Açıkta saklı: Dan Witz

New York’taki Jonathan Levine Gallery’de nisanda açacağı kişisel sergisi öncesi, sokak sanatında 35 yıllık emek ve deneyimi, terleyen punk/hardcore izleyicisini konu eden gerçekçi tablolarla aynı kariyerde buluşturan ustayla muhabbet ettik.

Röp: Leyla Aksu

Dan Witz yıllardır hem sanat galerilerini, hem de New York sokaklarını gürültülü olduğu kadar da incelikli işleriyle süslüyor. İsmi bir şekilde yıllar boyu “ünlü” sokak sanatçılarından daha saklı kalmış gibi olsa da, 70’li yılların sonlarından beri duvarlara iz bırakan, herkesin hayranlık duyduğu bir üstat. Sanat okulunda moda dışı kalmış gerçekçiliğe odaklanan Witz, punk’ın değerlerini benimsemiş ve uzun zamandır kamu alanlarını sahiplenen, insanları beklenmedik anlarda yakalayan çalışmalara imza atıyor. 1970’lerde New York sokaklarını sinekkuşlarıyla süsleyen, Amnesty International ve PETA gibi kuruluşlarla kampanyalar hazırlayan ve bugünlerde de galeri duvarlarını itişen terli hardcore seyircisinin baş döndürücü tablolarıyla döşeyen Witz, sanatın iki zıt noktasını bir araya getiriyor. Dan Witz bize kariyerinden, gerçekçiliğe olan tutkunluğundan ve sokak sanatının gelişimiyle sosyal değişimdeki rolünden bahsetti.

Bize sanatla ilgilenmeye nasıl başladığını biraz anlatabilir misiniz? Sanat okulu nasıldı ve seni gerçekçiliğe çeken neydi?

Eğer büyürken bana sanatçı olmayı istettiren işaret edebileceğim bir şey varsa, o da Robert Crumb ve yeraltı çizgi romanlarıdır. Bu adamlardan ve yarım yamalak bir sanat tarihi anlayışından, en iyi sanatın insanı cepheleştirdiği ve karşı kültürel olduğu düşüncesini, sanatın bir meslek değil de bir yaşam biçimi, ulvi bir görev olduğunu kaptım. O zamanlardaki büyük klişe, çoğu sanatçının trajik şekilde yanlış anlaşılmış, açlıktan ölmüş ve tavan aralarında yaşamakta olduklarıydı (ki o dönemde size bu tavan aralarının neye benzediğini bile söyleyemezdim herhalde). O yüzden doğuya sanat okuluna gittiğim zaman nasıl hayatta kalacağım ve kendimi geçindireceğim konusunda biraz kaygı vardı. Ama bu 1970’lerin sonundaydı: New York şehri iflas etmişti ve görünürde de nihai bir serbest düşüşteydi. Şehir merkezinde kiralar düşüktü, yokluk kaideydi ve yarı zamanlı işler de minimal hayat tarzımı sürdürmeye yetiyordu. Böyle bir dünyada da geleceğin olmayacağını beyan eden savaş çağrısıyla punk rock makul bir hayat tarzı seçeneğine benziyordu.

O dönemde pek gerçekçi resim yoktu ortalıkta. Temsili resim ana akım dergiler tarafından tamamıyla göz ardı ediliyordu ve akranım olan öğrencilerin çoğu tarafından hor görülüyordu. Geleneksel olarak çoğu sanatçının akademik eğitimlerini daha güncel ifade biçimleri için bir başlangıç noktası olarak kullandıklarını anlamıştım (Duchamp veya Picasso’yu düşünün) ve eğer bir New York sanatçısı olarak geçerli bir kariyer istiyorsam benim de bu yolda ilerlemem gerektiğini anladım. Ama yine de inatla gerçekçiliği bırakmadım. Bence punk sahnesinde başkaldırının seksi olduğunu gördüm. İçimde tomurcuklanmakta olan muhalif de, daha erişebilir, daha eşitlikçi bir sanat biçiminin statükoyu irrite etmek ve alt etmek için daha iyi bir yolun ve daha faydalı bir sanatsal kimliğin (veya kariyer planının) mümkün olabileceğini sezmişti.

Akım, müzik veya stil olsun, punk’ın en çok özdeşleştiğin tarafı nedir? Gençliğinde ilgini çeken neydi ve punk artık senin için ne ifade ediyor?

