliği. Spartacus’ün ardından hem daha küçük, daha kontrol edilebilir bir yapım hem de Hollywood işi epik sinemanın antitezi denebilecek türden keskin bir kara komedi. Orta yaşlı üniversite hocasının ergenlik çağının başlarındaki kıza duyduğu yıkıcı ve saplantılı tutkunun hikâyesinde yönetmen, bugün “Kubrick” deyince aklımıza gelen o telaşsız uzun planların sürüklediği görsel anlatımını ustalıkla uygulamaya koyuyor. Oyuncu yönetimindeyse kontrol düşkünlüğüyle nam salmış biri olarak doğaçlamadan epey faydalanıyor; özellikle de Peter Sellers söz konusu olduğunda.

Spartacus (1960)

M.Ö. 70’li yıllarda Roma İmparatorluğu’nda büyük bir köle ayaklanması başlatan efsanevi Spartaküs’ün öyküsünü anlatan bu film, aslında Kubrick’in kendi projesi değildi. Rejisör koltuğuna yapım başladıktan bir süre sonra, yapımcı Kirk Douglas tarafından Anthony Mann’ın yerine oturtulan Kubrick, Howard Fast’in aynı adlı romanının uyarlamasında, alışık olduğundan epey farklı sularda gezindi: O dönem yükselişte olan “kılıç ve sandalet” filmleri türüne yabancıydı. Sonuç pek de “Kubrickvari” değil belki ama muazzam figüran sayısına sahip dış mekân çekimlerinden dekorlarına, parlak isimlerle dolu oyuncu kadrosuna, türün gerektirdiği gibi dramatik bazı unutulmaz sahnelerine (“Spartaküs benim!”), görkemli bir epik sinema örneği.

Paths of Glory / Zafer Yolları (1957)

Birinci Dünya Savaşı’nda verilen beyhude hücum emrine uymayan Fransız askerlerin yargılanışını anlatan Zafer Yolları, savaşın sinemasal açıdan “aksiyon” temelli, kinetik enerjiyle ve adrenalinle dolu yanından ziyade askerlik sisteminin mantığı ve hukukuna, kişisel çıkarla ve adaletle ilişkisine bakıyor. Başta nispeten genç bir Kirk Douglas olmak üzere, tüm oyuncu kadrosunda birinci sınıf performanslarıyla donanmış olan film, güçlü dramının yanı sıra etkileyici siyah/beyaz sinematografisi ve Kubrick’in zaman zaman yine elde kameraya başvurduğu muharebe alanı sahneleriyle de akıllarda yer ediyor. Özellikle siper içinde 2 dakikayı aşkın kesintisiz bir gezinti sunan, artık klasikleşmiş tek plana dikkat!

The Killing / Son Darbe (1956)

Kubrick’in “klasikleri”nden bahsederken genellikle başlama noktası olarak anılan Son Darbe, yönetmenin kara film türüne ikinci adımı. Ancak bu defa elinin altında “Hollywood bütçesi” var. Suç öykülerinin ünlü yazarlarından Jim Thompson ile birlikte Lionel White’ın Clean Break romanından uyarladıkları senaryo, hapisten yeni çıkmış bir adamın topladığı ekibin “son bir vurgun” girişimini anlatıyor. Kubrick burada sadece türün kaygı ve potansiyel trajediyle örülü siyah-beyaz görsel dünyasını ustaca kurmakla kalmıyor (görüntü yönetimi bu defa Lucien Ballard’da), bir ileri bir geri sıçrayan öykü kurgusu da son derece etkili. Oyuncu kadrosuysa Sterling Hayden başta olmak üzere türün tanıdık simalarıyla dolu.

Killer’s Kiss / Katilin Busesi (1955)

Bu kara film bir taraftan karşı penceredeki kadından onun başına bela olan tehlikeli patrona, yardım edeyim derken başını belaya sokan kahramana ve boks maçlarına kadar janrın birçok geleneksel kalıbını içeriyor… Diğer taraftan ise, tamamen Kubrick işi görsel dokunuşları ve sarıp sarmalayan karanlık, gerilim dolu atmosferiyle türün birçok yetkin örneği gibi kente dair stilize bir gözlem ve yorum olarak da işliyor. Kamerayı kendi kullanan Kubrick, özellikle otomobilden yaptığı şehir içi çekimleri ve bizi ringin içine götüren bol geniş açı yakın planlı boks maçıyla zihne imge imge işleyen bir sinemasal yolculuk koyuyor ortaya. Senaryo ise yine Kubrick’in lise arkadaşı Howard Sackler’a ait.

Fear and Desire (1953)

Stanley Kubrick 24 yaşında çektiği bu ilk uzun metrajını “amatör işi bir sinema egzersizi” olarak gördüğü için sonraları dağıtımını ve gösterimlerini bizzat önlemeye çalışmıştı. Öte yandan isimsiz iki ülke arasındaki savaşta düşman hattına düşen askerlerin hikâyesini anlatan bu sıra dışı savaş filmi, tüm bocalamaları içinde geleceğin parlak sinema yolculuğunu müjdeleyen bazı görsel kıvılcımlar da içermiyor değil. The Great White Hope’un müstakbel yazarı Howard Sackler’ın kaleminden çıkan ve geleceğin önemli yönetmenlerinden Paul Mazursky’ye oyuncu kadrosunda yer veren film, “Kubrick’in Kubrick olmadan önceki hali”ni sunmasıyla toplu gösterimin en büyük sürprizi.