Adana Altın Koza notları: Bölüm 2
Yazı: Zelal Buldan
31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin oldukça çekişmeli geçen Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nın kazanları belli olunca Adana’ya veda vakti geldi. Vedayı, En İyi Film Ödülü aldığına oldukça sevindiğim Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri ile ek olarak dikkate değer olduğunu düşündüğüm On Saniye ve Yeni Şafak Solarken’e dair hislerimi paylaşarak yapıyorum.
Festivale dair notlarımın ilk bölümü ise şuradan okunabilir.

Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri
Festival alanında alkış seslerine zılgıt sesinin eşlik ettiğini duyduysanız, bir halay coşkusuna kapıldıysanız muhtemelen Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri’nin izlendiği salonun yakınından geçtiniz. 81. Venedik Film Festivali Orizzonti bölümünden Jüri Özel ödülü ile dönen Murat Fıratoğlu’nun ilk uzun metraj filminin bir halay sahnesiyle final yapmasının da etkisiyle, film ekibi oldukça coşkulu uğurlandı söyleşi yapmak üzere olduğu alana. 14 yıldır avukatlık yapan Fıratoğlu, edebiyata ve sinemaya duyduğu ilgiden daha fazla kaçamayarak bizi bu film ile buluşturdu. İyi ki de buluşturdu.
Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri, domates hasadında hak ettiğinin oldukça altındaki şartlarda çalışan Eyüp’ün hikâyesine odaklanıyor. Ödemek zorunda olduğu borcunun baskısı, yakıcı güneşin tepedeki etkisiyle birleşince Eyüp’ün Hemme’ye olan öfkesi cinnetin sınırlarına yaklaşıyor. Bütün bu yoğun öfkenin hızı bir cinayete varış yolculuğundayken Siverek’in sakinliğine bulaşıyor. Hayat Eyüp’ün acelesine zıt, oldukça yavaş akmakta Siverek’te. Bu aşamada yönetmenin Abbas Kiyarüstemi’ye olan ilgisini yakından hissetmek ve Khane-ye doust kodjast? / Arkadaşımın Evi Nerede? filmini hatırlamak da mümkün. Tıpkı arkadaşının evini arayan Ahmed gibi küçük bir çocuk saflığında yaşıyor Eyüp kırmızıya çalan öfkesini. Sesini çıkarmak, “hayır” demek, kendi yolunda kalmak bir süre sonra imkânsız hâle geliyor. İçinde bir yerlerden gelen, yavaşlamayı dileyen sese kulak veriyor belki de. Hemme’yi affetmek için vakit kazanıyor çıkan her bir aksilikte. Eyüp’ün yavaşladığı her bir an, bir silahın patlayışını engelliyor. Hemme’nin öldüğü günlerden birinde geçiyor hikâye. Hemme daha önce çok kez ölmüş ve daha çok kez ölecek Eyüp’ün zihninde.
Yönetmen, günlük hayattaki gözlem yeteneğini kullanarak filmin mizahını oldukça doğal bir hâle büründürüyor. Eyüp’te öldürme arzusunun doğduğu andan itibaren bu mizahın da desteği ile hiçbir şekilde karakterini karanlığa çekmiyor. Güldürürken düşündürmek gibi dertleri bir kenara bırakarak oluşturduğu sahneler bütünleşiyor ve bu bütünlükte düşündürmeye başlıyor izleyiciyi. Olası final ihtimalleri içinden oldukça iyi bir tercihle film kapanışını yaparken, halay müziği eşliğinde filmin ismini ne kadar çok sevdiğimi düşünüyorum.

