A’dan Z’ye: Şehir ve müzik
yazı: asena büyük, cem kayıran, ekin sanaç - illüstrasyon: rajab eryiğit
“Şu anda Johannesburg’da bir radyoda hangi şarkı çalıyor?” Bu soruya bir yanıt bulmanın hiç de zor olmadığı günümüz teknolojisi ve müzik endüstrisi, farklı coğrafyaların müzik geleneklerini tanımayı kolaylaştıran bir zemin yaratıyor. Kimi popülerleşmiş ve kapsama alanı haritadaki sınırları aşmış, kimi egzotikliğini korumuş müzikleri çoğu zaman ortaya çıktıkları şehirlerden bağımsız olarak düşünmek de imkânsız. Sanatçılara, gruplara, yönetmenlere ya da spesifik albümlere odaklandığımız A’dan Z’ye serimizde bu kez önümüze dünya atlasını açıyoruz. Kıta kıta gezip bazı şehirlerden ilgi çekici müzik hikâyelerine akıyoruz.
Auckland
“Kim olduğunuza veya kendinizi ne kadar zorladığınıza göre, bu mekân cennet de olabilir cehennem de.” Auckland ve Yeni Zelanda müzik sahnesinin kilit figürlerinden Simon Grigg, bu sözleri 1978’de kapılarını açan ikonik punk kulübü Zwines’ı tanımlamak için yazmış. Şehrin gürültücü ve ateşli punk kültürünün serpildiği yer burası. Zwines, sahnesinde ağırladığı müzisyenler ve mekânın müdavimleriyle birçok farklı akım ve yaklaşımın doğmasına sebep olmuş bir yer. 80’ler başlarında ülkenin ikinci büyük şehri Dunedin’de yeşeren ve geleneksel punk sahnesinden ayrışan birçok detaya sahip yeni sound’un da kökleri aynı mekâna uzanıyor. Dunedin Sound, psikedelik bir yaklaşımla yakın dönem müzik tarihinin en özel anlatılarından birine dönüştü. Kendi kahramanlarını yetiştiren ve Mudhoney’den Jay Reatard’a birçok isme ilham vermiş Dunedin Sound bayrağını dalgalandıran nadide oluşum Flying Nun Records ve Auckland’ın bereketli post-punk sahnesini birleştiren, Simon Grigg’in de kurucularından biri olduğu Propeller Records kataloglarının derinlerini deşmekten çekinmeyin.
Beyrut
Dünyanın neresinde olursanız olun, “Beyrut” ve “müzik” kelimelerini aynı cümle içinde geçtiğinde konunun Feyrouz’a bağlanması kaçınılmaz. 1935’te Beyrut’ta doğan ve genç yaşta Lübnan Radyosu Korosu’na seçilen Feyrouz, burada tanıştığı besteciler Assy ve Mansour Rahbani kardeşlerle yaptığı çalışmalarla ününü kısa sürede dünyanın dört bir yanına taşıdı. 60’larda bir yıldıza dönüşen, 70’leri uzun soluklu bir Kuzey Amerika turnesiyle açan Feyrouz, eşsiz yorumculuğunun yanı sıra politik kimliğiyle de ülkesinde sembol bir isim hâlini aldı. Şarkılarını bireylere değil; halklara söylediği gerekçesiyle Cezayir Başkanı Houari Boumedienne huzurunda özel konser vermeyi reddetmesinin ardından parçaları aylarca Lübnan radyolarında yasaklanmıştı. İç savaş ve sonrasında birçok çağdaşı gibi ülkeyi terk etmek yerine Beyrut’ta kalarak direnişini sürdüren Feyrouz; iç savaş döneminde yıkılan şehrin merkezi Şehitler Meydanı’nın 1994’te yeniden düzenlenmesinin ardından buradaki ilk konseri vermişti.
