Aşkın mecazı beş film sahnesi

İnsan olmanın en dolambaçlı deneyimlerinden biri olduğundan, kaçınılmaz şekilde sinema tarihinin de en çok üzerinde konuşulan, anlatılan, gösterilen bilinmezi aşk duygusu. Sinema günün sonunda kişisel hikayeler anlatmanın sanatı ve aşkın dolambacı da kişiselliğinden geldiğinden, başlangıcı, sonu, ayırt ediciliği, sonuçları, sebepleri, hepsi “ayrı bir hikâye.” Bu yazı sinemanın bu aşk hikâyelerini dümdüz söylemektense mecazlarla yaşattığı, seçilmiş sahneleri hatırlıyor. Yanlış anlaşılmasın, dümdüz söylemenin güzelliği her zaman baki, ancak üstü kapalı anlatıların kalbe giden yolu kısaltma hakkı da saklı.

Yazı: Duvarımdaki Afişler

Sen Aydınlatırsın Geceyi, Onur Ünlü, 2013

Onur Ünlü sinemasının zamanla esnekliğini kaybetmeye yüz tutmuş absürt evreni, alışkanlıktan fark etmediğimiz gündelik deneyimlerin zıtlıklarını ve yine gündelik duyguları, varoluşsal sorgulamalar ile birlikte barındırıyor. En iyi filmlerinden biri olan Sen Aydınlatırsın Geceyi de hikayesini, gündelik üzerinden kurulan, bazen üstü kapalı bazen aşikâr benzetmeler, sürreal bir evren ve masalsı bir gerçekçilik ile anlatıyor.

Celal, annesi ve kardeşlerini küçük yaşta bir yangında kaybetmiş, bu travmanın tetiklediği varoluşsal sorgulamalarla “izliyor” hayatı. Yasemin de küçükken ailesini kaybetmiş, bugün de fabrikada çalışmak ve yatalak eniştesine bakmak zorunda; hayatın ona dayattığı sınırlar içerisinde, o sınırları çok da zorlamadan, kabul edilmiş sessiz bir hüzün yaşıyor. Kasabadaki herkes gibi, onların da bir takım süper güçleri var: Celal duvarlardan geçip, duvarların ardını görebiliyor, Yasemin ise nesneleri düşünce gücüyle yerinden oynatabiliyor. Gündelik yaşam bu süper güçlerle beraber akıp gidiyor.

Önce Celal görüp beğeniyor Yasemin’i; duvarların ardında soyunup tuvaletini yapmasını izliyor. Sonra Celal Yasemin’in dikkatini çekiyor; onun hareket halindeki motosikletiyle oyun oynuyor uzaktan, bir sağa bir sola salıyor, sarmal çizdiriyor yolda, ikisi de gülümsüyorlar, sonra da pat diye yolun kenarına savuruveriyor Celal’i. Erkek böyle seviyor, haddi olmayana karşı meraklı ve mahcup; kadın da böyle seviyor, ahenkli, oyunbaz ve acımasız.

Bu listeye söz konusu sahne, Celal’poolin Yasemin’i gazoz içmeye davet etmesinin hemen sonrası. Sahne, iki kişinin ilişki kurmaya karar vermelerinin sembolik bir özeti. Sevmek, diğerinin noksanlığına, derdine, yediğine içtiğine ortak olmak: örneğin antidepresan haplarını paylaşmak. Böyle başlar ya her şey, sonra da aşk ayaklarını yerden keser insanın – iki kişi, elele, uçarlar. O coşku hissinden sonra, birbirini tanıma, hayata beraber tanıklık etme safhası gelir – iki kişi uçarak, doğdukları şehirlerin, büyüdükleri yerlerin üstünden geçerler. Bunun ardından ise gerçek dünyaya dönüş gelir, hayatın olağanlığı başlar – uçanlar yere düşer, başları dönmüştür, kusarlar. Ve bütün bunlar sırayla olduğunda da, geriye yapılacak tek bir şey kalır: evlenmekten başka çare yoktur.

