Arşivden: Anderson’dan Masallar – Paul Thomas Anderson

Daniel Day-Lewis’in emekliğe ayrıldığı 2017 tarihli Phantom Thread filminden sonra uzun metraj projelerine bir süre ara veren yönetmen Paul Thomas Anderson, yeni filmini nihayet duyurdu. Henüz ismi açıklanmayan ve 2020’de çekilmeye başlayacak film 70’lerde geçecek ve aynı zamanda profesyonel bir oyuncu olarak çalışan bir lise öğrencisinin hayatına eğilecek.

PTA’nın yazıp, yöneteceği ve aynı zamanda prodüktörlüğünü de yapacağı film, kendisinin Boogie Nights, Magnolia ve Punch Drunk Love filmlerine de ev sahipliği yapan, California’nın San Fernando Valley bölgesinde çekilecek. Phantom Thread sonrasında Thom Yorke’un ANIMA isimli görsel-işitsel albümünün ve HAIM grubunun “Now I’m in It” ve “Summer Girl” parçalarının yönetmenliğini üstlenen Paul Thomas Anderson’nın yeni filmini heyecanla beklerken, Melikşah Altuntaş’ın Bant’ın 2008 tarihli 40. sayısında, There Will Be Blood filminin çıktığı dönemde kaleme aldığı yazıya dönüyoruz.

Anderson’dan Masallar 

Yazı: Melikşah Altuntaş
İllüstrasyon: Didem Çabukel – Cem Dinlenmiş

Son 15 yıldır, hiç beklemediğimiz anlarda saldırıp, hepimizi delik deşik eden P. T. Anderson, bıçağının ucunu bir kez daha bilemiş, üzerimize geliyor. There Will Be Blood filmiyle mest olmadan önce, yarattığı nefis karakterleri anıp, harap edici dünyasına keskin bakışlar fırlatmanın tam zamanı…

Acı içinde oradan oraya sürüklenirken, bir damla huzur için her şeylerini feda etmeye hazırlar. Bir parça mutluluk arıyorlar ve kokusunu aldıklarında oradan kaçıyorlar. Yani durum biraz çelişkili. Her birinin içinde farklı fırtınalar kopuyor çünkü. Mutsuzluk eğilimleri ve perişanlık takıntıları var. Kendilerini bir şekilde kötü ediyorlar ama hâlâ umutları var. Bu dünyadaki varlıklarına pek değer biçmiyorlar ama hepsi de kendi canını alacak kadar cesur değil. Mutsuzlukları konusunda sorumlu tutacakları birileri ya da bir şeyler muhakkak var. Temiz bir sayfa açmak için fazla yorgun hissediyorlar…

Yukarıda sözü edilenler, büyük bir salonu dolduracak ve muhtemelen birbirlerine ürkek ve kırılgan bakışlar atacak bir grup hayali karakterin halet-i ruhiyesi. Karakterlerin kurgusal kaynakları ise Paul Thomas Anderson’ın (nam-ı diğer PTA) zihnine dayanıyor. Bir avuç dolusu çaresizi bir film makarasına hapsedip, onlarla istediği gibi oynayan, ama sonlara doğru kusmaya başladıklarında saçlarını tutacak kadar da nazik bir masal anlatıcısından söz ediyoruz. Masal dediysek, gözünüzün önüne, sonunda baş iyinin kazandığı, ibret verici öyküler gelmesin. PTA’nın ne ibretle ne de hakkını vermekle işi olmaz. Onun tek derdi hayatta var olan bazı acılardan söz etmek ve mümkünse birtakım pratik çözümler üretmek. Bunu yaparken can yakmamak gibi bir garanti vermediği gibi, olası duygu patlamalarının altına da muz kabukları seriyor…

Varolmanın dayanılmaz ağırlığı
PTA, bugün 37 yaşında bir sinemacı. Kendine ait acıları ve hayal kırıklıkları var. Muhtemelen biraz içe dönük bir insan. Kırılgan karakterler yaratıp, arkalarından nanik yapıyor olma ihtimali hayli yüksek. Bir yandan da son derece aklı başında adımlar atıyor. Her şeyden önce nasıl etkileyici olunacağını iyi biliyor. İnsanları etkilemekle ilgili bir derdi olup olmadığını bilmiyoruz gerçi, ama o film çekerken birilerinin dünyasını sarsıyor oluşu doğal bir devinime hizmet ediyor olmalı. Herkesin etrafa gülücükler dağıttığı bir mekândan bile boyundan büyük hüzünler çıkarmayı başarıyor. Yeri geldiğinde ise karanlığın ortasındaki tüm olumsuzlukları ateşe verip, ışığında dans ediyor.

