Arşivden: Aylaklık hakkımız

Modern tarihin o nadide anlarında özgürlüğüne kavuşan köleler, serfler ya da sömürülen insanlar hiçbir zaman gidip de ücretli işçi olmayı seçmediler.” Micheal Denning’in bu özlü ifadesi durumu iyi özetliyor. Zira toplumsal açıdan zihnimize kazınmış olan, doğru addettiğimiz, sorgulamadığımız, ancak tarihin belli bir döneminde hakikat kutumuza girmiş bir düstur var: “Hayatını kazanmak zorundasın.” Oysa ücretli iş dediğimiz olgunun, yani mesai ve ücret kardeşliğinin genelgeçer bir sistem hâline gelmesinin tarihi en çok iki yüz sene geriye gidiyor.

Bu dosya, Bant’ın Temmuz-Ağustos 2011 tarihli 66. sayısında yayımlanmıştır.

İşgücü denen melanet

Amerikan İç Savaşı’ndan önce, kölelerin özgürlüğüne henüz kavuşmadığı 19. yüzyılın ilk yarısında, mısır ve pamuk üreten büyük toprak sahipleri zencilerden “tembel ırk” diye bahsetmeyi gelenek hâline getirmişti. Oysa Afrika’nın tropik ve bolluk içindeki hayat şartlarından gelenler aslında bildiğimiz anlamda “çalışma”nın ne olduğunu bilmiyorlardı. Ekmek gibi temel ihtiyaçların bedava olduğu Mali Krallığı’nda günde bir iki saat uğraşarak “hayatta kalmak” mümkündü. Aslında antropolog Bob Black’in deyişiyle bu türden bir hayat “işe amade değildi”, tersine “ludenik” (oyuncu) bir kisveye sahipti. Avlanmak, içki eşliğinde tarımla uğraşmak ve meyve toplamak insanlara bir külfet gibi gelmiyordu. İş ve hayat birbirinden kopmamıştı. Amerikan İç Savaşı’ndan sonra ücretli çalışma hakkını kazanan siyahların büyük kısmı kuzeye, Chicago ve Detroit gibi sanayi kentlerine giderek 14 saatlikt işgününün sultası altında özgürlüklerini tatmaya başladılar. 19 yüzyılda, işgününü ortaya çıkaran bu büyük dönüşümü Karl Marx iyi özetliyor: “Normal bir işgünü” (ein Normalarbeitstag) aslında tarafları üç aşağı beş yukarı emekçiler ve kapitalistler olan uzun süreli bir iç savaş sonunda yaratılmıştır. Böylece o debdebeli ‘insanlığın devredilemez hakları’nın yerini yasalarla sınırlandırılmış işgününün mütevazı Magna Carta’sı aldı.”

Yazı: Ulus Atayurt

Siyahların kuzeye akın ettiği o yıllarda, New York ve Paris gibi para merkezlerinde artık yeni bir sınıf ortaya çıkmıştı: “İşçi sınıfı.” 1886 yılında, Chicago’da 14 saatlik işgününe isyan eden işçiler meşhur Haymarket olaylarına sebep vermiş ve polis işçilerin bu haksız taleplerine ateşle karşılık verip birkaç düzine insanı öldürmüştü. Batı’nın büyük şehirlerinde ortaya çıkan bu ücretli köleler daha 1848 yılında Paris’i (o zaman nüfusu 1,8 milyon olan kentin yaklaşık 500 bini ücretli işçiydi) ele geçirmiş ve mülkiyeti kaldırmaya çalışmıştı. Amaçları daha az çalışmak ve insanlığın müşterek üretiminden daha fazla pay almaktı. O dönemde olayları yakından izleyen Marx hevesle şu genellemeyi yapıyordu: üretici güçler toplamının kapitalizm koşullarında gösterdiği gelişme, zorunlu çalışma zamanlarının kısaltılmasıyla insanın doğal şartların egemenliğinden kurtulmasının, yani özgürleşmenin imkânları gerçekten var eder. Ona göre modern otomasyon ve üretim bilgileri sayesinde, eğer mülkiyeti de ortadan kaldırabilirsek, her insanın kendini geliştirmesi, hayattan epiküryen bir zevk alması için yeteri kadar zamanı ve aracı olacaktı.

