Battaniye altı aylaklığımıza eşlik eden filmler

Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır demişler. Evdeyiz; üstü çizilmeyi bekleyen deadlinelarımızı, sosyal ilişkilerimizdeki krizleri, sistem içindeki yerimizi, hepsini unutmak, kafamızı boşaltmak istiyoruz. Elimize bir çay, kahve ya da daha kalorili ama bir o kadar da endorfinli bir seçenek olarak sıcak çikolata alıp, henüz dolapların derinliklerine uğurlamadığımız battaniyelerimizin altına sığınmak istiyoruz. Şöyle birkaç saatliğine pürüzsüzce iyi hissetmek, belki de içimizde tuttuklarımızı zırıl zırıl ağlamak ya da bambaşka birilerinin bambaşka duygularında kaybolmak istiyoruz. 

Peki hangi film eşlik edebilir bu biricik zamanımıza? Binnaz Saktanber, Deniz Celiloğlu, Gözde Mutluer, Hakan Emre Ünal, Mert Tugen, Sezen Sayınalp, Sezgi Mengi, Simge Pınar ve Zelal Buldan yanıtlıyor.

Binnaz Saktanber:

Earth Mama ister battaniye altında, ister kanepe üstünde izlensin, insanı kış uykusundan uyandıracak bir film. 2024 Bafta Ödülleri’nde yazar ve yönetmeni Savanah Leaf’e En İyi İlk Film ödülünü kazandıran film, Gia isminde (ilk rolünde harikalar yaratan bir Tia Nomore) iki çocuklu ve üçüncüye hamile, bekar bir annenin ayakta kalma mücadelesini anlatıyor. Gia’nın iki çocuğu, çocuk esirgeme sisteminde ve sistem Gia’ya iyilik yapmamaya kararlı. Hayata hiçbir avantajı olmayan bir yerden başlayan Gia, anneliğin “gereklerini” yerine getirirken, ne devletten ne de bir baba figüründen destek görüyor. İşler zorlaştıkça, bebeğini evlat verip vermeme kararıyla cebelleşiyor. Earth Mama, tüm bu kararların hiçbir dönemecinde Gia’yı yargılamıyor, şeytanlaşmıyor ve “kötü anne” damgası yapıştırmıyor. Leaf’in, filmi 2020’de çektiği The Heart Still Hums isimli kısa belgesele dayandırması da bu bakış açısını kuvvetlendiriyor. Filmde koruyucu aile sistemine çocuklarını vermek zorunda kalmış anneleri, sisteme dâhil olan gerçek anneler oynuyor. Kadın bedeninden ve gerçekliğinden utanmayan, hamileliği tüm ağırlığı, güzelliği ve teriyle gösteren Earth Mama, izlenmeyi hak ediyor.

Deniz Celiloğlu:

Distopyaları severim. Ama mutlu biten distopyaları hiç sevmem. Ben sen distopyasın diye sevdim seni. İki saatliğine de olsa, batsın bu dünya dedim. Herkesi mutsuz, sefil görmek istedim, çok mu? Robotlar bizi yensin. Mantarlar kökümüzü kurutsun. Kompiterler bizi ele geçirsin. Galaktik Konfederasyon müstehakımızı versin istedim. Çok mu? Yok. İlla yeneceğiz. Patlat ana gemiyi, ver panzehri, yüksel kamera, girsin yaylılar, öpüşün. ÖPÜÜŞ… Bak şimdi birbirine, evet herkes mal mal birbirine baksın, ağla, gülerek ağla, patlayan gemiye bak, bi’ daha bak birbirine, tamam öyle kal. Kestik. Hayır. Meğerse o yedi yaşındaki meraklı piç, yaratığın yumurtasını kimseye çaktırmadan cebine atmış olsun istiyorum. Gözlüklü ölmesin, aşı bulunamasın. Aslında hiç de o kadar zeki değilmişiz, her şey de elimizden gelemezmiş. Önereceğim film, tam da böyle bir film. Sonunda kimse kurtulamıyor, ne dünya ne çok sevenler. Fakat tuhaftır, sinema yine yapacağını yapıyor. Film Ewan McGragor’lı Eva Green’li Perfect Sense. Zekice, duygulu, akıcı.

