Bant Mag. No:37'den // Öğrenmeyi bırakmak yok: Tansu Biçer
Bu sezon ulusal festivallerde dikkat çeken iki filmde birden (Neden Tarkovski Olamıyorum… ve Toz Ruhu) başrolde izlediğimiz Tansu Biçer’in senede en fazla iki kez verdiği röportajlardan biri bize nasip oldu.
Röportaj: Zeynep Ocak
Bu soruları ciddiyet düzeyinden de anlaşılacağı gibi, editörümüz Melikşah Altuntaş hazırladı. Fakat röportajın yapılacağı gün, editörümüz günübirlik askere gittiği için, elçiye zeval olmaz, hayatımda en hayran olduğum oyuncuların başında gelen Tansu Biçer’le, senede en fazla iki kez verdiği röportajlardan biri bana nasip oldu. Tansu’yu ilk kez, kadim dostum Begüm Birgören’in beni götürdüğü Semaver ve Kumpanya oyununda izlediğimde uzunca bir süre kendime gelememiştim. Aradan geçen uzun senelerde Tansu hâlâ bizim ağzımızı açık bırakmaya ve şaşırtmaya devam ediyor. Oyunculuk workshopu gibi olan cevaplarını buyurun afiyetle buradan okuyun…
Tansu Biçer ismine, yakın dönem Türkiye sinemasının bağımsız kanadından gelen işlerin önemli bir kısmında rastlar olduk. Bu sezon ulusal festivallerde dikkat çeken iki filmde birden (Neden Tarkovski Olamıyorum… ve Toz Ruhu) başrolde izledik seni. Türkiye’deki arthouse sinema içerisinde de, ana akım sinemada olduğu gibi, bir yıldız sisteminin baş gösterdiğini düşünüyor musun? Kendini böyle bir eğilimin parçası gibi hissediyor musun?
Aslında sinemayı benim göründüğüm kadarıyla düşünmemek lâzım. Adana Altın Koza Film Festivali’ne 68 film başvurdu, 12 film seçildi, geriye 56 film kaldı. Bunu başka röportajlarda da söyledim, o 56 film ne oldu? Kimler yönetti o filmleri, kimler oynadı, kimler görüntü yönetmeniydi orada? Şimdi bir 56 film var ki, sözü edilmiyor, dikkate de alınmıyor. Aslında büyük bir çoğunluğunun sözü edilmiyor. Ben Türkiye sinemasının içine onları da dahil ediyorum. Bununla ilgili zaman zaman eleştiri de alıyorum; hep sizi mi seyredeceğiz? Bir sonraki filmde de var mısınız? gibi… (gülüşmeler) Ama bunlar göz önünde olan filmler oldukları için, festivallere kabul edilebildikleri için, ödüller alabildikleri için, doğal olarak insanlar aslında Türkiye sinemasında çekilen filmler bu kadarmış gibi bir yanılgıya düşüyorlar. Ama değil. Asıl mesele de o geri kalan 56 filme ne olduğu. Çünkü o işlere de çok ciddi bir para harcanıyor ve bu kadar paranın harcandığı bir bağımsız sinema dünyası da var. Buna dikkat edilmediği ve gözden kaçtığı için, sanki Tansu’ya herkes söylüyor, o da oynuyor gibi bir durum oluyor ama öyle değil. O geri kalan 56 filmde de topu topu üç tanesi daha bana gelmiştir zaten de ben reddetmişimdir. Olaya ancak biraz daha geniş bakarsak, Türkiye bağımsız sinemasının tam olarak ne olduğu, nerede durduğu anlaşılır. Vizyon filmlerine baktığımız zaman, neredeyse çekilen kadarı vizyona çıkıyor. O anlamda da çok acayip giden bir vizyon sineması durumu da yok. Bir film bitip bir film başlamıyor Türkiye’de. Türler birbirine çok yakın olmaya başladı. Vizyon filmi olarak çıkıp da drama olan son yıllarda benim bildiğim yok. Bir Çağan Irmak yaptı sanırım onu doğru düzgün. Onun dışında belki hatırlayamadığım bir-iki yönetmen daha yapmıştır. Bu açıdan bakıldığında da bağımsız film sayısının vizyon filmlerinden çok daha fazla olduğunu da unutmamak lâzım. O yüzden de bağımsız sinemanın niteliğinin tartışılması lâzım. Benim şansım ve belki kendi seçimlerim de birleşerek, festivallere giren, görünür olan filmlerde rol almış oldum.
