Arşivden: Ta 2002 yılından bir İlhan Mimaroğlu röportajı

Yönetmenliğini sinema yazarı ve öğretim görevlisi Serdar Kökçeoğlu’nun, yapımcılığını Dilek Aydın ve Esin Uslu’nun yaptığı İlhan Mimaroğlu belgeseli A Documentary Project: Mimaroğlu 2019’un sonlarında izleyici karşısına çıkacak. 5 Nisan akşamı ise Bant Mag. Havuz’da belgeselin şimdiye kadar geldiği yoldan 7 dakikalık bir “work in progress” gösterimi yapılacak ve Berke Can Özcan’dan bir performans izlenecek. Geceden elde edilen bilet geliri belgeselin kurgu aşamasına destek sağlıyor. Etkinlikle ilgili detaylara buradan ulaşabilirsiniz. Şimdi gelin arşivden ta 2002 yılına, Türkiye’de elektronik müzik üzerine konuşmanın yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı döneme gidelim ve Aylin Güngör’ün İlhan Mimaroğlu’yla (1926-2012) faks üzerinden yaptığı röportajla gerçek bir zaman yolculuğuna çıkalım.

“Manhattan adasında kendimi Robinson adasında gibi sayıyorum. Bu bakıma, her yer uzak bana.” İlhan Mimaroğlu

Röportaj: Aylin Güngör, 2002

New York’ta yaşayan ve kitaplarıyla New York serüvenini anlatan, dünyada öncü elektronik müzik bestecilerinden sayılan İlhan Mimaroğlu, 1945 yılından beri içinde bulunduğu müzik dünyasına öncelikle eleştirmenlik ve radyo programcılığıyla başlamış. Daha sonra 1955 yılında Rockefeller Vakfı’nın daveti ile New York Columbia Üniversitesi’nde Paul Henry Lang’la müzikoloji ve Douglas Moore’la bestecilik alanlarında çalışmış. Aynı zamanda, 1959 yılından itibaren yerleştiği New York’da seçkin bestecilerden Vladimir Ussachevsky’nin, Edgard Varèse ve Stefan Wolpe gibi isimlerin öğrencisi olmuş.

İlhan Mimaroglu’nun dünyada büyük övgü alan elektronik müzik yapıtlarının yanı sıra; 1970’ler boyunca yedi yıl süreyle New York’ta WBAI radyo istasyonundaki politik ve toplumsal konulara ağırlık verdiği elektronik müzik programı, fotoğrafçı kimliği, eleştirel günceleri, köşe yazıları, otobiyografik notları da onu unutulmaz kılmıştır. Geçtiğimiz yıllarda İstanbul’a sık sık davet edilen ama bir türlü İstanbul’da göremediğimiz İlhan Mimaroğlu’yla ne telefon ne e-mail, faks aracılığı ile haberleştik…

İstanbul’a gelmediğiniz yıllar içinde İstanbul sizin için nasıl değişimler gösterdi? Buradaki genç müzik ve yaşam konusunda düşünceleriniz neler?

İstanbul’dan uzun yıllar uzak kalmış olduğum için oradaki değişimleri kesinlikle değerlendiremem. Bir büyük kent olarak İstanbul, dünyanın başka büyük kentleri gibi çeşitli sanat olaylarının sürekli olarak yer aldığı bir yer. Oradan gelen bilgilerin ışığında, İstanbul’un o yolda bir gelişme içinde olduğunu anlıyorum. Edindiğim genel izlenim şu ki, bu bakıma, İstanbul New York’tan belki daha ilginç, daha verimli, hem de daha alımlı bir kent.

Elektronik Müzik, Pan Yayıncılık, 1991

Elektronik müziğin İstanbul’da hiç varlığını hissettirmediği bir dönemde yayınladığınız kitabınıza tepkiler nasıl olmuştu? Acaba 1991 yılında yayınlanan bu kitap şimdi daha mı çok anlaşılıyor ve ilgi görüyor?

Elektronik Müzik kitabımın Türkiye’de ne gibi tepkilerle karşılaştığı konusunda, gene uzaklığım nedeniyle, bir bilgim yok. Okuyanlar olmuştur o kitabı, bu da bana yeter. Elektronik müzik dünyanın her yerinde çok az ilgi gören, üstelik yanlış anlaşılan bir tür. Üstünlük açısından

İstanbul’dan, Türkiye’den ne bekleyelim ki?