Cardiff
Dünyanın en eski plak dükkânının nerede kurulduğu düşünüldüğünde pek azımızın aklına Galler gelir. 1894 yılında Queens Arcade’de Henry Spiller tarafından açılan Spillers Records, dünyanın en eski plak dükkânı olarak bilinmekte. 1920’lere kadar pikap satışı yapan Spillers, Henry Spillers’ın oğlu Edward’ın işleri devralmasıyla birlikte önceden kaydedilmiş müziklerin yanı sıra müzik aletleri de satılan bir müzik cenneti hâline geldi. Bu havalı geçmişine bakıldığında Cardiff’in İngiltere’nin ilk müzik şehri olmasına şaşmamalı. Geçtiğimiz yıllarda yapılan bir araştırma ile Cardiff, İngiltere’nin müzikal mirası korunmaya değer addedilen ilk şehri oldu. Aynı zamanda ülkenin geniş rock müziği kültürünün 90’lı yıllarda heavy metal ve metalcore gibi türlerle genişlediğine de değinmekte fayda var. Cardiff’in popüler müzik sahnesine armağanları arasında Manic Street Preachers, Catatonia, Super Furry Animals ve Stereophonics ilk akla gelenlerden.
Detroit
Gospel, blues, caz, R&B / soul, hardcore punk… Bu türlerin hepsinin Detroit’te kabarık geçmişleri var. 80’lerle birlikte şehirde yayılmaya başlayan techno dalgası da, şu an dünyayı kasıp kavuran elektronik müziğin birçok farklı hattının ortaya çıkmasına öncülük etti. Detroit’in Juan Atkins ve Kevin Atkinson (bir diğer deyişle The Belleville Three) ile birlikte çıkardığı efsanelerden olan Derrick May, techno’yu şöyle tanımlar: “Tıpkı Detroit’e benzer: koca bir hata gibidir. Sanki George Clinton ile Kraftwerk aynı asansörde mahsur kalmış gibi hissettirir.” Şehrin sanayi sonrası çürümesinin bir temsili olan techno kültürünün ilk kalelerinden biri kabul edilen yer The Music Institute’dü. Chicago’nun house kulüplerinden ilham alarak hayata geçirilen The Music Institute’un kurucuları Chez Damier, Alton Miller and George Baker’ın, bu kulüp sayesinde dağınık olan sahneyi bir aileye çevirdiği anlatılır. Detroit’in techno orijininde ırkçılığa karşı verilen mücadelenin ve birlik olma dürtüsünün çok önemli bir rolü var. Bu da farklı coğrafyalardaki çağdaş techno sahnelerden ayrışmasına sebep olan unsurlardan biri.
Enugu
Nijerya’nın güneydoğusunda konumlanan Enugu şehri, 1950’lerde ülkenin Highlife müziğinin önemli merkezlerinden biriydi. Geraldo Pino, Sonny Okosun, Celestine Ukwu ve William Onyeabor gibi bu türün öncü isimleri Enugu’da doğmuş ve yaşamıştı. Şehirdeki kalabalık İbo nüfusunun etkisiyle, Highlife tınıları da farklı bir yaklaşımla yoğuruluyor. Yüksek tempolu ritimler ve canlandırıcı bir etkiye sahip İboların popüler müziği Ogene’nin de başkentlerinden biri. Günümüzde de çoğu Afrika şehrinde olduğu gibi hip hop ve dancehall üretimleri şehrin müzikal kimliğini oluşturuyor. Yeni nesilden Flavour N’abania ise, Enugu’nun kültürel DNA’sında önemli yer tutan Ogene ve Highlife geleneklerini günümüze taşıyan müzisyenlerin başında.