Marx bunları yazarken dünyada muazzam bir gelişme oluyordu. Fotoğraf makinesi, tren yolları, tekstil sanayii, her eve ulaşan matbu eserler… Bir yandan da kırsal alanda yaşayan insanların topraklarına el konuyor, ya da ödeyemeyecekleri vergilerle evlerini terk etmeleri sağlanıyordu. Şehirlere gelen bu insanlar dünya tarihinde gerçekten de ilk defa “sabah dokuzda işbaşı yapmaya” başlıyorlardı. 19. yüzyılın bu muazzam atılımı ilerleyen yıllarda devam etti. Banal ve zorakî işgünü 19. yüzyılda hayatımızın bir gerçeği hâline geldi. Öyle ki, İşsizlik (unemployment) kelimesi İngilizce’de ilk olarak 1887 yılında kullanıldı. Fransızcadaki karşılığı chômeur ya da Almancadaki eşanlamlısı arbeitslosigkeit da aynı dönemde dolaşıma girdi. Tarihte İşsizlik kitabının yazarı John Garraty, Marx’ın bile 1844 Elyazmaları’nda Unbeschäftigten, yani Meşgul Olmayanlar terimini kullandığını aktarır. 19. yüzyılın bu muazzam atılımı ilerleyen yıllarda devam etti. Bugün nanoteknoloji gibi ileri bilim atılımları sayesinde insan ömrünün 120 seneye çıkmasından, bilgisayarlar hızının onlarca kat artmasından, çevreye zarar vermeden elektrik üretiminin mümkün olmasından bahsediyoruz. Ama yine de çoğumuz, günde 8-10 saat hayatını kazanmak zorunluluğuyla karşı karşıya. Sovyet komünizmiyle “üçüncü dünyadaki” özgürlük hareketleri arasında kalan Avrupa’da, II. Dünya Savaşı sonrasında refah devleti modeli yaratılmış ve haftalık çalışma saatleri 35’e kadar indirilmişti. Hattâ 20’li sayılar bile sol iktisatçılar tarafından açıkça zikrediliyordu. Peki ne oldu? Mülkiyet ve kâr hırsı, çoğu zaman da silahlı şiddetle kol kola galebe çaldı. Marx’ın istediği “o mükemmel gün” henüz gerçekleşmedi. İnsan henüz ortaya çıkmadı, ama üstadın gösterdiği istikamet hâlâ mümkün: “Yabancılaşmış bir faaliyet olarak ücretli emeğin ortadan kaldırılması komünist programın en asli unsurlarından biridir. Bu program, haftada 40 saat çalışmaya, sabahları kulakta çınlayan alarm saatine, iş aramanın psikolojik şiddetine, sardalye balıkları gibi istiflenip metroya binmeye, mesainin cehennemvarî tekdüzeliğine, özel mülkiyete, insanın insan tarafından sömürülmesine karşıdır. İşte bizim tüm gücümüz, bilgimiz çalışmaktan azade bir toplum yaratma kararlılığımızda, insanlara zamanlarını insanca uğraşlarla geçirmeleri için bir imkân sağlamak hedefimizde yatar.”

Bugün aylaklığın, insanca yaşamın tadını çıkarma şansına hâlâ sahip ilkel toplumlar işgününün dehlizlerine çekilmeye çalışılırken, zaten o dehlizlerdeki bizler de oradan çıkışın hayalleriyle yaşıyoruz. Bu dosyada çalışmamayı hayal edebilen hem ilkellere hem de modernlere baktık. Aylaklık hakkımızı unutmayalım diye.

Bir savaş çığlığı Kararão!