On Saniye
Erdi Işık’ın yazmış olduğu aynı adlı tiyatro oyunundan uyarlanan On Saniye, Ceylan Özgün Özçelik yönetmenliğinde Özel Fener Rum Lisesi’nin kapısından içeri sokuyor bizleri ve film boyunca orada bırakıyor. Dört aylık bir provanın ardından çekilen; Bergüzar Korel’in anne, Bige Önal’ın ise rehberlik öğretmenini canlandırdığı psikolojik gerilim türündeki film özgün senaryosu ve teknik detayları ile dikkat çekiyor. Erdi Işık’ın Adana’da geçen bir haberden esinlenerek yazdığı senaryo, ilk gösterimini Adana’da yaparak kendi döngüsünü de tamamlıyor.
Bir lise öğrencisinin kedisini öldürüp bunu videoya çekmesi, bu videoyu Whatsapp grubunda paylaşması ve daha da ötesi ölü kediyi okula getirmesi sonucu öğrencinin okuldan atılmasına karar veriliyor. Okuldan atılma kararı üzerine, daha önce hiçbir veli toplantısına gelmemiş olan Yasemin bu kararı değiştirmek için rehberlik öğretmeni İpek’i ziyaret edince psikolojik savaş başlıyor. Filmin henüz başında iki karakteri aynı karenin içinde daha az görmek, yakın planlar ile karakterler arasında sürekli gidip gelmek bir pinpon maçı etkisi yaratıyor. Henüz kapılar çalmaya başlamamışken okulda başka kimse yokmuş gibi bir atmosfer oluşuyor. Yasemin’in telefonundan küçük oğlunun fotoğrafını gösterişi dahi bulanık bir şekilde sunuluyor. Kapı çalana dek bu iki karakter dışında kimseyle ilgilenmemiz istenmiyor sanki. Bir taraf tutma iç güdüsü doğuyor böylece. İki kadının peşi sıra gelen hamleleri ile bu savaşın içinde bir taraf tutmak ise imkânsız hâle geliyor.
Film iki başrolden oluşsa da kamerayı ve ses tasarımını bu filmde bir başrol olarak tanımlamak yanlış olmaz sanıyorum. Kamera hareketleri anlam yaratmakta ustaca kullanılırken, ses ise gerilimin dozunu artıran en büyük araç oluyor. Bunu alışılagelmiş gerilim müzikleri ile de yapmıyor üstelik. Bir süre sonra sadece ses takibini yapmak üzere filmi tekrar izleme isteği uyandırdı bende. Bir gösterim daha rica edebilir miyim?

Yeni Şafak Solarken
Gürcan Keltek’in Locarno Film Festivali’nden Boccalino d’Oro Film Eleştirmenleri En İyi Film Ödülü ile dönen filmi Yeni Şafak Solarken, aslında bir belgesel olarak tasarlanıp, yol üzerinde kurmacaya dönüşmüş. Bu tercihini belgeselin gerçekle olan ilgisinden sıkılmasından kaynaklandığını söyleyen yönetmen, filminde 72 saatlik bir psikotik atağı konu ediniyor. Cem Yiğit Üzümoğlu’nun canlandırdığı Akın karakterinin gerçeklik ile bağının koptuğu, sıra dışı bir film ortaya çıkmış böylece.
Bir tiyatro öğrencisi olan Akın’ı İstanbul sokaklarında görüyoruz ilk olarak. İstanbul, film boyunca tıpkı Akın’ın zihni gibi bambaşka şekillere bürünüyor. Bu noktada filmin farklı bir boyut kazanmasında görüntü yönetmeni Peter Zeitlinger’in etkisi büyük. İstanbul, bütün bu zihinsel karmaşayla ahenkle dans ederek Akın’ın kafasının içinin bir kopyasına dönüşüyor. Akın’ın seslere karşı artan duyarlılığıyla, şehrin sesi daha önce hiç olmadığı kadar duyulur hâle geliyor.
Sürekli babasını soran, iblis ve şeytan gören, bir tür ışık fark eden Akın’ı İstanbul sokakları dışında gördüğümüz kasvetli ev de bütün bu içsel sıkıntıyı kapalı bir alana hapsediyor. Ev travmatik aile olaylarının ipuçlarını yansıtmaya başlasa da bir süre sonra gerçeklerin peşine düşmek gibi bir derdi olmuyor filmin. Travmanın sebeplerinden çok sonuçları önemli hâle geliyor. Bütün bu dünyada kendini önemli hissetmeye başlayan Akın’ın zihninde din ile de kaçınılmaz bir ilişki doğuyor. Filmin ikinci yarısından itibaren Akın’ın sesi daha az; camilerin, kiliselerin, şehrin sesi daha çok duyulmaya başlıyor. “Seni kimsesiz yapan deliliğindir.” diye biterken film; bir kendini arayış hâlini, boşluğun ortasını, deliliğinin merkezini güçlü bir şekilde ortaya koyuyor.