Anomalisa, Duke Johnson, Charlie Kaufman, 2015

Anomalisa, absürt dahi Charlie Kaufman’ın sadece yazmayıp yönettiği ikinci filmi. Kaufman, aşk, yalnızlık, yaşlanma, yabancılaşma, daimî hüzün ve benzeri tüm sıkıntılar hakkında içe işleyen, güzel hikayeler anlatan, anormallikten korkmayan, absürt sinemayı tüm derinliği ile kullanan ve korkusuzca beyninizin, yetmiyormuş gibi kalbinizin karanlıklarına yolculuk eden bir senarist ve yönetmen. Anomalisa da bu listenin gerekliliklerini karşılayan ve bunu da stilinin özellikleri ile bezeyerek yapan bir film.

Hikâyenin ana karakteri Michael Stone, kendi alanında ünlü bir isim ve hikaye de Michael’ın bir konferansta konuşma yapmak için Cincinnati’ye uçması, ardından da burada tesadüfi bir şekilde onu dinlemeye gelmiş olan Lisa ile tanışmasıyla başlıyor. Film, Lisa ve Michael’ın aşk hikâyesine dönmeden önce seyircinin kafasını önemli bir detay ile karıştırmayı seçiyor: Bu dünyada, Michael hariç herkes tek bir kişi! Daha doğru ifade etmek gerekirse, tüm karakterler aynı surata ve aynı sese sahip. Taksi şoförü, otel çalışanı, eski sevgili, eş, çocuk, hepsi aynı gözüküyorlar ve bu stop-motion kuklalarının benzerliğinden ibaret bir durum da değil. Bu yüzden, Michael’ın “kimsin sen?” sorularının ayrı bir değeri, Lisa’nın hem sesinin hem de yüzünün herkesten farklı olmasının ise ayrı bir anlamı var.

Söz konusu sahne, Michael’ın kendi otel odasındayken koridordaki Lisa’nın sesini duyarak, onun diğerlerinden farklı olduğunu fark etmesi (“başka biri konuşuyor”) ve peşine düşmesinin hemen sonrası. Lisa, Michael için bir nevi “başka biri”, hatta dünyadaki tek “başka biri.” Aşk bu mu? Neden olmasın.

Lisa’nın sesindeki farklılıktan etkilenen Michael, bu çekingen ve ona hali hazırda hayran olan kızı tanımaya çalışıyor ve aralarında, sekse dönmeden hemen önce, uzunca bir diyalog geçiyor. Bu diyalog, adı koyulamayan hislerin ya da yıldırım aşkının sembolik bir özeti: “bence sen olağandışısın, henüz neden bilmiyorum ama öylesin.” Sahnede, Michael kocaman bir hayranlıkla, Lisa’ya sesinin büyülüğü olduğunu söylüyor. Kendini bir türlü beğenmeyen Lisa ise önce başkalarının ne düşündüğünü önemsemeyen insanları övüyor, ardından da Michael’ın adı koyulmamış sevgisinden cesaret alıp, ısrarına boyun eğiyor ve şarkı söylemeye başlıyor. Michael’ın ise gözlerinde yaşlar var; yalnızlığına çare, aradığını bilmeden bulduğu bu ses, dünyadaki tek “başka biri”dir belki de. Aşk bu mudur? Neden olmasın.

Carol, Todd Haynes, 2015

Todd Haynes’in Carol’ı, sinemayı, en çok da sinemanın gösterme gücünü çok seven bir film. Bazı yönetmenlerin sinema sevgisi kendine has filmler yaratmalarına sebep oluyor, Haynes de onlardan biri. Gösterme sevgisinden güçle, sinemanın hisleri alanında iyi yaratımlar veren yönetmenin Carol’ı filmografisindeki belki de en iyi örnek: Haynes bu film ile, perde üzerinde, başka bir dünyayı “göstererek” beş duyulara oynuyor; Carol’un ojesini gösterip, parfümünü koklatıp, omuza dokunuşunu hissettirip, telefon ahizesi ile dudaklar arasındaki sessizliğini duyurup, sigarasının acılığını tattırıyor. Ve Carol özelinde bu anların hepsi aşkın duyusal göndermelerine dönüşüyor.