Yıl geçmiyor ki, Amazon’da “insanlığın geri kalanıyla temas etmemiş” bir kabile bulunmasın. Ancak o temas tez zamanda gerçekleşiyor. Hem de çoğu kez yerlilerin topraklarına kurulan barajlarla, GDO’lu üretim için yok edilen yağmur ormanlarıyla, gen avcılarıyla getiriliyor medeniyet bu bakir topraklara. “Primitif” toplumun, doğanın verdiği nimetlerle binlerce yıldır sürdürülen “aylak” hayatı birkaç ayda bitiyor. 

Yazı: Barış Çakan

Bre baldırı çıplak ilkel köylüler, bre gelişimin önünü tıkayan demagoglar, hain popülist düzenbaz aylaklar sizi… Öyle veya böyle mühendislerimizin projelerine, bilançolarımızın kar marjinlerine, en olmadı kurşunlarımızın hedefine kurban olacaksınız. Var mı?

Var. 

James Cameron’un özel davete ihtiyacı mı var, yoksa gerimiz mi dar, ne var? Geçen sene Brezilya’ya “gerçek Na’Vi’leri (Avatar şirinleri) görmek”, seslerini duymak için çağırılan ünlü yönetmenin Belo Monte Barajı’nın yapımına karşı duruşu ses getirmişti. Ne var ki rastgele bir ülkeye, özellikle de Amazonlarda, haritada parmak bassa ve yola çıksa benzer bir çok hikâye görürdü. Tüm kopan gürültüye rağmen hikâyelerin sonlarının benzerliğini de. Hayır, ağbim güzel yerdesin de, senin vicdanın tatmin oldu mu onu merak ederim. “Kullanım”ın hiçbir şey, “kâr”ın her şey olduğu kapitalist düzenin ahlaksız ve gayrıinsanî genlerinde ekolojik soykırım vardır zaten. Spesifik gelme, büyük gel, ne korkarsın?

Konumuz aylaklık iken ve nefis tarihi, antropolojik yazılarla bam teline vurulurken nasıl bir çukura yuvarlandım böyle sahiden? Neden Cameron’a, elin ünlülerine sarıp, Sting’den girip Bono’dan çıkasım, kim kimi neden kurtarıyor diye sinirlenip sövesim var? Batı hep zeki, hep uygardır, moderndir, hattâ o kadar moderndir ki “post”unu çıkarır, kendi kendini bozar gibi görünür, vicdan muhasebesini bile hep galibiyetle bitirir. Bu yüzden aynı şeyi söyleyemez Batılı olmayan, kelimeler kendinin olsa bile. Sinirde fayda yok, dur bakalım, hayat bir nefesle başlarmış, derin bir nefesle virajı almalı.

Elbette tablo karanlık, çürük, yıldırıcı hattâ. Brezilya’da son 20 yılda 1150 yerel aktivistin öldürüldüğü bilgisinin yanına bu cinayetlerle ilgili toplam 80 kişinin yargılandığı ve 15’inin hüküm giydiğini vererek canavarın ağzından akan kana bulaşalım. Yerliler, aktivistler, aslında genel olarak temel hak ve özgürlüklerini savunan her kimse eğer, zaten bilir ki kan ve ateşle tehdit edilecek, yıldırılmaya, korkutulmaya çalışılacak. Bir de üstelik “gelişim yanlısı” erk tarafından vatan haini ilan edilecek. Hele sadece doğruları konuşan, tuhaf giysiler giyinmiş “otantik” insanlarsanız, heyhat, hiç insan yerine konmayacaksınız. 

Belo Monte Barajı projesinin 80’lerdeki adı Kayapó dilinde bir savaş çığlığı olan Kararão imiş, sonradan estetik ameliyat geçirmiş. Kayapólar bölgede yaşayan kızılderili halklarından biri, “Sonuna kadar mücadele edeceğiz, gücümüz tükenene kadar” diyorlar. Düzenli olarak bir araya geliyor, davetlerine iştirak etmeyen ve kendilerini muhatap almayan devlete rağmen seslerini duyurmak ve dünyadan yardım istemek için çaba veriyorlar. Bir mahkeme barajı çevre ve kültür faktörlerine aykırı olduğu için durdurur, bir üst mahkeme aşağı yukarı “fark etmez” diyerek devam ettirirken umutlarını kaybetmiyor, davadan vazgeçmiyorlar. Üstelik ayıp bu güzel insanlara yapılmıyor sadece. Baraj sonrası artacak madencilik ve otlak arazi yaratılması süreçlerinin elbette ciddî bir şekilde etkileyeceği yağmur ormanlarının tüm dünya sakinleri için ifade ettiği öneme girmiyorum bile burada. Ama tarihin hem en pahalı hem de en verimi düşük barajlarından biri olmasıyla tüm Brezilya halkının vergilerine de pandik atılıyor esasen.