Elektronik müziğin dünyadan Türkiye’ye ulaşması nasıl oldu sizce? Müzik türü olarak ne kadar anlaşılıyor?

Elektronik müzik Türkiye’ye özellikle plaklar yoluyla, hem de bu konudaki yayınlarla ulaştı. Pek az sayıda ilgilinin eline geçti bunlar. Bu arada, elektronik müziğin Türkiye’deki öncüsü, gitgide dünya çapında da tanınma yoluna girmiş olan Bülent Arel’i analım!

Sizce, ilkel yöntemlerle ulaşılan elektronik seslerin ruhu adına gelişen teknolojinin kısa yoldan elektronik müzik oluşturmasının müzikte ne gibi etkisi oldu?

Şunu belirtmek gerekir ki elektronik müzik ille de elektronik kaynaklı seslerle yapılan bir müzik değildir. Ses yazma yordamlarının ürünü bir müziktir. İlkellik söz konusu olduğunda, ressam Jean Dubuffet’ın ses yazma yoluyla, plaklar üstünde gerçekleştirdiği ve pek az tanınan besteleri üstün değerde yaratılardır.

Peki plakların yok olması, artık fazla talep görmemesi konusunda düşünceleriniz neler?

Plakların yok olmasından söz ettiğinizde, elektronik müzik plaklarının azalışına, bunların kıyıdaköşede kalmış olmasına değiniyorsanız, bu çok doğru, ne yazık ki! Hele elektronik müziğin plaküzerinde yer alan ve dinleyicilere plaklarla ulaşan bir müzik olduğunu göz önünde tutarsak.

Elektronik müzik için “geleceğin klasik müziği” yorumu yapan müzisyenler olduğunu düşünürsek, size göre elektronik müziğin geleceği nasıl olacak?

Elektronik müziğin yalnız geleceğin değil, içinde yaşadığımız günlerin başlıca klasik müziği olduğunu yıllar önce ben de söyledim. Yarım yüzyılı aşan bir geçmişten söz ediyoruz. Oysa bugünkü gerçek şu ki, klasik müzik dinleyicilerinin büyük bir çoğunluğu elektronik müziğin farkında bile değil. Geleceğe umutla bakamıyorum.

Çağdaş klasik müzik besteciliği ve elektronik müzik besteciliği arasındaki benzerlikler, farklar neler? Sizin elektronik müzik bestelerinizde caz müziğinden de esinlendiğiniz doğru mu?

Notaları yazarsınız kâğıda, seslendirilmek üzere. Çağdaş klasik müzik besteciliği kısaca bu (eskiden olduğu gibi). Ya da sesleri kendiniz toplar düzenlersiniz. Bu da elektronik müzik besteciliği. Biri soyut bir müziktir (kâğıda yazılan), öbürü somut (elektronik müzik). Diğer konuya gelince, şu ya da bu elektronik müzik yapıtımda caz etkileri var nitekim.

Müzik türlerinde “doğaçlama” ve “kompozisyon” arasındaki farklar size göre nedir? Sizin müziğinizde yıllara göre neler değişti?

Doğaçlama, “kompozisyon” dediğinizin bir çeşididir. Caz sololarını bunca yıldır hep “kompozisyon” sayarak dinledim. Kendi müziğimdeyse, ne geriye bakıyorum, ne de ileriye. Yalnız müziğimi yaptığım (ya da yazdığım) anlara yöneltiyorum ilgimi.

Eleştiri yapmak, eleştirmen gözü ile bakmak ve yenilikleri takip ederken o konuda yetkin olmak; sizce tüm bunlar müzikten ve hayattan alınan zevki azaltıyor mu? Yoksa hayata daha çok mu yaklaştırıyor?

Eleştiri, özellikle okunsun diye başkalarına iletilen bir yönelim olduğu oranda, ne eleştiriliyorsa ona yoğun bir ilgi yaklaşımı gerektiriyor. Bu ilgi, çoğu kez, eleştirilenden alınan zevki yükseltiyor, eleştiri kötülemeye yönelik olsa bile.

Acaba Türkiye’de yaşamama sebebiniz kendi kendinize yarattığınız bir sürgün gibi mi yoksa olması gereken bir sürgün mü? Burada yeterince anlaşılamadığınızı düşünüyor musunuz?

