Afetin ardından kent ölçeğinde iyileşme nasıl sağlanmalı?
Röportaj: Biçem Kaya, Fotoğraf: Çağlar Oskay
6 Şubat’tan bu yana Türkiye’nin güneydoğusunda acılar, felaketler bitmiyor. Afetin şiddetini zamanında alınmayan önlemler artırırken, toplumsal dayanışma ise var gücüyle azaltmaya çalışıyor. Depremler ve selden etkilenenlere geçici yaşam alanları sağlandıktan sonra 11 ili yeniden kalkındırmak için öncelik, bölgede yapılacak mekânsal, ekonomik, ekolojik ve toplumsal analizler doğrultusunda ihtiyaçların doğru tanımlanması. Bunu, kent ölçeğinde kamu yararını gözeten, uzun vadeli ve bütüncül planlar hazırlanması ve yeniden inşanın başlaması takip ediyor.
Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi İdil Akyol ile afet sonrası iyileşme sürecinde şehir plancılarının rolü, afete dirençli kentler inşa edebilmek için atılması gereken adımlar, 126 sayılı kararnamenin anlamı, imar affı, kentsel dönüşüm tartışmaları ve dahasını konuştuk.
İlk olarak, 6 şubat gününden bugüne kadar geçen sürece dair yorumlarınla başlamak isteriz. Bir şehir plancısı olarak, deprem ânından sonraki süreç yönetimini, şehir ölçeğinde sağlıklı bir iyileşme sürecinin aşamalarını nasıl tanımlarsın? Bu süreçte bilim insanlarının, şehir plancılarının, mimarların ve mühendislerin hangi aşamalarda dâhil olabileceğini belirtmek de belki faydalı olabilir?
Öncelikle yaşadığımız doğal afetin her yönüyle felakete “dönüştürüldüğü” bir süreci yaşadık, yaşıyoruz, bunu belirtmek gerek diye düşünüyorum. İlk andan başlayarak süreç yönetiminde yaşanan sorunlara, ihmallere dair ilgili kurumlar ve uzmanlar çokça yorum yaptı, uyarılarda bulundu. Ne yazık ki afet sonrası şehir planlama alanında yapılması gerekenler konusunda da ciddi sorunlar yaşıyoruz. Afet sonrası dönem, bildiğiniz gibi yekpare bir süreci tariflemiyor. Afetlerden sonra kısa, orta ve uzun vadede atılması gereken adımlar var. Şehir planlama disiplini perspektifinden baktığımızda afet bölgelerinde öncelikle kısa ve orta vadeli “nitelikli” geçici yaşam alanlarının oluşturulması, afetzedelerin temel ihtiyaçlarının karşılanmasının yanı sıra bölgede yaşamı normalleştirmeye dair düzenlemelerin yapılması gerektiğini söyleyebiliriz. Burada özellikle “yaşam alanı” terimini kullanmayı tercih ediyorum çünkü yalnızca barınma değil, afetten etkilenen vatandaşların sağlıklı bir yaşama devam edebilmesine yönelik diğer kentsel işlevleri de gözeten alanların tasarlanması oldukça önemli. Ancak ne yazık ki depremin birinci ayını geride bırakırken barınma, gıdaya ve temiz suya erişim, hijyen gibi temel ihtiyaçların bile henüz sağlanamadığı bir aşamadayız.
Geçici yaşam alanlarının oluşturulmasının ardından afetten etkilenen yerleşimlerin yeniden canlandırılması için uzun vadeli ve üst ölçekten başlayarak planlı gelişimin sağlanması gerekiyor. Bunun için detaylı yerbilimsel etütlerin hazırlanmasının ardından bu yerleşmelerin geleceğine dönük kararların verilebilmesi için mekânsal, ekonomik, ekolojik ve toplumsal analizlerin gerçekleştirilmesi büyük önem taşıyor. Bu aşamada yerelin bilgisinin alınması ve ihtiyaçların doğru tanımlanması da gelecekte başka sorunların yaşanmaması adına elzem. Tüm bu verilere ve analizlere dayanarak uzun vadeli, bütüncül planların hazırlanması ve ancak ve ancak tüm bunların ardından yeniden inşa faaliyetlerine başlanması gerekiyor.