Frutillar
Şili’nin güneyindeki Frutillar şehri, 2017’den beri UNESCO müzik şehirlerinden biri. Şehrin toplam nüfusu 12 bini bile geçmiyor olsa da 150 yıllık bir geçmişe sahip, ilham verici bir müzik kültüründen söz etmek mümkün. 1850’lerde Alman yerleşimcilerin gelmiş olması sebebiyle Şili Bavyerası olarak da anılan şehirde müzik sosyal hayatın ayrılmaz bir parçası. 50 yılı aşkın süredir her yaz Semanas Musicales de Frutillar başlıklı bir festivalin düzenlendiği şehre, yalnızca festival için 50 bin civarında ziyaretçi geliyor. Latin Amerika’nın en eski müzik festivallerinden biri olan Semanas Musicales de Frutillar’ın programında her yıl ortalama 40 konser ve sahne alan 400’e yakın müzisyen var. Şehrin önemli salonlarından The Teatro del Lago da yalnızca konser ve etkinliklere değil; genç müzisyenlerin yetiştiği özel eğitim programlarına da ev sahipliği yapmakta.
Glasgow
Glasgow, sanayi devrimiyle birlikte Birleşik Krallık’ın en gelişmiş kimya ve mühendislik endüstrisine sahip şehirlerinden biri hâline gelmişti. Ancak şehrin fabrika borularıyla yıkanmış nefesi punk ruhunun güçlenmesine vesile olarak, zaman içinde burayı müzikseverler için özel bir yere dönüştürdü. 2008 yılında UNESCO Müzik Şehirlerinden biri ilan edilen Glasgow, aynı zamanda Glasgow School of Arts gibi birçok ünlü sanatçı ve müzisyenin yetiştiği bir okula ev sahipliği yapıyor. Bu okuldan mezun isimler arasında Travis, The Blue Nile ve Franz Ferdinand var. Glasgow’un bir önemli durağı da 1994 yılında The Delgados tarafından kurulan Chemikal Underground isimli plak şirketi. 90’lı yıllarda kendi teklilerini yayımlamak için açtıkları bu şirket sonraları Mogwai, Arab Strab, Aereogramme, Magoo ve Cha Cha Cohen gibi birçok gruba müziklerini dünyaya duyurabilecekleri bir alan yarattı.
Havana
Küba’nın başkenti Havana’da bulunan Bueno Vista Social Club, ülkedeki Siyahların eğlence merkezi olarak açılmıştı. Bueno Vista Social Club, Marianao Social Club, Unión Fraternal ve Club Atenas gibi müzik dinleme ve eğlenme amaçlı işçi mekânları, bugün bile Siyahları hedef alan kurumsallaştırılmış ayrımcılığa dair birer kanıt niteliğinde. Havana’daki bu eski kulübün ilhamıyla devrim öncesi Küba müziğini yeniden canlandırmak için 1996’da kurulan aynı isimli müzik grubu ise birçoğumuzu bolero ve danzón gibi popüler Küba müzikleriyle tanıştıran unsur oldu. Wim Wenders’ın çektiği belgeselin de gücüyle zaman içinde hem Küba müzikleri hem de Havana, dillerden düşmeyen bir cazibe etkisi yarattı.
İbiza
İspanya’ya bağlı bu Akdeniz adasının müzikle olan ilişkisi gösterişli ve kalabalık partiler, house müzik ve uyuşturucu ekseninde kurulmuş gibi görünüyor olabilir. Fakat adadaki müzik kültürünün geçmişine baktığımızda, her şeyin tatil için burayı tercih eden hippilerle birlikte 60’ların sonlarında başladığını anlıyoruz. Plaktan çalınan psikedelik müzikler, disko ışıklandırmaları ve tabii ki bol miktarda uyarıcı madde eşliğinde düzenlenen bu ufak çaplı partiler zamanla kapsama alanını genişletiyor. 80’lerle birlikte DJ’ler “performans sanatçılarına”, müzikler de elektronik dans tınılarına evriliyor ve İbiza neredeyse hiç bitmeyen partilemenin adresi oluyor. 1986’da açılan Space isimli “süperkulüp” bu dönüşümün en önemli merkezi. Sabah 6’ya kadar devam eden partilerin ardından iki saatliğine kapılarını kapayıp, 8’de gündüz particileri için yeniden açılıyordu Space. International Dance Music Awards’tan 5 kez En İyi Kulüp ödülünü alan Space, adanın tamamına yayılan bir kültür yarattıktan sonra 2016’da kapandı.
