Bant Mag. No:33'ten // Asad Faulwell’in unutulmuşlara adadığı mabetler: “Les Femmes D’Alger”

Asad Faulwell zor işlerden korkmuyor. O yüzden Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nda savaşmış kadınlar gibi bir konuya yoğunlaştığında, her şeyi bırakarak hayal ettiği şeyi hayal ettiği gibi hayata geçirmek için gerekli zaman ve emeği harcıyor. Eserlerine insanın gözünü alan detay ve olağanüstü karmaşayı katan da bu çalışkan özelliği. Onunla sohbet etme şansını elde ettiğimizde uluslararası sergisi “Les Femmes D’Alger”den bahsettik…

Röp: Yetkin Nural

“Les Femmes D’Alger”in seriyi yaratmana ilham olmuş belirli bir bağlamı ve öyküsü var. Bize biraz bu öyküden ve neden bu konu hakkında sanat yapmaya karar verdiğinden bahsedebilir misin?

Serinin orijinal ilhamı Gillo Pontecorvo’nun The Battle of Algiers filmiydi. 2007’de filmi gördüğümde post-kolonyal hareketler ve Cezayir Bağımsızlık Savaşı zaten ilgimi çok çeken konulardı. Özellikle de üç genç kadının kontrol noktalarından bomba geçirip Fransız mahallesine yerleştirdiği ve Fransız vatandaşları öldürdükleri sahne ilgimi çekiyordu. Film kolonicilik, şiddet ve kadın-erkek eşitsizliği konularını işleyiş biçimiyle üzerimde kalıcı bir etki bıraktı. Filmi izledikten sonra bu konu hakkında çalışma üretmek istediğimi biliyordum ancak yeterli bilgim var mıydı? Cezayir Savaşı’na dâhil olmuş olan insanları, özellikle de kadınları araştırmakla iki-üç yıl geçirdim. Bulduğum şey, olaylara dâhil olmuş çoğu kadının Fransızlar tarafından yakalanıp, işkence görüp, cinayetten hüküm giymiş olduğuydu. Savaşın sonunda, affedilmeden önce hepsi hapse girmişti. Serbest bırakılmalarının ardından artık bağımsızlığını kazanmış Cezayir’e döndüklerinde, devlet pozisyonlarına dâhil edilmemişlerdi, çünkü birçoğu kadındı.

Bu kadınların asker olarak kullanılıp ihtiyaç kalmadığında kenara atılması bana çok ilginç geldi. Aynen Fransızların Cezayirli Zouaveleri muharebede ön saflara koyması ve kullandıktan sonra eşit hak tanımamaları gibi. Sanırım bu kadınlar, yeni Cezayir’deki kadınların hakları için de savaştıklarını düşünüyordu.

Bu araştırma sürecinde bulduğum çoğu fotoğraf şu anki seri için ilham kaynağı oldu. Savaş, şiddet ve en insanlık dışı ve sert davranışların yüceltilmesinden bahsetmek istedim. Cinsiyet ayrımına değinmek istedim, özellikle sömürgeleşmiş dünyada. Aynı zamanda sanat tarihini referans almak istedim. Serinin adı, “Les Femmes D’Alger”, Delacroix ve Picasso’nun önceki işlerine gönderme. Picasso ve Delacroix, anonim kadınları egzotik ve erotikleştirilmiş sahnelerde betimlerken ben belli Cezayirli kadınları güçlü, karmaşık savaşçılar olarak betimlemeyi tercih ettim.

Araştırma süreci nasıldı? Düşünme ve çalışma şeklini değiştiren spesifik bir bilgi veya hikâye var mıydı?

Araştırma süreci uzun ve yavaştı. Alistair Horne’un bu kadınlardan kısaca bahsettiği A Savage War of Peacekitabını okudum. Frantz Fanon’dan The Wretched of the Earth’ü okudum. Bazı kadınların adının geçtiği iki akademik makale buldum ve isimlerini takip ederek fotoğraflarına ulaştım. Aynı zamanda kadın savaşçılardan biri olan Danielle Minne’in yazdığı Fransızca bir kitap buldum. Bu kitapta birçok kadının ismi ve iyi kalitede fotoğrafları vardı. Bu süreçten geçerken öğrendiğim ana şey, bu hikâyenin ne kadar karışık, ahlaki değerlerin de ne kadar bulanık olduğuydu. Daha çok şey okudukça bu kadınların psikolojileri ilgimi daha çok çekmeye başladı. Savaş ve sonrasında neler yaptıklarıyla ilgili bilgi toplamakla yetinmek yerine nasıl insanlar olduklarını ve ne hissettiklerini bilmek istiyordum. Bu yüzden gözlerinden akan yaşları çizmeye başladım. Baş ettikleri olağanüstü acıyı ifade etmenin bir yolunu bulmak istemiştim.

İşlerinin çok belirli bir tarzı var. Canlı renkler, çok karmaşık, ince işlenmiş arka planlar ve soluk, gri ve mavi ten, kadınların neredeyse cansız yüzleri… Bu kendine has görsel estetiği nasıl geliştirdin?

Böyle karmaşık ve ince işlenmiş bir tarz kullanmayı seçtim çünkü tablolar mabet gibi dursun istiyordum. Kilise mihrabını, sarayları ve kutsal binaları referans almak istedim. Aşırı kontrollü ve detaylı resim yapmayı öğrenmem gerekti. Bu seriden önceki işlerim çok daha az detaylıydı. Başlarda bu kadar kontrollü ve detaycı bir üslupla resim yaparken zorlandım, ama zamanla bu şekilde çalışmayı çok sevmeye başladım. Tablolar çok yavaş ilerliyor ve hakkında düşünecek sürem oluyordu. Renklere gelince, parlak renkleri hep çok sevdim.  Renklerin duygu ifade etme ve izleyicinin gözünü alma yetisine hep ilgi duydum. Ten rengini gri/mavi seçtim çünkü yoğunlukla eski siyah-beyaz fotoğraflarla çalışıyordum. Aynı zamanda figürleri yaşayan insanlardan çok heykeller olarak görüyordum. Tarihte öne çıkmış kadınların anıtları gibilerdi. Onları bu küllü siyah beyaz teknikle çizdiğimde tarihe aitmiş gibi görünüyorlar.

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:33’e ulaşabilirsiniz.