Punk rock’ın ne olduğunu bilmeden çok önce, hep kendi yollarını çizen ve başkalarının haklarında ne düşündüğünü önemsemeyen sanatçılar ve müzisyenlere kapılırdım. O yüzden çocukluğumun büyük bir kısmında sanat kahramanlarım üzgün, kendilerine zarar veren tiplerdi; başarılı olması beklenmeyenler, ayyaşlar, tiryakiler. Çoğu birkaç yıl yanıp tutuşup sonra dramatik bir şekilde sönerdi. Ergen düşünce şeklim de böyle işlerdi: Dünya bok gibi bir yer (gelecek yok), ıstırap da bu durum karşısında verilebilecek tek dürüst tepki. Yani, “özgün” sanatçılar ışıl ışıl yanar, sonra da söner. Doğası gereği bir sanatçı için uzun ve sağlıklı bir yaşam taviz ve ihanet gerektirir

Yani tam punk doruğuna ulaşırken, 1978’in kirli ve tehlikeli New York’una taşınmak için ne kadar hazır olduğumu görüyorsunuz. The Clash, The Ramones ve Devo’ya, break dans yapan çocuklara, grafitili trenlere, St. Marks punk’larına o kadar yakın olmak… Kıyaslayınca sanat okulu nefsine düşkün ve dünyadan habersiz gibiydi.

Galerilerdeki işlerin çoğunun da büyük bir hayal kırıklığı olduğu ortaya çıktı. Benim izlenimim, bu dünyanın kapalı, etrafı çevrili bir topluluk, yaşlı beyaz adamlar için, öncelikli olarak (benim gibi) ayak takımını dışarıda tutmak üzere tasarlanmış bir rezerv olduğuydu. Çevremde gördüğüm kadarıyla, o dünyada bir kariyer başlatabilmek için işlerin ne kadar iyi veya orijinal olduğu pek de önemli değil gibiydi. En önemlisi yaranman, göze girmen, doğru insanlarla tanışman ve onları etkilemendi. Benim için sanatta ve dünyada yanlış olan buydu ve kesinlikle benim parlamaktan kastım bu değildi.

Kendini hardcore konserlerinde hoş karşılanan, kabul gören bir yabancı olarak gördüğünden bahsetmiştin. Seni “mosh pit”leri resmetmeye iten neydi ve bu denli yoğun hareketleri yakalayıp nasıl resimlere aktarıyorsun?

Temalarımın çoğu, New York’ta şehrin içinde yaşarken, gruplarda çalarken yaşadığım erken deneyimlerden geliyor. Bu grup figür tabloları kesinlikle oradan ve hayat boyu barok formlarına duyulmuş bir ilgiden, şekillerden ve renklerden oluşmuş düz bir kompozisyonun, fizikselliği ve varoluşu böylesine anımsatabilmesinin hayret vericiliğinden geliyor. Aynı zamanda, sözde geleneksel bir ressam olarak atalarımı ve janrların hiyerarşisini takdir etme zorunluluğu hissediyorum. Natürmort, peyzaj, portre ve en üstü, en nihaisi, çoklu figürlü tarih eserleri. Bunların hepsinden çalıştım, ama en büyük mükâfatı “mosh pit” ve “rave” kompozisyonlarında buluyorum.

Resimlerinde hem yağlı boya hem de dijital ortamları kullanıyorsun. Çalışma sürecin nasıl? Kompozisyonlarını hazırlarken aradığın nedir?

Her zaman kendi fotoğraflarımdan çalışıyorum, fotoğrafçılığı da çok ciddiye alıyorum. Konser parçaları için çelik burunlu botlarımı giyiyorum ve kamerayı mosh pit’in merkezine olabildiğince yaklaştırmaya çalışıyorum. Sokak sanatımın çoğu da genellikle Photoshop’ta dijital olarak işlediğim stüdyo fotoğraflarımdan oluşuyor. Parçalarıma dayanak olmadan önce fotoğraflarımın hepsini dijital ortamda yoğun bir çalışmayla yeniden düzenleniyorum. Zaman içinde Photoshop’a giderek daha çok daldım ve artık benim için boya veya fırçalar kadar önemli bir araç.

Sürecimin fotoğraf hazırlama kısmı çok hoşuma gidiyor. “Avcı-toplayıcı” süreci gibi. Gerçekten, zorlu bir çekimden sonra elektriğe bağlanıp kamera tarafından nelerin yakalandığını görmek gibisi yok. Saçma derecede karışık ve bunaltıcı olan kompozisyon kurma sürecini de iple çekiyorum. Bunları bir araya getirmek aylar sürebiliyor. Dijital dosyayı hazırladıktan sonra da monokrom olarak tuvale bastırıyorum, o zaman da zorlu ve zahmetli boyama işi başlıyor. Doğruyu söylemek gerekirse, bu da inanılmaz zor ve asla rutinleşmeyen tok bir başarı.

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. no:46’ya ulaşabilirsiniz.