Planların hazırlanması şu açıdan kritik; ne yazık ki bazı yerleşmeler neredeyse tamamen yok oldu. Bu alanlarda afetlere karşı önlemlerin bütüncül bir bakış açısıyla alınabilmesi, kentlerin yalnızca konut alanlarının değil, üretim alanları, kent merkezleri, sosyal donatı alanları gibi diğer temel işlevlerinin de birbirleriyle ilişkili olarak kurgulanabilmesi için planların yönlendiriciliğine ihtiyaç var. Öte yandan bu kentlerin korunması gereken, niteliklerini sürdürmesi gereken doğal alanları, kültürel miras alanları var. Tüm bunların geleceğine dair kararlar ancak kent ölçeğinde hazırlanacak planlarla alınabilir.
Şehir plancılarının bu süreçteki rolleri nelerdir derseniz de aslında tüm aşamalarda plancıların yer alması gerektiğini söyleyebiliriz. Geçici yaşam alanlarının yer seçimi ve kurulumu, yerleşmelerin yeniden inşası ve canlandırılmasına yönelik stratejilerin ve planların üretilmesi gibi tüm aşamalarda şehir plancılarının alacağı sorumluluklar var. Tabii ki tüm bunların farklı meslek ve uzmanlıkları bir arada bulunduran multidisipliner ekipler tarafından yürütülmesi gereken süreçler olduğunun tekrar altını çizelim. Ancak şehir planlamanın bu meslekler içerisinde özel bir durumu var. Özellikle yapılı çevrenin inşasında kamu yararını sağlamakla yükümlü, bunu mesleki ilke ve sorumlulukları arasında tanımlayan tek meslek şehir planlama. Dolayısıyla kamu yararını tesis edecek strateji ve kararların geliştirilmesi sorumluluğu da bizlerde.
Geçtiğimiz şubat ayı sonunda “Olağanüstü Hal Kapsamında Yerleşme ve Yapılaşmaya İlişkin Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” çıkarıldı. Bu kararnameyi bir yılda yeniden ayağa kaldırma vaatlerindeki planlama süreciyle birlikte, senin de bildiğin gibi, halk katılımının devre dışı bırakılması, depremden etkilenmiş olan illerde orman ve meraların imara açılması gibi problemlerin meşrulaştırılmasıyla karşı karşıyayız.
Şehir Plancıları Odası’ndan konuyla ilgili yapılan açıklamalar, bu 126 sayılı kararnameyle birlikte şehir planlama mesleğini sürecin tamamen dışına iten düzenlemeyi eleştirirken; Kahramanmaraş merkezli depremler öncesinde ve sonrasında yetkililere sunulan, bölgeye ilişkin raporlara ve dosyalara yönelik bir geri dönüş alamadıklarının altını çizmekteydi. Bu kararnameye dair yorumların neler? Ne gibi bir inşa sürecini bizlere tanımlıyor?
Bahsi geçen kararnamenin en basit ifadeyle planlamayı devre dışı bırakan, bahsettikleri gibi “şehirleri yeniden ayağa kaldırmakla” uzaktan ya da yakından ilişkisi olmayan bir düzenleme olduğunu söyleyebiliriz. Kararname ile “planlar beklenmeksizin” inşa faaliyetlerine başlanacağı, planlardan bağımsız inşa edilecek yeni konut alanlarının yer seçimlerinin yalnızca yer bilimsel etütlere dayanarak yapılacağı beyan ediliyor. Tanımlanan sürecin anlamı aslında şu; yukarıda sıraladığımız adımların hiçbiri atılmadan, yalnızca birbirinden bağımsız konut alanları inşa edilecek. Bu sayede belki konut ihtiyacının hızlı bir şekilde çözülebileceğine dair bir algı oluşturulacak -konut ihtiyacı hızlıca çözülebilecek bile diyemiyorum çünkü geçmiş afetlerde yaşananları biliyoruz- ancak bu kentlerde ileride başka sorunların yaşanmasına davetiye çıkarılacak. Çünkü sonuç olarak sağlıklı bir kentsel yaşam için gerekli donatı alanları bütüncül bir biçimde sağlanmayacak, afet önlemleri bütüncül bir biçimde alınmayacak, afet bölgesindeki vatandaşların ihtiyaçları ve yerelin bilgisi dikkate alınmadan bina yığınları üretilecek.