Ah be mühendisim, canım mühendisim, seni âlet ettiler ne kadar pis oyun varsa. Halbuki Prof. Claude Levi Strauss usta ne güzel de ayıklayıverdiydi ta seneler önce (1962, Pensées Sauvages). “Brikolör”ü koymuştu mühendisin tam karşı yakasına. Tam karşılığını bulamadım, icat da etmeyeyim ama, elleriyle çalışan, eli maharetli mi desem bilemedim, İngilizce karşılık olarak “handyman” fena değil. Ünlü antropoloğun brikolör ile mühendis arasında tanımladığı fark bize dünyamızla ilgili başka birçok şeyi de anlatıyor aslında. Mühendis kendine belli işler için özel âletler üretir, brikolör ise az sayıda âletle birçok farklı iş görür. Ne de olsa mühendisin dünyası açıktır, projesini gerçekleştirmek için ne gerekiyorsa bulur veya yaratır, bütüncül yaklaşır ve bitirir, ne olursa olsun. Oysa brikolörün dünyası kapalıdır, sınırlı bir materyelle ihtiyaçlarını karşılayacak düzeni kurar. İşe yaramayanları değiştirir ve başka bir işe yaramasını sağlar. Doğaya rağmen var olmaz brikolör, ilkeldir ne de olsa. Oysa modern olan, bilimsel olan uygardır, gerekirse soyunu beller doğanın. Afrika’yı kurutan, bizi hormona, antibiyotiğe, kimyasal gübre ve ilaçlara mahkûm eden tarım bilimciler örneğin, büyük ihtimalle iyi niyetli bilim insanlarıydı. Oysa tarımın özü brikolajdır, el emeğidir, şartları zorlamak, üretimi-tüketimi maksimize etmek değil bilgece adapte olmaktır. Marifetli olmanın ötesinde brikolör’ün bize anlatması gereken, farklı farklı ihtiyaçlara çözümler üretirken etrafını ilelebet değiştirmemek. Bu yazının aylaklığa yapacağı övgü de burada zaten, bilim karşıtı olmak gibi bir açmaza düşmek için anlatmadım bunları. Kapitalizm öncesinde “boş” zaman ile “iş” zamanı arasındaki büyük fark aslında bu marifet hikâyesine bağlanmıyor mu?

Kapitalizmin ağaları bu gelişim balonunu bize yedirmek zorunda, çünkü ülkelerinde üretim de, tüketim de tıkandı, bir noktada mutlaka kârlar düşer, ücretler artar, eşyanın tabiatı bu. Biz ikinci boğaz yapmasak; diğeri doğayı, insanı hiçe sayarak baraj yapmasa; öteki nükleer enerji diye yırtınmasa; kim kime ne kredisi verecek, ekipman satacak, borç faiziyle geçinecek? Elbette vahşice devam edecek yoluna canavar, malûm akreple kurbağa hikâyesi gibi, doğal kaynaklar ve pazarlar için çarpışacak, zehiri bitene dek. Yalnız doğa insandan önce vardı, insan da kapitalizmden önce. Bu sistem nalları diktiğinde insan yine olacak. Üstelik distopya vizyonlarından ve muhtelif doğal felaket senaryolarından anladığımız üzere hayatta kalması en mümkün olanlar sağlam brikolörler olacak!