Johannesburg
“Kwaito”, Johannesburg’a özgü bir müzik türü olarak 90’lı yıllarda Siyahların apartheid rejimi altında yaşamaya zorlandığı yerleşimlerden en büyüğü ve isyanın sembolü olan Soweto’da ilk ürünlerini verdi. Güney Afrika’nın apartheid sonrası jenerasyonunun kendini ifadesine dönüşen kwaito, alışılmışa göre yavaşlatılmış house ritimleri ve rap’in buluştuğu, basın etkisinin her daim ön planda olduğu bir ruha sahipti. 2010’lara gelindiğinde Joburg’da elektronik müziğinin kalbi, kwaito’nun mirasçısı sayılan gqom adlı türde atmaya başladı. Kwaito, Güney Afrika house müziği ve techno’dan ilham alan gqom, 4/4’lük olmayan ritimler, minimal ve bol tekrarlı yapılar ve her daim yüksek baslarla özdeşleşiyor. Kelime anlamı ise Zuluca’da davula vurmaya tekabül ediyor. Gqom ile henüz tanışmadıysanız, queer Joburg’un önemli temsilcilerinden, Fela Gucci ve Desire Marea’dan kurulu sanat ve performans kolektifi FAKA’nın dünyasına girmeniz tavsiye olunur.
Kingston
Dinleyeni iyi hissettirmeyi amaç edinen reggae, dancehall, ska, dub gibi türlerin doğduğu şehirdeyiz. Bob Marley’nin, Peter Tosh’un ya da Buju Banton’ın kariyerlerini şekillendirdiği yer olan Kingston, kişi başına düşen müzik stüdyosu oranında da dünyanın zirvesinde. 1940’larda DJ’lerin bir kamyonun arkasına pikapları, hoparlörleri ve jeneratörleri dizip Kingston sokaklarda parti yapma geleneği, dünyaya yayılan sound system kültürünün de temellerini attı. Rastafari esintilerinin yanı sıra şehirdeki dinî yaşamın da etkisiyle kabarık bir Gospel kültürünün olduğunu da not etmekte fayda var.
Liverpool
Mersey Beat fanzinin editörü ve John Lennon’ın sanat okulundan arkadaşı Bill Harry’nin tuttuğu kayıtlara göre, The Beatles’ın temellerinin atıldığı zamanlar Liverpool’da gençlerin canlı müzik dinlediği, çoğu alkolsüz içki satan 300’den fazla mekân vardı. Diğer yanda Harry, 1958-1964 yılları arasında bu barlardan sahneye çıkan grup sayısının 500’ü geçtiğini, sadece 300’ünü bizzat tanıdığından da bahsediyor. Sonraki yıllarda The Beatles’a dönüşecek Quarrymen, bu mekânlarda çalabilecek kadar umut vaat eden bir grup değildi henüz. Grubun sonraki yıllarda ortaya çıkan günlüklerine bakılırsa 1958 yılında çaldıkları gün sayısı iki elin parmaklarını geçmedi. Amatördüler, sürekli şakalaşıp güldükleri için ciddiyetsiz bir duruşları vardı, bir de Liverpool’un görece hâli vakti yerinde Woolton bölgesinden geldikleri için bazılarına züppe görünüyorlardı.