Gelen bir projeyi değerlendirirken nasıl önceliklerin var? Oynadığın işleri neye göre seçiyorsun?
Tabii ki oyuncu olduğum için, önce rol bazlı sonra senaryo bazlı bakıyorum. Role baktığımda da benim için en önemli şey, benim kendimle ilgili olarak, bu rolde araştırmak isteyip istemeyeceğim bir şey olup olmadığı. YaniToz Ruhu’ndaki rol için, ağbi ilginç bir rol, ben bunu oynarsam falan olur, filan olur, adım için de şöyle olur gibi hesaplar yapmadım. Evet, ilginç bir tip. Onun o ilginçliğinin nereden çıktığını araştırmak istediğim için oynadım. Onu bulmak istiyorum. Neden bir insan evlere temizliğe gider, bir yandan arabeskle bu kadar ilgili, yüzlerce gömleği var… Adamın doneleri dediğimiz şey birleştiğinde garip bir şey çıkıyor ortaya ve ben de tabii ki, o adamın içinde ne barındırdığı için onu yaptığını, sonuçlarının neden böyle olduğunu merak ediyorum. Onu merak ettiğim için onu seçiyorum. Neden Tarkovski Olamıyorum…’da, zaten Murat hocayla (Düzgünoğlu) bir uyumumuz vardı. Beraber bir dizide çalışmıştık, çok iyi anlaşmıştık orada. Dizi diyerek boş vermemiştik, konuşarak ilerlemiştik. O anlamda tabii ki Murat Hoca teklif ettiğinde, evet bu adamla beraber bir şeyler yapabiliriz diye düşünmüştüm. Konusu da, beraber çalıştığımız yönetmenlerin durumuna eğilen bir konu. Neden Tarkovski Olamıyorum…’da, ben bu yönetmenlerin yaptıkları hataları ortaya çıkarabilir miyim oynarken? sorusu da etkili oldu benim için. Çünkü öbür türlü birbirimizi överek, ağbi sen iyi iş yapıyorsun da Türkiye bu işte yani… demekle olmayacaktı. Murat Hoca da onu yapmak istiyordu; baltasını, filmleri yazıp yazıp bir türlü çekemeyen yönetmenlere vurmak istiyordu. Bu anlamda tabii ki kendine de vurmak istiyordu. İşin bu tarafıyla ilgilenince benim de ilgimi çekti doğal olarak. Çünkü bu filmde şu da olabilirdi; yönetmenin hiçbir sıkıntısı yok, bütün sorun ülkede, bütün sorun çevrede, yapımcılarda… Öyle de çekilebilirdi bu film. Ama biz öyle çekmemek için uğraştık. Ben bir oyuncu olarak seyircinin, Bahadır’ın gözünden izlemesine rağmen, Bahadır’ın tarafını tutmamasını ya da tutsa da bir şekilde Bahadır’a da uyuz olmasını istedim. Çünkü ben de Tansu olarak, burada bir çok yönetmene uyuz oluyorum zaten. Senaryon var, falanın var, filanın var, geliyoruz ağbi karşı karşıya oturuyoruz, okuyoruz; yani sence günümüz Türkiye’sinde bu senaryo mu çekilmeli? diye düşündüğüm noktalar var mesela. Bu mudur yani? Başka konu yok mudur? dediğim hikâyeler var. He, oynadığım filmler tartışılabilir, senin oynadıkların çok mu bir şey denilebilir ama en azından bunlara dikkat ediyorum. Ve bu anlamda o yönetmenlere, bu rolü oynarken, belki dışarıdan nasıl gözüktüklerine dair bir şey veriyor olabilirim. Seçimlerimde de aslında bu tür şeylere dikkat ediyorum.
Başrolünde yer aldığın bir arthouse işle, örneğin Cem Yılmaz’ın Pek Yakında’sında gerçekleştirdiğin misafir oyuncu performansın arasındaki farkı nasıl değerlendiriyorsun? Seyircinin sürüklendiği gişe filmleri ve sanat filmleri ayrımına, bir oyuncu olarak yaklaşımın nedir? Sana göre bu ayrım ne kadar belirgin?