Kararnamenin getirdiği bir diğer kritik uygulama ise bu süreçte yürütülen işlemlere itiraz yollarının kapatılması. Halkın karar alma süreçlerine katılımı zaten öngörülmezken, örneğin kamu yararına aykırı düzenlemeler yapıldığı tespit edildiğinde bunlara itiraz edilmesi ya da yargıya taşınması da engellenmiş oluyor.
Bunun dışında sizin de belirttiğiniz, mera ve orman alanlarının “gerekli görülmesi durumunda” yapılaşmaya açılmasının da önü açılmış durumda. Ancak bu gerekliliklerin etüt ve analizler gerçekleştirilmeden neye dayanarak belirleneceği konusundaki muğlaklık ve tüm bu işlemlerin denetim mekanizmalarından azade bir biçimde yürütülecek olması oldukça endişe verici. Depremden etkilenen coğrafya Türkiye’nin tarım topraklarının yüzde 17’sini barındırıyor ve örneğin geçtiğimiz günlerde Adıyaman’da tarım arazilerinin üzerine kurulmaya çalışılan yerleşimleri gördük. Bunun ne şehircilik ilkeleri açısından ne de yerleşime uygunluk açısından hiçbir izah edilebilir tarafı yok.
Kısaca bu kararname ile bizi bu felakete sürükleyen sistem daha vahşi bir biçimde uygulamaya konacak; yerelin ve bilimin dışlandığı, merkezi hükümet ve piyasa aktörlerinin insafına bırakılan, kapalı kapılar ardında yürüyen plansız bir kentleşme süreci işletilecek diyebiliriz.
Depremin ardından geçen bir aylık sürede depremzedelerin en büyük problemlerinden olan, temiz suya erişim ve geçici konaklama konusunda da kaosun içindeyiz. Geçici barınma alanlarının nasıl planlanması gerektiği ve şehirler özelinde nereye konumlandırılabilecekleri gibi akla ilk gelen soruların, ülkede meydana gelen her büyük afette bu kadar yanıtsız kalması konusunda neler düşünüyorsun? Şehir plancılarının, bu temel konulara ilişkin görevleri ve çalışmaları ne doğrultuda ilerliyor?
Bugün şahit olduklarımız çoğunlukla afet sonrasında yapılması gerekenler konusunda bilimi yok sayan bir anlayışın ürünleri. Şehir planlama disiplini açısından afetler öncesinde, sırasında ve sonrasında yapılması gerekenler oldukça açık. Örneğin depremin henüz beşinci gününde Şehir Plancıları Odası geçici barınma alanlarının yer seçimi ve yerleşimi konusunda oldukça kapsamlı bir rehberi kamuoyuyla paylaştı. Böyle bir çalışmayı bu kadar kısa bir sürede hazırlayıp paylaşmak mümkündü çünkü yapılması, dikkat edilmesi gereken bilimsel ve teknik kurallar belli. Benzer şekilde afet öncesinde ve sonrasında da izlenmesi gereken yollar açık. Fakat bugün tüm bu alanlarda yalnızca şehir plancılarının değil, tüm teknik ve bilim insanlarının sözleri yok sayılıyor gibi görünüyor.
Şehir plancılarının bu konuda alabilecekleri görevlerden aslında yukarıda da biraz bahsetmiştik. Afetler sonrasında geçici barınma alanlarının yer seçimlerinin yapılması, bu alanların güvenli biçimde kurulumunun sağlanması, afet bölgelerinde gerekli teknik inceleme ve etütlerin gerçekleştirilmesi, kalıcı konut alanlarının yer seçimlerinin yapılması ve bu yerleşmelere yönelik uzun vadeli, afete dirençli kentler inşa edilmesi için politikalar geliştirilmesi süreçleri şehir plancılarının ilgili diğer meslek alanları ile birlikte doğrudan görev alması gereken konular. Sürecin en başından beri başta meslek odamız olmak üzere bilim insanları, üniversiteler ve bu alanda çalışan sivil toplum örgütleri pek çok yol gösterici çalışma ve görüş yayınladı. Şehir Plancıları Odası olarak depremlerin hemen ardından insan gücü gerektiren konular dahil mesleki birikim ve emeğimizi sunmaya hazır olduğumuzu kamuoyuna ve tüm kurumlara açıkladık. Ancak meslek insanlarının sürecin dışında bırakılmaya çalıştığını görünce bu kez yapılması gerekenler konusunda bilgi paylaşmaya yöneldik. Bizler her ne kadar süreçlere dâhil edilmesek de bu süreçlerin doğru yürütülmesi konusunda çaba sarf etmek, karar vericileri ve toplumu bilgilendirmek zorundayız. Çünkü planlama süreçlerinin doğru yönlendirilmesi de bizim mesleğimizin etik ilkelerinden birini oluşturuyor. Dolayısıyla bizler sürecin nasıl işlemesi gerektiğine dair sözümüzü söylemeye devam edeceğiz.