Mumbai
Mumbai ya da Hindistan dendiğinde akla ilk gelenin kıvrak dans figürleri ve yüksek enerjili parçalarıyla Bollywood kültürü olduğuna şüphe yok. Bollywood, ismini aldığı film sektörüyle özdeşleşmiş olsa da yalnızca film müziklerinden ibaret bir alan değil. Diyaloglar üzerine kurulu lirik dünyası ve benzersiz ritmik örgüleriyle; M.I.A., Tricky, Britney Spears gibi isimlerin prodüksiyonlarında bu coğrafyadan sample’lara rastlıyoruz. Tabii bir de Asha Puthli var. Şehrin doğaçlama caz sahnesinden New York’un ışıltılı disco sahnesinin ikonu olmaya uzanan benzersiz kariyeriyle Asha Puthli, Mumbai şehrinin gerçek müzik kahramanı. Galaksiler arası bir müzik kahramanı hatta!
New York
Dünyayı tesiri altına alan yenilikçi akımların doğduğu, var olan hemen her müziğin bir yansımasının hissedilebildiği New York, müzik tarihinin en önemli yol göstericilerinden biri oldu ve olmaya devam ediyor. Hip hop’tan diskoya, cazdan alternatif rock’a her janrın, farklı ve özgün uyarlamalarının da şehrin çok yönlü müzikal kimliğinde payı var. Söz konusu punk ve proto punk, new wave, no wave gibi alt başlıklarına geldiğinde, New York çıkışlı gruplar ve şehirdeki mekânların efsaneleştiğine şüphe yok. New York, Kuzey Amerika’nın bilinen ilk punk sahnesinin ev sahibi. Max’s Kansas City ve CBGB’s gibi buluşma noktalarının yanı sıra depolarda düzenlenen partiler, punk kültürünün kilit yayın organları ve plak şirketlerinin de burada konumlandığına değinmekte fayda var. Şehrin punk yaşantısının 30 yılını, Sonic Youth, Arto Lindsay, Yeah Yeah Yeahs, Black Dice gibileriyle yapılmış röportajlarla anlatan Kill Your Idols belgeseli de meraklıları için gerçek bir hazine.
Pekin
Yüzlerce kişinin hükûmet tarafından öldürülmesiyle sonuçlanan 1989 Tiananmen Meydanı Olayları’nda (ya da Pekin Katliamı) reform talebinde bulunan öğrenciler ve demokrasi yanlıları, tek ağızdan aynı şarkıyı söylüyordu: Cui Jian’ın ilk albümüne ismini veren hiti “Nothing To My Name”. Klasik müzik eğitiminden gelen Cui Jian, 80’lerin ortası itibariyle Çin’in underground piyasasına giriş yapan batılı rock müziğinin etkisiyle, The Beatles, The Rolling Stones, Talking Heads ve The Police gibi grupları özümsemeye başladı. Aynı dönem Pekin Senfoni Orkestrası’nda çalmayı sürdüren Jian, orkestradan arta kalan vaktini gitar çalarak, kendi besteleri üzerine çalışarak ve sokak müzisyenliği yaparak geçiriyordu. Pop müzikle kurduğu yakın ilişki, orkestradan uzaklaştırılmasıyla sonuçlandı. Geleneksel elementleri rock müzikle buluşturan aranjmanları ve pop balladlarını domine eden romantik sözlerin ötesinde bireysellik gibi farklı meselelere temas eden şarkı sözleriyle kısa sürede Çin’in dört bir yanında gençleri peşinden sürükleyen bir figüre dönüştü. 1992 yılında “Wild In The Snow” parçası için çekilen kliple MTV Uluslararası İzleyicinin Tercihi Ödülü’nü kazandı ve ülkesi dışında performanslar vermeye, festivallere katılmaya başladı. Çin’in en büyük rock yıldızı sayılan Cui Jian, dünya çapındaki hayran kitlesini de seneler içinde genişletti.
