Aylin Zaptçıoğlu’nun “in situ/ex situ” sergisi ve insanın taşıyamadığı sorumluluklar

Aylin Zaptçıoğlu’nun işleri insan ve doğa temalarını derinlemesine bir şekilde ele alıyor. 26 Kasım’da kapılarını açan solo sergisi in situ/ex situ, insanın kendisi ve kendi dışındaki her şeyle kurduğu ilişkiye dair. 

Mürekkep, guaj ve suluboya kullanarak karışık teknikte üretilmiş eserlerin yanı sıra desenler ve gravür teknikleriyle oluşturulmuş baskılardan oluşan sergi, insanın kendini doğadan ayrıştırarak varlığını diğer canlılardan üstün tutması hakkında bir tür düşünme pratiği. 

x-ist’in Karaköy Juma adresinde 2 Ocak 2021 gününe kadar ziyarete açık olan sergi ve kişisel üretimleri hakkında Aylin Zaptçıoğlu’yla konuştuk. 

Röportaj: Leyla Aksu

“Bu biblolar benim için dünyaya yapılan tahribata duyduğumuz yüksek ve çoğunlukla bastırılan duyguları dışa vurmak için karikatürize edilmiş küçük büyük temsilciler gibi.” 

Üretim ve çalışma sürecin pandemiyle birlikte belirli değişimlerden geçti mi? Seni işinin başına oturmaya, üretmeye iten şeylerde farklılıklar oldu mu?

Düzenli olarak zaten hep resim yapıyorum ya da ellerimle başka şeylerle de uğraşıyorum. Birçoğu bir üretime dönüşmüyor ama düşünmeme ve bazen hissettiklerimi anlamama yardımcı oluyor. Biraz meditasyon gibi. O yüzden pandemi gibi hayati bir durum bile çalışma ritmimde pek bir değişiklik yaratmadı. Evde kaldığımız zamanlarda elimin altındaki malzemelere daha fazla yoğunlaştım. Zaten bir süredir küçük boyutlarda ve kâğıtla çalışmak istiyordum. Böylece bu süreç bir anlamda avantaj oldu.

Yeni serginin temasını ve bu parçaların nasıl bir araya geldiğini anlatabilir misin?

Yaklaşık 2 senedir insanların günlük hayatta bilinçli ya da bilinçsiz bağlandığı obje seçimleri üzerine düşünüyordum ve son zamanlarda aslında farkettim ki sıradan sayılabilecek, her gün elimize aldığımız, gözümüzün takıldığı birçok obje neredeyse okunabilecek kadar bilgi ve duygu taşıyor. 

Zamanla ilgimi daha çok hayvan betimlemeleri olan biblolar çekmeye başladı. Bu objelere yüklenen ifadelerin insanların kendi ifadeleri olduğunu farkettim; paket kâğıtları içindeki şaşkınlık, yalıtılmış bir dünya üstünde oturan öfke, köksüzlüğün kırılganlığı bunlar hep bir yandan insana dair duygular aslında. Bu biblolar benim için dünyaya yapılan tahribata duyduğumuz yüksek ve çoğunlukla bastırılan duyguları dışa vurmak için karikatürize edilmiş küçük büyük temsilciler gibi. 

Günümüzde kitsch bir ev eşyası olarak görülebilse de kökünde insan için çok çok daha önemli şeyler ifade etmişler. Mağaralarda yaşadığımız zamanlardaki avlanmaları, kan dökmenin ağırlığını dengelemek için yapılmış hayvan tanrı heykelciklerini okuduğumda çok da farklı gelmedi. Ama artık insanın kendisiyle bile ruhsal bağı o kadar zayıf ki genelde anahtarlığına taktığı bir kaplumbağa üzerine ikinci kez düşünmeyebiliyor. Düşünse ve bu işin nerelere gittiğini algılasa çok da kaldıramayacağı bir sorumluluk yüklenecek. O yüzden bağı koparmak ve gözlerini bütün bunlara kapatmak daha kolay. Bu anlamda sergide tekrarlayan gözler motifi; bakabilen, gözlemleyen ve bunun getirdiği duyguları taşıyabilen ruhu simgeliyor.  Tanrıça figürleri de bana doğayı hissetmekle ilgili duygular veriyor. Bedenselliğin doğayla ilişki kurmaktaki önemini düşündürüyor. 

Önceki sergilerin de benzer konuları irdelemiş, insanın doğayla, çevresiyle olan ilişkisi, konumu, müdahalesine yer vermişti. Daha önceki çalışmalarınla bu sergide yer alan parçaların arasında nasıl bir bağlam kuruyorsun? 

Hep insanın doğadan ya da kurduğu herhangi bir ilişkiden bağımsız olmadığını düşündüm ama galiba artık bunu daha çok hissediyorum. Bu sergide bir hikâye yok, durum var; o  yüzden daha dolaysız ve daha az kişisel olduğunu söyleyebilirim. Önceki hikâyeli kompozisyonlarda da seçtiğim figürler şimdi ilk bakışta insanın şeyleştirdiği doğa olarak başrolde ama o içi boşaltılanı, aslında insanın yine kendisi olarak da görebiliriz. 

Kişisel veya toplu olarak şimdiye kadar birçok serginin parçası oldun. Bu sergi hazırlık süreciyle samimileştikçe neler öğrendiğini hissediyorsun? İlk sergiden bu yana yaklaşımında ne gibi farklılıklar gözlemliyorsun? 

Önceden daha çok “yaptım oldu ya da oldu mu acaba?” diye sergiliyordum. Tabii burada önceden daha az samimi olduğumu söylemiyorum ama kendimle ve dünyayla ilgili daha az bilinçliydim diyebilirim. Sergi hazırlığının bir şov olarak ele alınmaması gerektiği bütünlük içinde insanlara daha içsel ve ortak bir şeyler göstermek gerektiğini düşünmeye başladım.

Çalışmalarındaki “teknik ve dil[in] zamanla yalınlaş”masından bahsetmiştin daha önce. Bu yalınlaşmayı hâlâ işlerinde gözlemliyor musun?

Galiba gözlemliyorum. Muhtemelen o sıralardaki kendimce yalınlaşmadan yine farklı bir durumdur. Yani bunu net bir teknik ya da dil yalınlaşması olarak ifade edemem ama anlatmak istediğim, yakalamaya çalıştığım hissiyatla ilgili bir berraklık olduğunu söyleyebilirim.

Parçası olduğun Kimera sanat kolektifinden de biraz bahsedebilir misin? Sizi bir araya getiren neydi? 

Bizi en başta bir araya getiren Kemal Özen’in öngörüsü olmuştu. Merve Morkoç, Elif Varol Ergen, Ali Elmacı, Tayfun Gülnar ve Kemal Özen’le bir kolektif fikriyle bir araya geldiğimizde bir şeyler öyle uyuştu ki zaten arkadaş olduk. Aynı isimle x-ist’te 2018’de bir sergi açtık. Güzel bir sergiydi, tadı biraz damağımızda kaldı. Şu sıralarda çok aktif olmasak da beraber üretebileceklerimiz konusunda her zaman çok heyecanlıyız. Fakat bu seneki durumlardan dolayı yeni projemizi erteleme kararı aldık.