İçeriden dışarıya: Onur Saylak

Onur Saylak’la, Rüzgârın Hatıraları, oyunculuğa bakışı, ilk yönetmenlik denemesi ve gelecek projeleri üzerine muhabbet ettik.

Röp: Zeynep Ocak, Foto: Ayşegül Karacan

52. Uluslararası Antalya Film Festivali’nin hem ulusal hem uluslararası yarışmasındaydı Rüzgârın Hatıraları. Film sonrası üzerime oturan tonlarca vicdani ağırlıkla baş etmek dışında, filmin anlatım gücüne ve Onur Saylak’ın tertemiz, sade ve aynı oranda güçlü oyunculuğuna da hayran oldum. Türkiye’nin yakın geçmişinde büyük acılara sebep olarak yaşanan fakat 2016 yılında bile, çözülememiş bir halde, koskoca bir fil şeklinde ülke salonunun göbeğinde oturan bu mesele filmi hakkında, oyunculuğa bakışı, ilk yönetmenlik denemesi ve gelecek projeleri üzerine Onur Saylak’la konuştuk, buyursunlar…

YARALI KAYIP RUHLAR, BAŞROLDE DOĞA, MESELELERİN ÖCÜLEŞMEMESİ ve AÇILAN BULUTLAR

Rüzgârın Hatıraları ile Özcan Alper’le ikinci filminizi yapmış oldunuz. Yeniden nasıl ve neden bir araya geldiniz sorusuyla başlamış olalım.

Nedeni şu. Sonuçta biz çok güzel bir ilk film deneyimi yaşadık. İlk olduğu için de o bizim bebeğimiz, ilk göz ağrımız. Çok da keyifli geçti. Daha sonra hayat, evlendik, çoluğumuz çocuğumuz oldu ikimizin de… Özcan üç-dört yıldır da bu proje üzerine çalışıyordu ve hatta ilk başlarda da konuştuk ve Özcan’a şunu söyledim: “Ben oynamak zorunda değilim, ne olur özgür hisset ve ne olur doğru kişiyi bul.” Bunu açık açık söyledim ve son üç aya kadar bile benim oynayacağım belli değildi. Ve fakat sonra Özcan bir gün beni aradı ve dedi ki, “Bir gel konuşalım.” Gittim ve rolü teklif etti, ben de rolü okuduktan sonra çok da iyi yazıldığı için kabul ettim. Aslında bu kadar basit denklem yani.

Hem Sonbahar’da hem de Rüzgârın Hatıraları’nda tematik benzerlikler var. Özcan Alper her iki filminde de geçmişinde travma yaşayan karakterlerine açık alanda nefes aldırmaya çalışıyor. Karakterlerin işin sonunda buldukları bir çözüm yok belki ama sanki tebdil-i mekânda ferahlık varmışçasına doğanın içine salıyor iki karakteri de. Ve ikisinin de çözülmesi, patlama anı doğanın içinde. İkisi de Türkiye tarihinin önemli meselelerini, travmalarını konu eden filmler. Tüm bunlar hakkında sen ne düşünüyorsun?

Ben şöyle düşünüyorum; aslında Özcan hem Sonbahar’da hem Rüzgârın Hatıraları’nda, ülke tarihindeki travmaları birebir yaşamış olan karakterlerin, travmaların sonucunda geldikleri noktaları bize aktarmaya çalışıyor. Çünkü meseleyi bütünlüklü olarak bir sinema filminde anlatmak imkânsız. Böyle bir çabaya girmek de gereksiz. O yüzden de genelde birey üzerinden anlatmaya çalışıyor ve iki karakteri de yaralı ve kayıp ruhlar diyebiliriz. Burada tabii yönetmenin o bölge insanı olmasının da etkisi vardır. Karadenizli bir yönetmen ve o coğrafyayı, oradaki insanları çok iyi tanıdığı için de yazarken oralardan besleniyor doğal olarak. Benim hep söylediğim bir şey de vardı, doğa da bir başrol. Onun dönüşümüyle birlikte karakterin dönüşümünü paralel izlediğimiz için bir başrol. Burada ise (Rüzgârın Hatıraları) doğanın içine sıkışmış bir karakter var. Burada doğa başrol değil aslında. Daha da eskiye, insanın genetik, antik yapısına gidersek  de, varoluş doğanın içinden çıkıyor ve Aram’ın da hapsolma yeri dağların ücra yerinde, ormandaki küçük kulübe. Bu tip özdeşleşmeleri kurarak ilerliyor. O yüzden tabii ben de Sonbahar’daki deneyimimle de karaktere buralardan baktım. Hatta çalışırken şöyle şeyler vardı, herkes Özcan’a soruyordu, buraları nereden buldun diye. Oralar Özcan’ın kendi çocukluğunda okula giderken keçi, koyun sürüleriyle aştığı tepeler. Yani yönetmenin çok iyi bildiği mecralar. Bilmiyorum cevaplayabiliyor muyum soruyu ama…

Gayet net cevaplıyorsun. Peki bir değişimden geçiyoruz her şeyde olduğu gibi ülke tarihiyle de alakalı. Sence 30 yıl önce seyirci Aram’la böyle bir bağ kurabilir miydi? Meseleye bakış ne kadar değişti, hatta benzer temadaki Salkım Hanım’ın Taneleri’nden bu yana?