Rio de Janeiro
Brezilya’nın en kalabalık nüfuslu ikinci şehri olan Rio, müziğin titreşimleriyle hayat bulan şehirlerden biri. Rio denince akla samba ve karnavalın geldiğine şüphe yok, tabii futbolla birlikte! Sambanın bir alt türü olarak 1950’lerde şehrin güneyinde ortaya çıkan bossa nova müziği de özgün ritmik anlayışı ve senkoplarla yakaladığı benzersiz akışkanlığıyla başlı başına bir akıma dönüştü. João Gilberto, Sérgio Mendes, Elza Soares, Azymuth ve Jorge Ben gibi, bossa nova müziğinin efsanelerinin hemen hepsi müzik hayatlarına Rio’da başlamış isimler. Rio demişken, şehrin küçük ama etkileyici bir tarihi dokuya sahip ünlü kulübü Carioca de Gema’nın adını da geçirmeden bu maddeyi kapatmayalım.
Seul
Bada, Eugene ve Soo’dan oluşan S.E.S., şimdilerde dünyanın dört bir yanında fenomene dönüşmüş, modern zamanların “ikon” K-Pop akımının ilk temsilcilerinden. 1996’da Bada’nın bir prodüktör tarafından okulunda sergilediği performans sırasında “keşfedilmesinin” ardından grubun temelleri atılıyor ve SM Entertainment’ın çalışmaları, seçmeleri ve araştırmaları sonucunda nihai kadro oluşuyor. Ardından peşi sıra satış rekorları kıran albümler, ikonikleşen performanslar, reklam filmleri… 2003’te dağılan grubun ömrü kısa sürse de etkisi büyük oluyor. K-Pop müzikal anlamda 90’ların başına kadar uzanıyor ama dinleyiciler tarafından ilahlaştırılan yıldızlarla özdeşleşen ya da şimdilerde akıllarda canlanan imajı; S.E.S., H.O.T. ve Fin.K.L gibi 2000’lerin şafağında Seul’den çıkmış gruplarla şekilleniyor.
Tiflis
Kürtçe rock yapan ilk grup, bundan 45 yılı aşkın süre önce Sovyetler Birliği’ne bağlı Gürcistan’da, Tiflis’te kuruldu. Koma Wetan’ın (Grup Vatan) müzikal yolculuğu, SSCB’nin kuruluşuyla birlikte ailesi Tiflis’e yerleşmiş Yezîdî Kürdü Kerem Gerdenzeri’nin öncülüğünde, Rafael Şamil Dasini, Levon Grigori Şahbazyan ve Omer Sebri Recevi ile birlikte, 1973 senesinde başladı. Sürgün olmanın yaşattığı duyguları aktarmak için, o dönem gençler arasında iyice yaygınlaşmaya başlayan rock müzik alanını seçtiler. Grubun külliyatında sözü Gerdenzeri’ye ait şarkılar yer alsa da ağırlıklı olarak Kafkas coğrafyasında yaşayan Kürt şairlerin şiirlerini bestelediler. 1978’de Gürcistan’da tüm Sovyet cumhuriyetlerinde naklen yayımlanan bir müzik festivaline davet edilmeleriyle sihirli melodileri geniş kitlelerle buluştu; pek çok festivale ve konsere çıktılar. Baê Paîzê adlı ilk albümleri 1979 yılında Tiflis’te basıldı. SSCB’nin dağılmasıyla Koma Wetan da dağıldı. Kerem Gerdenzeri ilerleyen yıllarda solo üretimlerde bulunacak, grubu ise yeni jenerasyonlar tarafından keşfedilmeye devam ederek bir efsane hâlini alacaktı. Kürtçe rock müziğinin yolunu açan Koma Wetan’ı henüz dinlemediyseniz, sözleri şair Karlênê Çaçanî’ye ait “Elegez” ile başlayabilirsiniz.
Ulan Bator
Moğolistan’ın başkenti ve ülke nüfusunun yarısının yaşadığı şehir olan Ulan Bator’da şu sıralar fokurdamakta olan bir hip hop sahnesi var. Başta ülkede gerçek bir yıldıza dönüşen, reklam filmlerinde sıklıkla kamera karşısına geçen Big Gee olmak üzere, yeni nesil hip hop müzisyenleri günlük yaşantılarını yansıttıkları şarkılarla Ulan Bator’da taze bir kültür inşa etmekte. Otoriteler bu sahnenin doğuşunu ülkenin 90’larla birlikte demokratikleşmesine ve hip hop’ın konuşma özgürlüğü gücüne bağlıyor. İngiliz fotoğrafçı Alex de Mora’nın Straight Outta Ulaanbaatar başlıklı kitap – fotoğraf – film projesine göz atmanız tavsiye edilir.
