5 uğursuz seyirlik
Yazı: Meltem Demiraran
Dolunay hâlâ gökyüzünde gizemli bir gülümsemeyle parlıyor. Havada hafif bir serinlik, uçuşan yaprakların hışırtısı âdeta fısıltılar gibi kulağımıza doluyor. Yaşayanlar ve ölülerin diyarı arasındaki çizgi silikleşiyor. Gölgeler canlanıyor. Ruhların kahkahaları havayı dolduruyor…
Işıkları söndürüp battaniyenin altında yerinizi aldıysanız, size tadı damaklarda kalacak uğursuz seyirlik önerilerimiz var.
Zaman yolculuğu tutkunlarına: Totally Killer (2023)
Nahnatchka Khan’ın klasik slasher formülüne yeni bir bakış açısı getirdiği Totally Killer Amazon Prime’da izlenebilir. Zaman yolculuğu bilim kurgusu ve klasik Cadılar Bayramı korkularını küstah ve zekâ dolu bir biçimde püre formuna sokan film Gen Z’ye çığlık attırmaya ant içmiş sanki. Ancak “Ben Gen Z değilim ki!” deyip de küsmeyin. Back to the Future’da 80’lerden zamanda geriye yaptığımız yolculuk aklınızdan çıkmıyordur şüphesiz. Hah, işte şimdi de günümüzden 80’lere yolculuk ediyoruz. Hâliyle 80’lere dair pek çok detay ve dönemin müzikleri ile keyifli bir ses deneyimi sunan Totally Killer tatlı bir nostalji yapma şansı veriyor. Zamana ve boyutlara yayılan bu maceranın ortasındaki Jamie Hughes karakterini canlandıran, The Chilling Adventures of Sabrina’dan tanıdığımız Kiernan Shipka ise filmin hızlı diyaloglarını zahmetsizce kotarıyor diyebiliriz. Aynı zamanda Modern Family ile yanaklarımızı yıllarca ağrıtmış Julie Bowen’ı Jamie’nin aşırı korumacı annesi Pam olarak görmek de bir başka bonus. Her ne kadar filmin slasher sahneleri klasiklerin ustalığıyla yarışamasa da türün ayırt edici özelliği hâline gelmiş “final girl” arketipini izlemenin keyfine vardığımız kesin.
Sürreel bir kâbusa dalmak isteyenlere: Wolfhouse (2018)
Ani hoplatmalardan ve öngörülebilir korkulardan ziyade rüyalarınıza girecek bir seyir arıyorsanız, La casa lobo / Wolfhouse / Kurt İni tam sizlik. Joaquín Cociña ve Cristóbal León’un elinden çıkan film; kartonpiyer, düz ahşap duvarlar gibi çeşitli ortamları ve karakterler ile nesnelerin üç boyutlu dönüşümlerini birleştiren benzersiz bir teknik kullanıyor. Gelmiş geçmiş en iyi Alice in Wonderland uyarlamalarından biri olan Jan Švankmajer’ın Alice’inden bu yana karşımıza çıkan en masalsı ve en korkutucu stop-motion belki de Wolfhouse. İnsan ruhunun karanlık köşelerine uzanan sürreel bir kâbus. Şili’deki korkunç bir Nazi kolonisinden kaçan Maria’nın hikâyesini ele alıyor. Maria, ormanın ortasındaki gizemli bir evde iki domuzu “çocuklarına” dönüştürdüğünde, gerçeklik ile travmatize olmuş ruhu arasındaki çizgi silikleşiyor. İzlerken rahatsız ediciliğinin sizi pek de etkilemediğini sansanız da başınızı yastığa koyduğunuzda sonsuz dönüşüm ve kurtlarla dolu kâbusların sizi bekliyor olacağından şüpheniz olmasın.
Ürpertici masallardan vazgeçemeyenlere: Over the Garden Wall (2014)
Cadılar Bayramı; balkabakları, masallar ve ürkütücü bir merak duygusuyla bütünleşmiş bir gün olarak tasvir edilir hep. Over the Garden Wall ise gizemli anlatısı ve sonbaharın büyüsünün mükemmel bir karışımını bize sunan 100 dakikalık karanlık ve yürek burkan bir masal. Bir mezarlıktan aşağı yuvarlanınca kendilerini esrarengiz bir ormanda kaybolmuş bulan Wirt ve Greg adında iki kardeşin hikâyesini izliyoruz. Asma dallı balkabağı başlı devlerden, parlak gözlü kara köpeklere, konuşan kuşlara ve atlara kadar pek çok fantastik karakterle karşılaşıyoruz. Bu mini çizgi dizi, uzandığı Emmy ödülünün hakkını veren nostaljik bir estetikle sarmalanmış durumda. Nathaniel Hawthorne’un ürkütücü öyküleri, 19. yüzyıl manzaraları ve Gustave Doré’nin illüstrasyonlarından ilham alan korku dolu bir atmosfer yaratıyor. Seslendirme kadrosunda ise Elijah Wood, Melanie Lynskey, Christopher Lloyd, John Cleese ve Tim Curry gibi yıldızlar var. Bütün bunların yanı sıra Apalaş folklorünü ve Tom Waits’in parçalarını anımsatan unsurların bir karışımı olan müzikleri de bir harika. İzledikten sonra kendinizi “Potatoes and Molasses”ı mırıldanırken bulursanız, aramıza hoşgeldiniz! Hatta kırmızı bir kukuleta ve lacivert bir pelerinle bazı etkinliklere katılmayı düşünüyorsanız bana ulaşabilirsiniz. Çünkü ben şöyle güzel bir demlik ve iyi vıraklayan bir kurbağanın peşindeyim.