Kendimi New York’ta bir sürgünde sayıyorsam da, şunu kesinlikle belirtmek isterim ki, Türkiye’de kalmış olsaydım, elektronik müzik eğitimi görme, elektronik müzik alanında çalışma, bunca elektronik yapıt gerçekleştirme ve bunların çoğunu plaklarla piyasaya sürme olanaklarını bulamayacaktım.

Uzaklık ve yakınlık sizce ne kadar önemli?

Şimdi de bir önceki sorunuza bir başka açıdan bakalım. Manhattan adasında kendimi Robinson adasında gibi sayıyorum. Bu bakıma, her yer uzak bana.

New York’ta hayat ritminiz nasıl? Yürüyüşler, incelemeler, sesler, fotoğraflar ve daha nelerle dolu?

New York’ta geçirdiğim günler minimalist açıdan değerlendirilebilir. Her gün bir öncekinin tıpatıp aynısı. Bunun iyice daha beteri olabileceğine göre, dilerim bu durum olduğu gibi kalsın.

New York’ta fotoğrafladığınız kapı dışı sanatı fotoğraflarından yola çıkarak fotoğrafın ne zamandır hayatınızda olduğunu sormak isterim. Ayrıca sizin İstanbul’da yaşadığınız dönemden hatırladığınız birkaç fotoğraf karesi neler olurdu?

Daha pek çocukken annem bana bir fotoğraf makinesi almıştı. O günlerden bu yana hep fotoğraf çektimse de şimdilik vazgeçtim bu uğraştan. Çekilen fotoğrafları koyacak yerim kalmadı. İstanbul’dan özellikle çocukluk günlerimden kalma, çekilmiş ve çekilmemiş fotoğraf kareleri gözümün önüne hep geliyor.

Türkiye’deki müzisyenler, sanatçılar ve buradaki yaşam anlayışı oradan nasıl görünüyor? Özellikle de çağdaş sanat diye her şeyin mazur görüldüğü İstanbul sanat camiasında?

Sorunuz, Türkiye’nin Amerikalılarca nasıl görüldüğü yolundaysa, Türkiye’nin nerede olduğunu bile doğru dürüst bilmeyen Amerikalıların görüşünü incelemeye kalkmak boşuna. Bir fıkra vardır: Amerikalı kırtasiyeye gitmiş ve bir Amerika “küresi” satın almak istemiş! Benim görüşlerime gelince, uzaklık nedeniyle ancak Türkiye’nin nerede olduğunu biliyorum.

İstanbul sanat camiasında çağdaş sanat diye her şey mazur görülüyorsa, aman ne iyi. Çünkü buralarda çağdaş sanat (daha doğrusu, çağdaş müzik) pek mazur görülmüyor. Rock, pop, rap gibi türleri çağdaş müzikten saydığımı sanmadınız umarım…

Geçtiğimiz yıl mart ayında gerçekleşen elektronik müzik festivali için İstanbul’a davet edildiğinizde ve gelemediğinizde ne hissettiniz, böyle bir festivalin ilk defa gerçekleşecek olması konusunda ne düşünüyorsunuz?

Elektronik müzik festivali için İstanbul’a davet edildiğimde, yolculuk engelleri nedeniyle oraya gelemeyecek durumda olduğumuzu göz önünde tutup tedirginliğe kapıldım ve üzüldüm. Olayın önemine gelince, New York’ta da belki günün birinde bir elektronik müzik festivali düzenlenir ve hiç de olağan saymam bunu.

New York’taki minimal yaşantınızda son olarak hazırladığınız bir kitap projesi ya da besteniz var mı?

Bu sıralar başlıca yeni projem, İngilizce yazılarımdan (müzik eleştirilerimden, radyo programlarımdan, vb.) kurulu Other Words adlı kitabımı önümüzdeki aylarda İstanbul’da Pan Yayıncılık’ın piyasaya çıkaracak olması.

Peki son olarak sizce müzik, hayat ve projeler tüketilir ve tükenir mi?

Hayatın nasıl tükeneceğini sanırım biliyorsunuz. Müzik ve projelerin tükenmesine, tüketilmesine gelince, karara bağlı bu. Ne ki, değişebilir o yolda bir karar.