Vancouver
Uçsuz bucaksız bir müzik haritasına sahip Vancouver’da gece hayatının dönüm noktası olarak 1920’ler gösteriliyor. Zira Kanada yapımı veya Meksika’dan deniz yoluyla gönderilen yasadışı viskinin merkezi olan bir serbest limana dönüşmesi, Vancouver’da sıkı bir gece kültürü doğuruyor. 2000’lerde lisans işlemlerine getirilen değişikliklerle birlikte kulüp hayatı sağlam bir darbe yemiş olsa da büyük konser salonlarının yanı sıra The Railway Club, The Lamplighter, The Media Club gibi irili ufaklı barlarla her gün farklı skalalarda canlı performanslar deneyimlemek mümkün. 80’lerde disko ve pop’un, 90’larda grunge ve alternatif rock tınılarının yansımalarının yön verdiği Vancouver müzik sahnesinin ne denli geniş olduğunu dört ismi peş peşe sayarak özetlemeye çalışabiliriz: Skinny Puppy, Kid Koala, Destroyer ve Bryan Adams.
Yokohama
Müzik yazarlarının, akademisyenlerin ve müzisyenlerin hâlâ net bir tanımını yapmakta zorlandığı City Pop kültürü, 1970’lerde Japonya’da yayılmaya başladığında başlıca merkezlerinden biri Yokohama’ydı. 1980’lerde zirvesine ulaşan City Pop, temelde sokakla ilişkilendirebileceğimiz, farklı coğrafyaların müzikal disiplinlerini geleneksel Japonya ezgileriyle kesiştiren bir müzik akımı. Soft rock, boogie, funk, hatta tropikal Karayip müzikleri… Mobil müzik dinlemenin ilk örneklerinden sayılabilecek Walkmen’lerin çıkışına denk gelmesi itibariyle bu teknolojiyle de birlikte anılır City Pop. Şehir yaşantısından beslenir, şehrin temposuna göre şekillenir. 2010’larla birlikte özellikle alternatif rock ve pop sahnelerinde türeyen yeni nesil Yokohamalı grupların dillendirmeye başladığı City Pop’un yeniden canlanması, eskiler tarafından suni bir çaba olarak yorumlanıyor.
Zacatecas
Meksika’nın Zacatecas bölgesinde hâkim olan müzik türü Tamborazo olarak isimlendiriliyor. Tamborazo grupları bir davul ile nefesli enstrümanlardan oluşuyor. Geçmişi 19. yüzyıla kadar uzanan Tamborazo müziğinin en bilindik örneği 1892’de bestelenen ve 100 yılı aşkın süredir orkestralar tarafından sıklıkla çalınan “Marcha de Zacatecas”. Nitekim bu parça, ülkenin “ikinci millî marşı” olarak anılmakta. Bölgenin en ünlü gruplarından Banda Jerez’e de bir parantez açmakta fayda var. İki vokalist ve kalabalık bir nefesli grubundan oluşan Banda Jerez, Meksika’nın Ranchera köklerinden besleniyor. Vokalistlerden Marco Flores, 2012’de kaçırılmış ve bir ay tutsak kalmıştı. Nihayetinde ailesinin fidye ödemesiyle serbest kalan Flores, bu deneyimden sonra politikaya atılmış, Zacatecas valiliği için aday olmuştu. Bu alandaki çalışmalarını sürdüren Marco Flores, COVID-19 pandemisi sürecinde bağımsız müzisyenler için yaptığı destek kampanyalarıyla da ülke gündeminde.
Bant Mag. No:71 (Ekim 2020)