Aslında artık nesiller farklılaşıyor, hepimiz farklılaşıyoruz. Yani bunu iki yıl önce de hep beraber yaşadık işte Gezi’de. Artık yeni bir nesil var ve bu nesil artık bazı şeyleri çok rahat konuşabiliyor kendi arasında. En azından kendi arasında. Birtakım tabular daha rahat kaldırılabiliyor ve bunların tabu olmadığı daha rahat ortaya çıkıyor. Çünkü artık teknoloji diye bir şey var, hepimizin elinde akıllı telefonlar var, bilgiye ulaşmak daha rahat. Ne kadar gerçek bilgidir tartışılır ama ben şöyle görüyorum: yeni nesil artık bu tip şeylerin daha rahat konuşulması ve yüzleşilmesi gerektiğine inanıyor gibi geliyor bana. Ve bunlar bir mesele olmaktan çıkıyor. Zaten böyle böyle mesele olmaktan çıkacak. Konuşabildiğimiz kadar, aktarabildiğimiz kadar, tartışabildiğimiz kadar rahatlayacağız bu konularda. Eskiden biliyorsun birtakım şeyler bu toplumda öcüydü yani, cümle içinde bile geçiremiyorduk.

Soykırım denemiyordu evet…

Tabii diyemiyordun, Ermeni kelimesi bile yeri geliyordu küfür olarak kullanılıyordu. Hatta hâlâ daha kullanan vardır ama sonuçta bizim için işin özünde insan var Sonbahar’da da, Rüzgârın Hatıraları’nda da. Hiç fark etmiyor nerede yaşadığı, nasıl yaşadığı, ne şekilde yaşadığı. Biz sadece insanın hikâyesini anlatmaya çalışıyoruz.  Bu bencesi tabii ki.

Bir oyuncu olarak karakterin hatıralarında gezinmek nasıl bir duygu? Daha doğrusu şöyle, geriye dönüşlerde Aram’ın geçmişini görüyoruz sahne olarak evet ama aslında senin yüzünde canlanıyor bütün mesele. Aram’ın geçmişte yaşadıklarının duygusunu senin yüzünden izliyoruz biz. Bunu oynamak çok kazık değil mi ya?

Aslında kazık değil, şöyle düşün: O bir rol ve bütünlüklü olarak çalıştığın zaman role, yani sadece fiziksel görünüşünden ya da gestuslarından hariç, kendi zihinsel yolculuğunu da yapabilirsen rolle birlikte (ya da bende öyle işliyor en azından) o zaman zaten nasıl yaptığının bir zorluğu kalmıyor. Çünkü o anları biliyorsun artık, sadece uygulaması kalıyor. E biz de dört aylık bir ön çalışma yapabildiğimiz için… Benim en azından Aram’la dört ayım vardı.

Neler yaptınız o dört ayda?

Bir defa çok okuma yaptık o dönemin düşünce sistematiğini algılayabilmek için. Bunu daha önce de söyledim belki duymuşsundur, çok fotoğraf inceledim ben. Çünkü her dönemin bir gestusu var ve o dönemle ilgili bir çok kitap okudum. Çünkü 1940’taki Aram’ı görüyoruz ve 1915’i yaşamış bir Aram’ı görüyoruz. O yüzden de o döneme dair yurtiçi ve yurtdışından bir çok kaynak inceledik, belgeseller izledik, Aram Pehlivanyan’ın kitaplarından ve onun fotoğraflarından özellikle Aram’ın gestusları olarak çok beslendik. Bütün bunlar bir araya gelince bir şeyler yapmaya çalıştım işte, ne diyeyim!

Antalya’da film ekibiyle de tanıştık. Herkes tek tek harikaydı gerçekten; aranızdaki uyum da dikkat çekici kadar iyiydi. Sette neler yaşandı? Nasıl bir hava vardı? Filmin ağırlığı onların da ruh haline sinmiş miydi?