Çevreci diye bir şey olabilir mi? Bre olmayan neci o zaman? Çevrecilerin endüstriyel üretimle olan ilişkileri de bir araştırma konusu sosyologlar için. Gördüğümüz gibi endüstriyel üretim ve niteliksiz tüketimi eleştirmeden çevreci olunabiliyorsa, biz zaten değiliz. Mahallenden başla tamam da, büyük ölçek haritalarda senin mahallelerin tümüne bakanlardan ayırma durumu. Oysa Brezilya’da, Peru’da, Ekvator’da, Honduras’ta çevreci, aktivist filan da olmayanların kavgası net. O, bildiği şekilde, bildiği yerde yaşamaktan başka bir şey istemiyor. Mecbur değil çünkü her şeyini terk etmeye, değişmeye, sisteme dâhil olmaya. Ancak işte o, gerçek bir direniş sergiliyor, ki kanını canını ortaya koymaktır bu, tenekeyle plastikleri farklı kutuya atmak değil. Peru’da olaylar çıkıp da haber niteliği kazanmasaydı eğer, emsal olacak mahkeme kararı ve düzenlemeler gerçekleşir miydi? 40 yıldır petrol çıkarılan Quechua bölgesi yerli federasyonu lideri Dahua’nın zaferinin ardından söylediğine göre ilk kez devlet yetkilileriyle doğrudan iletişim kuruyorlar. Belo Horizonte Barajı için de davalar bitmiyor diyecekken son dakika bir James Cameron röportajı: “Kayapólar savaşacak.” Savaştan kastı da bildiri dağıtmak, basın açıklaması yapıp dağılmak değil. Ünlü yönetmen, bu bölgede en az 25 bin kişiyi yerinden edecek barajın yapımına karşı bölgedeki en savaşçı kabile olarak bilinen Kayapóların omuzlarını silkip önlerindeki maçlara bakmayacaklarını hatırlatıyor. Demem o ki, yerli toplumların hakları aslında üretimden tüketime, Brezilya’dan Karadeniz’e, okyanustaki çöp tarlasından tarladaki petrol bazlı ilaca hepimizi her yerde her an etkileyen bir mesele. Yoksa bakıyorum kimileri hâlâ boncuktan, kemikten, elişinden bahsediliyor gibi takılmakta.

Babil’de on yıllardır sorun var. Bir şeyler yapmamak gerek…

Boş zaman dediğimiz aslında eni konu bir dayatma, “dolu” ve çalışmayla geçen zamandan arta kalan, onun ruh ikizi bir sıkıntı hâli. Geçtiğimiz yüzyılda bunu fark eden birbirinden ayrıksı iki akım farklı yöntemlerle “modern hayatın” dayattığı bu ikilemi aşmaya çalıştı. Rastafariciler ve Durumcular’a kulak verelim.

Yazı: Berna Göl

Bugün hâlâ varlığını koruyan ve hattâ kendini pekiştirmeye devam ettiği iddia edilebilecek Rastafari kültürü, 1900’lerin başlarından itibaren Babylon’u, daha doğrusu metaforik bir Babylon’u karşısına almıştı. Babylon eninde sonunda insanlığın başladığı yerdi, ama aynı zamanda iş bölümünün ve farklı sınıfların ortaya çıktığı acımasız bir dünyanın başlangıcıydı. Babylon, Rastafariler için özgürlüğün yitirilmesi anlamına geliyordu. O, koskoca bir Batı kültürünün, önüne gelen her şeyi kontrol etmeye güdümlenmiş sert bir sistemin adıydı. Bu sistemde insan çalıştırılırdı, birbirine ve yaptıklarına yabancılaşırdı, kullanılırdı, yeri geldiğinde sevdiklerine bile ihanet edecek bir hale getirilirdi. Ama Orta Amerika’nın küçük adası Jamaika’da birileri köleliğe ve onunla beraber dayatılanlara bu şekilde isyan ederken kendilerini Babylon’dan korumaya çalıştı; onun ne olduğunu artık tanımlamışlardı, geriye çalışmayı ve zamanlarının kontrol edilmesini reddetmek kalıyordu. Bazıları kent hayatını reddedip, kentlerden kaçıp kendi düzenlerini yaratmaya çalışırken bazıları da kentin ortasında duyulmayacak kadar düşük frekanslarda baslı müziklerle dev kolonların önünde dans edip duruyorlardı.