11 ildeki yıkımı bu boyutlara taşıyan en ölümcül hatalardan olan imar affı, sadece tekil anlamda yapıların sağlığına zarar vermekle ve yapıların deprem direncini kırmakla kalmadı aynı zamanda büyük bir mülkiyet sorunu da doğurdu. Kentsel boyutta etkileri olan bu problemlerin çözümlerini aramaya nereden başlamalı? Konunun bir diğer ayağı da kentsel dönüşüm meselesi. İçinde bulunduğumuz kaotik ortam, sermaye ve rant odaklı kentsel dönüşüm projelerine verilen tepkileri haksız çıkarmaya yönelik bir fırsata da dönüştürülmeye çalışılıyor. Kentsel dönüşüm dâhilindeki mevcut tartışmaları nasıl değerlendirirsin?
Aslında her ikisi de afet öncesinde neler yapılması ya da neler yapılmaması gerektiğine dair sorular. İmar affı ya da yeni adıyla imar barışı ne yazık ki 10 yıllardır kullanılan politik bir mekanizma. Bugün yaşadığımız felaketi oluşturan zincirin yalnızca bir parçası. Kentsel dönüşüm ise Türkiye’de bugünkü uygulandığı hâliyle kentleri afetlere dirençli hâle getirmekle çok da ilişkisi olmayan yine politik bir mekanizmaya evirilmiş durumda. Aslında her ikisi de kamunun sağlıklı yerleşmeler üretme sorumluluğunu üzerinden attığı uygulamalar olarak yorumlanabilir.
Kentleri afetlere dirençli hâle getirmek farklı başlıklarda bütüncül önlemler almayı; kısa, orta ve uzun vadeli eylem planlarıyla, kurumların eşgüdüm içerisinde çalıştığı bir süreci kurmayı gerektiriyor. Örneğin bugün yer seçimlerini tartıştığımız geçici barınma alanları ve toplanma alanlarının önceden belirlenerek planlara işlenmesi, aynı şekilde acil tahliye yollarının tespit edilerek bahsettiğiniz gibi önlemlerin alınması, kentlerin altyapılarının buna hazır hâle getirilmesi gerekiyor. Kentlerin dayanıksız yapı stokunun güçlendirilmesi ya da yenilenmesi için bütüncül politikalarla kamu kaynaklarının yönlendirilmesi gerekiyor. Her yerleşimin ihtiyaçlarına, dinamiklerine uygun çözümlerin orada yaşayan kentlilerle birlikte üretilmesi gerekiyor. Bugün ne yazık ki bu konu tamamen piyasa dinamiklerine, müteahhitlerin eline bırakılmış durumda. İlan edilen “riskli alanlar” çoğunlukla afet riski üzerinden değil rayiç bedellerin yüksekliği, dönüşümünün maksimum kazancı getirmesi gibi kriterler üzerinden belirleniyor. Dönüşüm için sunulan alternatifler, yerinde dönüşümün mümkün olduğu yerlerde dahi nüfusu kentlerin yerleşilmemesi gereken orman alanları, tarım arazileri, su havzaları gibi doğal alanlarına taşıyarak bu bölgeleri yerleşime açmayı öngörüyor. Bizim özünde savunduğumuz akılla, bilimle ve kamu yararını önceleyen bir anlayışla insandan, doğadan vazgeçmeden yaşanabilir kentsel alanlar üretilmesi gerekliliği. Bu kolay demiyoruz ama imkânsız da değil.