Hayır. Bir defa şöyle bir şey var, bizim yaratıcı ekip çok güçlüydü. Andreas Sinanos vardı görüntü yönetmeni. Olağanüstü bir büyücü. Ve insan olarak inanılmaz sevdiğim, saydığım, tanışmaktan çok mutlu olup gurur duyduğum biri ve kendisi bir usta! Özellikle ilk hafta bize sinema sanatıyla ilgili çok doğru doneler verdi, özellikle benim için. Çünkü biz yapı olarak biliyorsun prodüksiyon şartları da kısıtlı olduğu için aceleciydik. Bir an önce olmasını ve sahnenin bir an önce çekilmesini bekliyorduk. Ama Andreas bize üçüncü günde dedi ki, “Ne olur sakin olun, çünkü bu anlar bir kere olacak ve ömür boyu kalacak. O yüzden neye acele ediyorsunuz?” Oradan sonra biz bütün ekip sakinledik, işin içeriğine ve derinlemesine daha fazla bakabildik. Bizim önümüzdeki bulutu açtı. Sanat yönetmenimiz Gamze Kuş muhteşem bir atmosfer yarattı. Engin Altıntaş ışık şefimiz. O ve ekibi sadece ışık yapmakla kalmadı, sisler olsun, lojistiğimiz olsun, rahatlığımız için çok uğraştılar. Biz de baştan ne yapacağımızı biliyorduk, o yüzden çok keyifliydi. Çok zordu itiraf ediyorum. Üçüncü haftanın sonuna doğru, yeter artık tamam oldum. Fiziksel olarak da yoruluyorsun çünkü. Hele o orman içindeki kulübe, oraya yol yok. Her gün oraya ekipmanları indir, çıkar… Bu arada ben hep orasıyla alakalı şöyle bir yorum yapıyorum; orası elin elinde olsa dünya bilirdi. Olağanüstü bir coğrafya. Git oraya, oradaki halk sayesinde aç açıkta kalmazsın, o kadar söyleyeyim.

ORMAN, 30 TL ve MÜZİKSİZ BALIĞA DÖNÜŞ

Orman isimli dumur eden bir kısa film çektin. Kamera önü tecrübesi yüzlerce saati geçmiş biri olarak, bir derdi kendi bedeninle oynamak yetmedi de mi kamera arkasına da geçtin? Reji merakı nereden geldi?

Reji merakı değil de, aslında üretmek ya… Üretimin bir parçası olmak. Mesele buradan kaynaklanıyor. Bu fikir kafamda belirli bir süredir vardı aslında. Geçen sene tiyatro yönetmeni arkadaşım Doğu Akal’la bir araya geldik. Ne yapabiliriz dedik ve şöyle bir karara vardık; bir şey deneyelim, kısadan başlayalım, en kötü oturur evde izleriz. Sonra Hakan Günday’ı davet ettik. O da sağ olsun kırmadı gelip bize senaryo aşamasında yardım etti. Ve Orman isimli kısa film ortaya çıktı. İlk deneme olarak biz memnunuz.

Biz aşırı memnunuz. Fikir nasıl ortaya çıktı peki? Suriyeli mülteci meselesi üzerine mi bir film çekmek istedin? Bir film çekmek istedin ve bu meseleyi mi seçtin?

Hayır. Bu mesele üzerine bir şey yapmak istedim. Yani göçmen sorunu üzerine bir şey yapmak istedik. Hatta biz kısayı çekmeden önce İzmir Basmane’ye gittik. Hâlâ oradalar mı bilmiyorum ama bu botlarla karşıya geçiren simsarlar filan hepsi orada ve bütün o göçmen grubu oraya sıkışmış durumda. Orada çekimler, röportajlar yaptık.

Mecidiyeköy’ün göbeğinde çekim yapmışsınız. Bir kısa film için zahmetli bir mekân tercihi…

Ve çok enteresan bir şey söyleyeyim; Selim’le (Bayraktar) birlikte onu çekeceğimiz gün doğal ortamda çekmek istedik ve oradaki araçlar bize ait değil. Yaklaşık iki buçuk saat sürdü çekim ve Selim o gün 30 lira kazandı arabalardan. İster inanın ister inanmayın. Hiç tanınmadı. Yaklaşık 10 tekrar filan aldık ve her seferinde kimisi 2 lira verdi, kimisi 5 lira verdi… Biz inanamadık. Camı çalması bile bizim için yeterliydi fakat insanlar açıp bayağı para verdiler ve düşün orada koca ekip var; bir kişi de dönüp ne yapıyorsunuz diye bakmadı. O kadar rutine dönmüş ki, kime verdiğinin ne için verdiğinin bir önemi kalmamış. Kabaca söyleyeyim, bir vicdan temizlemesi. Filmde de biraz onu anlatmaya çalıştık. Görüyoruz, işitiyoruz, her gün dinliyoruz, duyuyoruz fakat ne yapıyoruz?

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:46’ya ulaşabilirsiniz.