Babylon’un içindekiler arasında da birileri geçen yüzyılın ortalarında olan bitenden oldukça huzursuzdu. Rastafari kültürünün dünyanın başka bir köşesinde müzikle vücut bulma süreci devam ederken, Avrupa’nın ortasında da birileri İkinci Dünya Savaşı’nın dehşetinin ardından bir başka dehşet içinde olduklarını fark etmişlerdi. Avrupa savaş sonrası yeniden inşa ediliyordu, ve bu yeniden yapılanma mevcut sistemin kendini çelişkileriyle beraber daha da çok eleverdiği bir dönem oluverdi. Bu hızlı bir modernleşme süreciydi, kentlerdeki alışılageldik düzen yerinden ediliyor, adetâ yabancılaşmanın tanımı yapan soğuk kentler ortaya çıkıyordu. Daha sonra 50’lerde kendilerine Durumcular (Situationists) diyecek olan ama 40’lardan itibaren kendilerine Harfçi ve daha sonra Harfçi Enternasyonel (Letterist Internationale) olarak başlayan, Fransa’nın bu dönemdeki değişimini yaşayan bir grup, bu süreçte düşmanını ve onunla baş etmenin yöntemlerini aramaya başladı. Sürrealistlerden ve Dada’dan etkilenen, oldukça ilginç eylemlere ve olaylara imza atan Harfçiler önce ücretli çalışmaya karşı çıktı. Onlara göre ücretli çalışmaktan arta kalan boş zaman bir dayatmadan ibaretti; televizyon programları karşısında ya da stadyumlarda geçirilen ve tüketime indirgenmiş sefil bir zamandı o boş zaman diye dayatılan şey. Ama aslında boş zaman “gerçek devrimci” bir meseleydi. Eğlencenin olgunlaştırılması, hattâ hiçbir şey yapmadan yıllar geçirilebilmesi hayatî bir önemdeydi. Harfiçiler bunun olabileceği başka bir kent kurgusu, yeni bir mimarlık, başka bir hayat hayal etmeye başladı. Kentte insanları hayal kurmaya sevkeden, onları aşktan korumayan, aksine unutulmuş arzularına ışık tutan ve heyecanlanmaya teşfik eden mekânlar olacaktı. Bu kentin sakinleri kentin farklı bölgeleri arasında sürükleneceklerdi. Sadece sürükleneceklerdi.

Ve işte böylelikle, ünlü Durumculardan Hollandalı Constant Nieuwenhuys’un New Babylon adını verdiği projesinin fikirsel temelleri ortaya atılmıştı. Ressam Constant’ın dostu mimar Aldo Van Eyck’in yanında geçirdiği zamanlarda topladığı bilgilerin de yardımıyla 50’lerin sonlarında New Babylon projesi üzerinde çalışmaya başladı. New Babylon’da gerçek hayat sokaklardaydı. Her şey değişkendi, süprizlerle dolu olmalıydı. Önemli olan karşılaşılabilecek ve deneyimlenebilecek durumlardı. Değişken durumlar. Yapılı kent çevresiyle boşlukları arasında ihtimaller ve karşılaşmalar ortaya çıkacaktı.

Constant senelerce çok sayıda maketle uğraşmış ve bu maketlerin farklı noktalarında neler yaşanabileceği üzerinde durmuştu. Kısacası, sonsuz ihtimalin mekândaki karşılığının ne olduğu sorusuna cevap aradı. Kent hayatının evlerin veya arabalarının içinde geçmemeliydi, kent boş zamanın olmalıydı. Bütüncül bir kenti oluşturmak için sanat yeterli değildi; sanat, ihtimalleri, değişkenliği ve hayal gücünü teşvik etmekle uğraşmalıydı. Oluşturulan mekânlar farklı iklim, ışık ve boşluklarıyla değiştirilebilir olabilirdi. İnsanların zamanla olduğu kadar mekânla olan ilişkileri de esnek olacak, kimse başladığı yere dönmek zorunda olmayacak, aksine, mümkün olduğu kadar göçebe bir hayat sürdürülebilecekti.