Birçok meslekten insanın bir araya gelip, sürece yönelik ürettikleri projeler, fikirler olduğunu gözlemliyoruz. Bu biraz da kentsel mücadeleyle, toplumsal mücadelenin bir defa daha kesiştiği bir ortamı da doğurmaya gebe. TMMOB İstanbul Şubesi’nde Şube Yönetim Kurulu’ndaki isimlerden biri olarak meslek odalarının önemini bu süreç dâhilinde nasıl çizersin?
Kamu yararını önceleyen toplumsal mücadeleler bizim geçmişten beri içinde bulunduğumuz, her zaman gündemimizde olan bir başlık. Yalnızca İstanbul’da dahi yerinden edilme tehdidi ile karşı karşıya bırakılan, doğayı ya da kamusal mekanları savunan pek çok mücadelenin içerisinde yer alıyoruz. Meslek odaları bu süreçte öncelikle bilimsel ve mesleki bilginin aktarımı açısından önemli bir kaynak olarak işlev görüyor. Diğer yandan mücadelelerin hukuki düzlemde sürdürülmesi konusunda da pek çok adım atıyoruz.
Bu noktada şunu da eklemek önemli. Son günlerde özellikle Şehir Plancıları Odası’nın yürütülen kentsel dönüşüm süreçlerini davalar yoluyla engellediği gibi bir algı oluşturulmaya çalışılıyor. Bunların gündem değiştirme, sorumlu olunan suçu başkası üzerine atarak hedef şaşırtma stratejileri olduğunu biliyoruz. Biz bir meslek örgütü olarak yapılan işlemlerin şehircilik ilkelerine, planlama esaslarına ve kamu yararına uygunluğunu denetlemek zorundayız. Şimdiye kadar felaket yaratan bu sistemin bir parçası olmuş, üzerine düşeni yapmamış olanlar bu kez kamuoyunu yanıltarak suç işliyorlar.
İstanbul’da çoğu rant projesine karşı, kent dayanışmalarıyla yıllar içinde oldukça etkili mücadeleler verilmişti ve hâlâ da verilmekte. Bu şehirlerdeki yapılaşma planlarında halkın sesinin görünür kılınmasının son dönemlerdeki belki de en etkili yoluydu. İstanbul’daki bu pratik, depremden etkilenen 11 ilde, bir yılda ayağa kaldırma çalışmalarındaki problemlere yönelik verilecek mücadele konusunda bizlere ne gibi şeyler öğretti sence?
Öncelikle şunu söylemek gerek, hangi alanda mücadele veriyorsanız verin, örgütlü olmak her zaman bir kazanım. Kamuoyu oluşturarak sesinizi duyurmak konusunda sağladığı avantajın yanı sıra birlikte mücadele ediyor olmanın verdiği güç de başka. Örgütlülüğün avantajını yaşanan depremler sonrası yardımların organizasyonu konusunda dahi gördük.
Diğer yandan anaakım tartışmalarda yer bulamayan sorunların gündeme getirilmesi ve çözüme kavuşturulması için de bu mücadeleler büyük önem taşıyor. Örneğin bugün olduğu gibi 1999 depremi sonrası da devlet yalnızca mülk sahiplerine yönelik çözüm önerileri sundu. Depremden etkilenen ve bulundukları kentleri terk etmek istemeyen kiracılar ise sürecin tamamen dışında tutuldu ancak örgütlendiler. Barınma hakkı üzerinden uzun yıllar süren mücadele sonucunda Düzceli kiracı depremzedeler TOKİ’nin kendilerine bir arazi tahsis etmesini sağladı ve bu arazi üzerinde bugün depremzedelerin katılımıyla tasarlanmış ve inşa edilmiş Umut Evleri bulunuyor. Bence benzer mücadeleler önümüzdeki süreçte de bizleri bekliyor.
Korkunç bir yıkım yaşadık. Acımızı, yasımızı birlikte yaşarken sorunlarımızı da ancak omuz omuza vererek çözebileceğimize inanıyorum. Bizler hem bu ülkenin vatandaşları hem de meslek insanları olarak kentlerin tüm bileşenlerinin; insanların, doğanın, canlıların, kültürel mirasın korunarak kentlerin yeniden ayağa kaldırılabilmesi, yaşamın yeniden kurulabilmesi için elimizden geleni yapmaya devam edeceğiz.