Söz konusu sahne de yine oldukça hisli. Bu Carol ve Therese’nin ikinci buluşması. Carol boşanma arifesinde, çocuklu ve gizli bir lezbiyen. Therese’yi daha az tanıyoruz; genç, sessiz fotoğrafçılığa meraklı ve ona hayran erkek arkadaşına karşı ilgisiz, Carol’a ise onu çalıştığı mağazada ilk gördüğü andan itibaren ilgili, hatta hayran. İkinci buluşmalarında Carol, Therese’yi şehir dışındaki evine davet etmiş, oraya varmadan önce ise yılbaşı ağacı alışverişi yapmak istiyor. Arabada onu bekleyen Therese, fotoğraf makinasını çıkarıp Carol’u fotoğraflamaya başlıyor. Perdede hisleri “göstermek” konusunda bu kadar usta bir film söz konusu olunca biz de adeta beş duyumuzla hissediyoruz bu görme anını; Carol’ın saçlarını atışını, konuşuşunu, rüzgârı, karın soğuğunu ve elbette ki Therese’nin gizli hayran bakışlarını.

Sahnenin bir diğer anlamı, bir önceki sahnede gizli. Zira az önce Therese’yi neden hiç insanların fotoğrafını çekmediğini, fotoğraflarını çekerek onların özel yaşamlarına girdiğini düşündüğünü söyleyerek açıklarken izledik. Arkadaşı ise onu ikna etmek – ve aslında onunla flört etmek – için fotoğraf çekmeyi insanlara ilgi duymaya benzetti: “neden bazı insanlara ilgi duyduğumuzu, bazılarına duymadığımızı bilmeyiz. Sadece bazılarına ilgi duyduğumuzu biliriz, bazılarına da duymadığımızı.”

Annie Hall, Woody Allen, 1977

Kendisini sevmeyip, filmlerini sevebilir miyiz sorusunun en popüler yönetmenlerinden Woody Allen’ın yine en popüler filmlerinden biri Annie Hall. Filmin tamamı Annie ile kurulan ilişki üzerinden tüm romantik ilişkileri anlatıyor ve bu konuda büyük laflar ediyor; ne de olsa Woody Allen büyük laflar etmeyi seven bir yönetmen. Filmin en ünlü sahnelerinden biri, Woody Allen’ın kendisini mi yoksa filmdeki karakteri Alvy’i mi canlandırdığı belirsiz kamera karşısındaki monologları sırasında, ünlü yumurta hikayesini anlattığı an: Romantik ilişki bir illüzyon, baştan sona yalan, hatta bir hastalık ama yine de onsuz yapamıyoruz.

Söz konusu sahne ise, Alvy ile Annie’nin, ilişkilerini geriye dönüşlerle hatırladıklarında akıllarında kaldığını fark ettikleri, önemsiz, sıradan bir hatıraları. Canlı satın aldıkları ıstakozları pişirmeye çalışan çift, mutfaklarında, biraz da bilerek, bir karmaşa yaratıyor, hayvanlardan korkarken şakalaşıyor ve kendilerine bir anı yaratıyorlar. Alvy her zamanki sarkastik esprilerini yapıyor, Annie ise bu anı fotoğraflamak istiyor. Alvy daha sonra, Annie’den ayrılıp başka bir kadınla beraber olmaya başladığında, adeta bir sınav gibi, aynı ıstakoz anını yeni sevgilisiyle yaratmak istiyor. Ancak hiçbir şey komik, eğlenceli ya da anlamlı değil. Çünkü her şey aynı ama bu kadın Annie değil. Aslında hiç de komik olmayan bu hayal kırıklığı, başlı başına bir aşk sembolü. Basit bir anıdan ve anlamsızlıktan kocaman bir anlam çıkarmak, iki kişinin dışında başka kimsenin anlayamayacağı bir hikâye oluşturmak, tam da sevenlere özgü hareketler…