Bugün, Avrupa da dâhil olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde yüzbinlerce Rastafari olduğu tahmin ediliyor. Ve onlar bize özgürlüğün en basit tanımlarından birini sürekli hatırlatıp durmaya devam ediyorlar. Siyahî isyanın en köklü oluşumlarından birini –tabiî ki en çok da müzikleriyle– beyazlara, Batılılara, Babylon’dakilere ulaştırmayı başarıyorlar. Babylon’dakilerse kendi iyilikleri için, galiba bu sese, ona kulak vermekten daha fazlasını borçlular. Yeni Babil’e giden yollardan biri eski Babil’le yüzleşmekten geçiyor olsa gerek.

Şehirde aylaklık ciddiyet ister

Batı’nın nice şehirlerinde, biri insanların en kadim geleneğinden, kendin ekip biçip yemekten, diğeri de 1800’lerin insan gücüyle hareket eden araç sevdasından feyz alan iki hareket, insanlararası ilişkileri yiyip bitiren bir sisteme karşı durmaya çalışıyor.

Yazı: Doruk Yurdesin

Aylaklığı yan gelip yatmak diye değil, ciddî bir iş diye düşünün. Çünkü ücretli kölelikten kurtulmak, bugün dünyanın tamamını Allah’ın emriymiş ve başka türlüsü olmazmış gibi hâkimiyeti altına almış pazar, para ve iş terimlerinin karşısına dikilmek, disiplin ister. Her babayiğidin harcı olabilir aslında, ama çoğu kişi için kölelik daha kolaydır. Sağlıksızdır, ama kolaydır. Her ay paranı aldıktan, yılda bir iki defa dertlerini unuttururmuş gibi yaptıran bir tatile çıkmak varken akıl ve beden sağlığını da kim takar aslında. Nasılsa hepimiz gelip geçici değil miyiz? Neyse ki bunun böyle olmadığını düşünen de çok insan var dünyada. Azınlıkta olsalar da sayıları artıyor. 1970’lerden beri ABD’de beri birçok şehirde, yağlı sermaye sahiplerinin önce yapıp sonra paracıklarını başka ülkelerdeki ucuz işçiliğe kaçırdığında yıkılmaya terk ettiği muhitlerin ara köşelerinde birtakım insanlar kendi bahçelerini kurup yeni üretim ve alışveriş sistemleri geliştirip hayatlarını idame ettiriyorlar; özel araba denen mahlûkatın dünyaya zararının farkına vardıkları için bisikleti tercih ediyorlar.

Tırmık ve bisikletle isyan

Kısaca bir özet çekmek gerekirse, alternatif şehir bahçelerinin kökeni aslında ABD’nin balıklama daldığı iki dünya savaşı sırasında alarm sinyalleri veren gıda stoklarına katkı için, vatanperver kampanyalara dayanıyor. Savaşlar sonrasındaki refah dönemi ve patlayan tüketim çılgınlığı petrol kriziyle inişe geçtiğinde ve yemeğin çılgın endüstrileşmesi içlerindeki katkı maddeleri hakkında şüphe uyandırmaya başladığında da, işte bu savaş dönemlerini yaşamışların bilgeliğinden faydalanan birileri şehir içinde terk edilmiş köşeleri verimli bir şekilde değerlendirmeyi seçmişler. İşin güzel yanı, ABD Tarım Bakanlığı da destek vermiş buna. 1970’lerde yapılan bir araştırmada ülkedeki ailelerin yüzde 51’inin sebze bahçesi olduğu anlaşılmış. Üstelik bunların da yüzde 10’u yerel cemaatlerin kurduğu, farklı kuşaklar arasındaki iletişimi geliştiği, toplumsal hafızanın tazelendiği, deneyim değiştokuşunun yapıldığı ortak bahçelermiş. Ve her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi, burada da her daim pek bir muhabbetle yâd ettiğimiz Ronald Reagan çıkagelmiş. Bir tür demokrasi mikrokozmozu olan, alternatif ekonominin işlediği bu ortak alanlar biraz tehditkâr gözükmüş gözüne. Şirketlerin kahraman kovboyu, devlet desteğini bol hormonlu şirketlerin soya ve mısır tarlalarına vermeyi tercih etmiş. Onun New York tetikçisi Rudy Giuliani ise kamusal alanlardaki bütün bahçeleri emlak simsarlarına satıvermiş.