Magnolia’da Julianne Moore’un canlandırdığı Linda Partridge, kafası karışık bir kadın. Zengin, ama ölmek için yatağında bekleyecek kadar yaşlı bir kocası var. Elbette ki onunla parası için evlenmiş. Bir şekilde kendini bir hedefe şartlamış. Bir gün kocası Earl ölecek ve o, çok güçlü ve bağımsız bir kadına dönüşecek. Bu, önüne koyduğu öylesine keskin bir hedef ki yaşadığı başka hiçbir duyguyu hissedemeyecek kadar sağır olmuş. Linda, tam mânâsıyla bir bütün gibi hissedebilmek için birilerinin ya da büyük bir şeyin varlığına ihtiyaç duyan basit ve önemsiz bir kadın. Kendini hazırladığı ve ulaşmasına ramak kalan hedefi vurmaya yakın, derin bir boşluğa düşüyor. İçindeki derin mezarlarla yüzleşiyor. Sadece sağlam bir kaya olarak konumlandırdığı Earl’ün, aslında âşık olduğu adam olduğunu idrak ediyor. O güne kadar önemsizliğini gözüne gözüne sokmuş insanlara başkaldırmayı öğreniyor. İlaç almak için girdiği eczanede karşılaştığı iğneleyiciyi bakışlara meydan okuyor. İnsanlara sadece öylesine bir bakıp, onları ufacık bir mimikle yerin dibine sokanlara, herkesi kafasına göre yargılayanlara, içini büyük yarıklarla dolduranlara işte en sonunda meydan okuyor. Sonra arabasının güvenli koltuklarına sığınıp, gözlerini yumuyor…

Boogie Nights’ta William H.Macy’nin hayat verdiği Little Bill, sarsak bir adam. Karısı ünlü bir porno yıldızı ve endüstrinin lokomotiflerinden biri. Her gün gözünün önünde başka adamlarla sevişiyor. Bill bu durumdan hiç de hoşnut değil ama sesini çıkarırsa her şeyin dağılacağından korkuyor. Normal şartlarda onunla ilgilenme olasılığı oldukça düşük bir kadının kocası olmak, altından kalkamayacağı kadar büyük bir eziklik yaratıyor bünyesinde. Orada olmak, iğrendiği şeylerin bir parçası haline gelmek, midesine kocaman kramplar sokuyor. Sanki orada yokmuş gibi davranmaktan bıkmış, görmezden gelinmekten sıkılmışken, dünyada neden var olduğunu düşünüp, münasip bir yanıt da bulamıyor. O halde hoşlanmadığı şeyleri sona erdirmenin vaktidir diye düşünüyor ve gerisi bildiğiniz “Bye bye life! Goodbye loneliness…” hikâyesi…

Kan çıkacak!
PTA’nın öykü yaratmadaki becerisi yalnızca derinlikli karakter yaratmaktan da ileri gelmiyor. Şu verdiğim iki örnek, kalabalık yapraklı bir çiçeğin iki soluk parçasını oluşturmakta. PTA, çok sesli filmlerin, kendinden pek emin maestrosu. Onca karakterin, türlü hikâyesini tek bir merkezden yaymadaki becerisi, biraz da oluşturduğu sağlam çatılar ile alakalı. Filmlerinin dramatik yapıları öylesine yıkılmaz, ona hizmet eden diğer tüm aksesuarlar öyle düzgün monte edilmiş ki, herhangi bir çatlak oluşması ve bunun büyük bir sarsıntıya sebebiyet vermesi mümkün değil. Yani PTA, çok iyi bir yazar olmanın yanı sıra, harika da bir yönetmen aynı zamanda.

Şu sıralar onun son derece parlak bir yönetmen olduğuna dair inancımızı güçlendiren bir filmle adından söz ettirir durumda. İlk kez kendine ait bir metin yerine bir başkasının yazdıklarını uyarlamayı tercih ediyor PTA, yılın olay filmi There Will Be Blood’dta. Upton Sinclair’ın çok satan Oil! romanını uyarlama fikri yıllardır kendisini meşgul eden, bitmek bilmez bir uğraş olmuştu. Punch-Drunk Love filminin ardından gelen beş yıllık boşluk da bundan ileri gelmekte. PTA, bu arayı iyi bir şekilde değerlendirdiğinin ve dersini çok iyi çalıştığının sinyallerini çoktan verdi. Üstelik Daniel Day-Lewis gibi zor ve seçici bir oyuncuyu da proje aşamasından beri heyecanına ortak etti. Dolayısıyla beklenti hanemiz oldukça artılı. Batıdan gelen yorumlar da yabana atılmayacak övgülerle dolu. Filmin dört başı mamur bir küçük başyapıt olduğuyla ilgili fısıltılar ise kulaktan kulağa gezmekte.

Paul Thomas Anderson’ın şu saatten sonra bizi hayal kırıklığına uğratma olasılığı oldukça düşük. Hayal kırıklığına uğramış karakterlerini bağrımıza basmaya ise her zaman hazırız. 900’lü hatlara bağımlı bir sosyopat, babası tarafından olmadığı birine dönüştürülmeye çalışılan dâhi bir çocuk, 70’lerin cinsel özgürlüğünde kaybolmuş bir beden ve zora düşmüş büyük sigara fabrikası patronu… Ne olursan ol, gel. Anderson’ın soğuk ama düşünceli gerçekliğinde muhakkak bir izdüşümü bulacaksın.