About Time, Richard Curtis, 2013

İyi romantik komedileri ile tanınan Richard Curtis’in daha popüler filmlerine kıyasla az bilinen harikası About Time, zaman yolculuğu konseptine sakin ve sevimli bir yerden yaklaşan, böylece ayakları yere basan ve samimi bir aşk filmine dönüşen bir hikâye. 21 yaşında, ailesindeki tüm erkeklerin geçmişe yolculuk yapabildiğini öğrenen Tim’in aklına ilk gelen hedef, zengin olmak. Ancak babası bu fikri hızlıca savuşturuyor ve ona bu özelliği “hayatını yaşamak” için kullanmayı öneriyor. Ne de olsa kendisi bu gücünü yazılan tüm kitapları okuyabilmek amacıyla “kendine zaman yaratmak” için kullanmış ve dolu bir hayat yaşamış, onun babası ise zengin olma hevesiyle bomboş bir hayat sürmüş. Tam da böyle bir film About Time, ve Tim’in tek gayesinin aşkı bulmaya dönüşmesi şaşırtıcı değil.

Söz konusu sahnenin arka planında, Mary’i şans eseri kaybettikten sonra, onu tekrar bulup yeniden gönlünü kazanmak için tüm gücünü kullanan Tim, hayatının aşkı ile aynı evi ve güzel bir ilişkiyi paylaşıyor. Bir akşam ise kendi hikâyesinde önemli bir yeri bulunan ilk aşkı Charlotte ile karşılaşıveriyor. İlk gençliğinde onu bunalıma sokan ve ‘zamanda ne kadar seyahat ederseniz edin, birinin sizi sevmesini sağlayamazsınız’ hayat dersini öğreten Charlotte, yıllar sonra Tim’e karşı ilgili. Tim, Charlotte’un davetine icap edebilir, ergenlik aşkı ile bir gece geçirip zamanı geri alabilir ve ardından hiçbir şeyden asla haberi olmayacak sevgilisi Mary’e dönebilir. Ahlaki açıdan yanlış ama kimseye zararı yok. Ve fakat söz konusu sahnede Tim bunu yapmamaya karar veriyor; Charlotte’i kapıda öylece bırakıyor ve koşa koşa Mary’e gidip ona o anda, plansızca, içinden geldiği gibi evlenme teklif ediyor. Çünkü verilen kararlar, yapılan tercihler, başkasında başkasını görememeler ve hiç göremeyeceğini anlamalar sadece bize değil, Tim’e de çok açık bir mesaj oluyor.

BONUS: Big Fish, Tim Burton, 2003

Tim Burton’ın masal anlatmak yerine metaforlarla dolu bir hikâye oluşturarak kendine has görselliğini sergilediği Big Fish, baştan sona, kesintisiz tek bir benzetme olarak okunabilecek bir film. Film, babasının hayatı boyunca başından geçmiş gibi anlattığı gerçeküstü hikâyelerin peşine düşen ve bu hikayelerdeki gizli gerçeği çekip çıkararak babasının kim olduğunu bulmaya çalışan Will’in değil, babası Ed Bloom’un hikâyesi aslında. Will’in hayatının en önemli sorgusuna seyirci de ortak: Tüm bu anlatılar sadece güzel hikâyeler mi yoksa Ed Bloom’un yaşanmış gerçek hayatının subjektif algılanma biçimlerine güzellemeler mi?

Söz konusu sahne, gösterilenin sübjektif bir benzetme olduğunu açıklamak konusunda oldukça cüretkar:Ed Bloom, karısını ilk gördüğü anı anlatırken düpedüz bunun bir aşk sembolizmi olduğunu söylüyor dinleyici / izleyiciye: “Hayatınızın aşkıyla tanıştığınızda zaman durur, bunu herkes söyler. Size söylemedikleri, sonra ne olduğudur…”