Tabiî ABD New York’tan ve dünya da ABD’den ibaret değil, ve kapitalizm şehir öldürmeye devam ediyor. Birçok şehir hareketi de terk edilmiş çöl şehirleri yeşertip ortak bahçeler kuruyor, hem deneyim hem de yiyecek paylaşmaya devam ediyor. Oralar daha da yeşerip tekrar değerlendiğinde birilerinin ağzında salyalarla bahçelerini söküp atacağını bildikleri hâlde hem de. Evet, ezici bir çoğunluğumuz ucuz bulduğumuz ve aylaklık yapacak zamanımız olmadığı için market alışverişi yapıyoruz. Bu yakın zamanda da değişecek gibi durmuyor. Ama biraz vicdanı sahibi olmanın, süpermarketlerde gördüğümüz o ucuz malların çoğunun ipini çektiğimizde elimize ulusötesi bir tohum şirketi, petrol katkıları, taşıma ve paketleme tesislerinde parasını alamayan işçilere ve kârına kâr katmak dışında gözü hiçbir şey görmeyen şişman bir organizasyon geleceğini düşünmenin de zamanıdır sanki?

Buradan gelelim, gerilla bahçecilikle en büyük ortak noktası, dakika başı yeni bir savaşa vesile olan petrol bağımlılığına duyduğu karşıtlık olan bisiklet hareketine. Bunu azaltmanın en verimli yolu, petrol canavarı oldukları gibi her dakika nefes alanlarımızı daha da daraltan, yarattığı sıkışıklık ve gürültüyle sinirlerimizi zorlayan özel arabalardan inip, pedala kuvvet vermek demişler bu arkadaşlar da… Hem de öyle etkililer ki, piyasa analistleri bile 1800’lerin ilk yarısındaki icat günlerinde ve 1970’lerde çevre bilinciyle birkaç kez yaşanan bisiklet satışı patlamalarının bir yenisinin eşiğinde olduğumuzu belirlemişler. Arabaların icadından sonra yerleşen “çocuk oyuncağı” algısı da dünyanın dört bir köşesinde tarihe karışmak üzere. 1800’lerin sonunda kadınları sımsıkı giysilerinden kurtarıp özgürleştiren bu âlet, şimdi de havamızı özgürleştirmek için yollara çıksa ne güzel olurdu?

Buralarda henüz çok yaygınlaşmasa da ABD’de bu bisikletçi arkadaşların yapboz tarzı kendi bisikletlerini bir araya getirdikleri, kâr gözetmeyen dükkânları var. Büyük çaplı doğa gezileri düzenliyorlar, küçük, ucuz dergiler çıkartıyorlar. Özel arabanın kutsal topraklarında bunlar oluyorsa başka yerlerde neler olmaz dedirtiyor insana, ama bunun için gözünü paradan alabilen yöneticilere de ihtiyaç var. Bir de arabayı büyümenin ve olgunlaşmasının sembolü olarak gören ahmakça bakış açısından kurtulmak, insanları da kurtarmak gerek; bunlar birkaç küçük girişim ve eğlenceli geziden ibaret kalmasın, ve hâkim paragözlülük dünyayı yiyip bitirecek, göz gözü görmeyene kadar sudan havaya her şeyi ele geçirip kirletmesin diye. Aksi takdirde, bahçelerde maydanoz, bu ne biçim gri, bin bisiklete bazı bazı…

*Dosyanın tamamını aşağıda bulabilirsiniz.