Aslında birçok bağımsız film senaryosuna veya filmine baktığımızda, yaşanan anların arasının açıldığı birtakım vizyon filmi konuları da var. Yani bir çok filme baktığımızda, onlar daha Amerikanvari çekilseydi, anların arasını açmayıp da kısa geçişlerle kurgulansaydı, vizyonda da gösterilirdi gibi konular var. Bağımsız sinema, her şeyin alınıp da derinlemesine incelendiği, bütün anların, duyguların, birtakım konuların üzerine cesaretle gidildiği, merak edildiği bir yer olmuyor çoğu zaman. O anlamda da sırf dekoru, ışığı farklı diye, anları uzattı diye, sırf araya reklam almadı diye, filmin içinde fazla es var diye o filme tutup da sanat filmi dememek lâzım. Bunu da şöyle örneklendirebilirim, Roy Andersson’un son filmi İnsanları Seyreden Güvercin. Sanat filmi diyeceksek ve gidip de sıkılacaksak o filme diyelim o zaman diyorum ben, anlatabildim mi? (gülüşmeler) Bir fikir var, bu fikrin işleniş biçimi var; biçim gereği oyunculardaki oyun tarzı farklı, gerçekçi gibi duran ama değil. Gerçekçi çekilen sahnelere rağmen yüzlerinde makyaj var, renkleri başka, filtresi bir başka, dekoru enteresan… Yani her şey bir bütün hâlinde adamın anlatmak istediği şeye hizmet ediyor ve onun bakış açısından hizmet ediyor. Sanat filmi diyerek insanlar bir şeylerden sıkılıyorsa, bu, o olmalı diyorum ben. Bu tür örnekler varsa dünyada, o zaman bizim çektiğimiz senaryolara bakıldığında, sanat filmi denilen kavramın skalası çok genişlemiş oluyor. Burada da bence doğru bir ayrım yapmak lâzım. Yani gişe yapamadığı için filmin adının sanat filmine çıkması ne kadar doğru? Bir çok senaryo vizyon filmi olabilecekken, aslında olamamış filmler. Ve Türkiye sinemasında o filmler vizyon filmi olabilseydi, bugün komedinin ele geçirmiş olduğu şeyden pay alabilirlerdi, onun önünü alırlardı, dramanın da vizyonda yeri olabilirdi. İnsanlar bu tür şeylere mecbur kalıyorlar çünkü. Bunlar ağırlıkta olduğu için, filmleri bunlar zannediyorlar, ama değil. Ve böylelikle sanat filmleri diyebileceğimiz, “arthouse” dediğimiz filmleri çeken adamlara da bu bölümler kalırdı ve bu bölümde de başka şeyler denenirdi, başka şeylere cesaret edilebilirdi; birtakım konulara daha derinlemesine girilmeye çalışılabilirdi. Türkiye’de aslında sanatsal anlamda birçok alan boş. Her gelen de girebiliyor zaten, öyle de bir durum var yani. Biraz sıkışık olsaydı, yer bulmak zor olsaydı, o zaman gerçekten sadece iyilerin girdiği bir yer olurdu. Bunu zümreleşmek anlamında söylemiyorum ama biraz ortamın daralması, biraz sıkışması lâzım. Çünkü öbür türlü gerçekten her türlü komedi de gişe yapar oldu. Onun da olmaması lâzım. Komedinin de seçilebilir olması lâzım. O da olmuyor. Her şey eşit muamele görüyor. Pek Yakında’da oynadığım karakter için de, aa kendi oynadığı filmlere laf ediyor gibi bir şey hissedilebilir belki ama hayır öyle değildi. Film yapma amacı dışında bir amaçla film yapmak, festivalden kazanılacak paraya göz dikmek, ben böyle bir film yaparsam, onu oraya koyarsam, Tuz Gölü’nün falanını çekersem, taraktan açılırsam, filan olursa, günü öyle batırırsam, ağbi ben festivalde görünürüm, oradan da parayı indiririm fikrinde olan birtakım insanlara laf söylemek içindi o. (gülüşmeler) Çünkü bunlar benim oynadığım filmlerin ağırlıkla kenarında duran filmler. “Arthouse” denilen duruma girmeye çalışan insan tiplerinden biriydi aslında. O açıdan iyiydi, bir de eğlenceliydi, güzel oldu ya…
Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:37’ye ulaşabilirsiniz.