Paranormal bir teftiş iyi gider diyenlere: The Enfield Poltergeist (2023)
Bu dört bölümlük belgesel serisi, tarihin tüyler ürpertici bir bölümüne yapılan bir yolculuk. Korkunç bir atmosferi ve titiz canlandırmaları ile nefes kesici paranormal bir teftişi izliyoruz. 70’lerin sonlarında Kuzey Londra’daki mütevazı bir evde geçen bu dizi, The Conjuring 2’ya ilham olmuş korkutucu gerçek hikâyeyi yeniden ele alıyor. Bekâr anne Peggy ile kızları Janet ve Margaret tarafından yönetilen Hodgson ailesi, korkunç bir paranormal medya fırtınasının merkezinde. Seri, alışılmadık bir anlatım yaklaşımına sahip aslında. İzleyicilerin, paranormal araştırmacı Maurice Grosse’nin kapsamlı ses kayıtları aracılığıyla olayları yeniden yaşamalarına olanak tanıyor. Aktörlerin bu kayıtlarla yaptığı dudak senkronizasyonu ve Hodgsonların evinin bir kopyasındaki sahnelerin titizlikle yeniden yaratılması ise epey etkileyici. 70’lerin ortamı ve sıradan rutinler, baskıcı atmosfere katkıda bulunarak, her şeyin olabileceği bir zaman ve mekânda sıkışıp kalmış gibi hissetmemizi sağlıyor kesinlikle. İster gizemli bir şekilde hareket eden nesneler, ister gecedeki tuhaf sesler veya Janet’in Bill olarak bilinen bir varlık tarafından rahatsız edici şekilde ele geçirilmesi ile olsun, seri bizi paranormal olayların içine çekiveriyor. Anlatının öncelikle doğaüstü olaylar etrafında dönerken, dini şeytan çıkarma ayinleri ve kötü niyetli din insanları gibi korku türünün aşırı kullanılan temalarından kaçınıyor olması da yerinde. Dolayısıyla, meşhur bir hayalet hikâyesine yeni bir bakış açısı getirecek bir seyir arıyorsanız, The Enfield Poltergeist’e yönelebilirsiniz.
Klasikten şaşmayanlara: Trick ‘r Treat (2007)
Kimileri için Cadılar Bayramı pek gülünecek bir konu değil. Kuralları göz ardı edenler korkunç bir bedel ödeyebilir. Michael Dougherty’nin Trick ‘r Treat’i de “Şeker mi Şaka mı?” meselesinin ardındaki gücü hafife almamızı öğütleyen bir Cadılar Bayramı klasiği. Warren Valley, Ohio’da geçen bu film, tek bir Cadılar Bayramı gecesinde yaşanan ve ilk bakışta bağlantısız gibi görünen beş paralel hikâyeyi ustaca örüyor. Her şeyden habersiz bir çift, balkabağı fenerlerinin koruyucu gücünü göz ardı etme gafletinde bulunurken; oğluyla balkabağı oyma etkinliğine katılan bir ortaokul müdürü, olaylı bir tatil gündemiyle uğraşıyor. Kendi hâlindeki bir kızcağıza yapılan haylaz bir şaka giderek uğursuzlaşıyor, genç bir kadına kasabanın şenliklerinde romantik bir akşam geçirmesi için baskı yapılıyor ve huysuz yaşlı bir adam, küçük bir şaka nedeniyle kendini tüyler ürpertici bir karşılaşmanın içinde buluyor. Aslında epey dikkat gerektiren bir film Trick ‘r Treat. Kritik ayrıntıları kaçırmamak önemli. Ancak bu filmi farklı kılan şey, devam filmi fikrini tamamen isteğe bağlı hâle getiren tatmin edici sonu. Film boyunca zombilerden hayaletlere, kurt adamlardan okul bahçesindeki zorbalara kadar çok sayıda efsane ve canavarla karşılaşıyoruz. Anlatı boyunca, elinde lolipoptan bir bıçak tutan gizemli çuval çocuk Sam, Warren Valley’de bize rehberlik eden her yerde hazır ve nazır bir güç. Yaşayanlarla ölülerin diyarının birbirine karıştığı bu gecede, Cadılar Bayramı’nın kutsal kurallarına uyulmasını sağlıyor. Bu da gece yarısından evvel balkabağı fenerlerini söndürmeden iki kez düşünmeye sebep…