Gözde Mutluer:

Kış ve battaniye, zorlu koşullardan kendi sığınağına saklanmayı ve kendini güvende hissetmeyi simgeliyor. Sıkça kaçtığım bir sığınak bu. Bu yüzden, bu hissime en çok destek olan ve beni sığınağımdan çıkarmaya çalışan filmlerden biri olan Shi / Poetry hakkında yazmak istedim. Acı deneyimler, hafıza kaybı ve yaratıcı üretim yolculuğu üzerine, elimizi tutan bilge bir film bu -ki hepimiz bu yoldan zaman zaman geçiyor, kendi kışlarımızı yaşıyoruz-.Yaşama dair derin bir anlatı. Fark ediyorum ki hayatta karşılaştığım zorluklar beni yıpratırken, aynı zamanda empatiyi körüklüyor, gözlerimi ve kalbimi daha büyük açmamı sağlıyor. Dertlerden tasalardan başımızı kaldırdığımızda ne göreceğimizi bilemediğimiz gibi Mi-ja’nın da trajediyi kucaklayıp, onu umut ve güzellik kaynağına şiirle dönüştürme yolculuğu; bana acının yalnızca yıkıcı bir güç olmadığını, sürprizlerle dolu, dönüştürücü ve ilham veren bir potansiyele sahip olduğunu hatırlatıyor. En derinlikli eserler, öncelikle kendimizle kurduğumuz bağlardan ve bizi dönüştüren deneyimlerden ortaya çıkmalı. Güvensizlik, adaletsizlik, yalnızlık ve korkuların artık sadece çaresizlik hissiyle bağdaştığı bu günlerde, Mi-ja’nın hikâyesi; yaratıcılığın sadece sanat yapmakla ilgili olmadığını, aynı zamanda hayatı yaşama şeklimizi dönüştürebilecek bir güce sahip olduğunu hatırlatıyor. Bu film, üşüyen ve içinde yaratıcı bir kıvılcım arayan herkes için muazzam bir arkadaş.

Hakan Emre Ünal:

Yıllar önce Altyazı dergisinin bir söyleşisinde de söylemiştim. Siz bu soruyla gelince, aklıma aynı film düştü. Sanırım hayatım boyunca beni en etkileyen filmlerden biri 2009 Şili yapımı, Sebastián Silva tarafından yönetilen La Nana. Çok fazla detay vermeden, izlemenizi tavsiye edeceğim. Gülmeyle ağlamanın birbirine karıştığı anlar ve filmde yer alan kırılma ânı hâlâ aklımda. Hadi izleyin, sonra üzerine sohbet edelim.

Mert Tugen:

Im Juli / In July, bir dönem her hasta olduğumda ya da havalardan çok bunaldığımda açıp izlediğim film. Ve insanlar en sevdiğin film ne diye sorduklarında aklıma gelen birkaç filmden biri. Yol filmlerine bir zaafım var zaten, içinde Fatih Akın da olunca tadından yenmiyor. Her izlediğimde daha da güzelleşiyor gibi hissediyorum. Hem yer yer çok şiirsel hem de çok eğlendiren bir film. İzledikten sonra da kesin Brooklyn Funk Essentials ft. Laço Tayfa – “Ska Ka Bop” açar dinlerim. Fatih Akın’ın çoğu filmini çok sevmekle birlikte, bu filmin yeri ayrıdır benim için.

Sezen Sayınalp:

Konuşkan filmler, ezelden beri sinemayı neden sevdiğimi bana hatırlatır. Çünkü filmin dünyasıyla ve sesleriyle diyaloğa girdiğimi, ister istemez oradaki karakterlerle ve mekânlarla bağ kurduğumu hissederim. Filmin seslerinden biri gibi görürüm kendimi. Louis Malle’in 1981 yapımı My Dinner with André’si de bu kategoriye yerleştireceğim bir film. Aynı zamanda filmin iki karakteri olarak da gördüğümüz Wallace Shawn ve André Gregory’nin senaryosunu da yazdıkları yapım, iki eski arkadaşın yıllar sonra yeniden buluşmasını konu ediniyor. Bir oyun yazarı olan Wallace, hem yetişkinliğin hem de parasızlığın ortasında hayatla ve gelecekle ilgili düşünceleriyle ilerlerken, eski bir sima olan André’yle (görüşmedikleri sürede onun da hayata karşı tavrının gittiği / gördüğü yerler vesilesiyle değiştiğinden dem vuruluyor) buluşmasıyla ikilinin akşam yemeği felsefi bir etkinliğe de dönüşüyor. Dünyayı, mazide kalan isimleri, olayları, kendi hafızalarını masaya yatırdıkları bu akşam yemeği, kendi düşünceleriyle bezeli bir menüye dönüşüyor aslında. Robotlaşan insanlardan tutun, zihinde canlanan anların düşündürdüklerine kadar her şeyin konuşulduğu bir alan oluyor o masa. Onların cümleleriyle biz de o sohbete ortak oluyoruz film boyunca.

Sezgi Mengi:

Uzun zamandır Hollywood anaakımında hem rahat izlenen hem de sinemasal niteliği olan orta ölçekli filmler yapılmıyordu. Tam da böyle bir dönemde The Holdovers imdada yetişti ve ne şanslıyız ki 8 Mart’ta vizyona girdi. Nerede izlenirse izlensin, seyirciyi şimdiki zamandan koparıp battaniye altının güvenli sıcaklığına taşıyan bir film The Holdovers. Alexander Payne, 1970’in Noel tatilinde geçen bu hikâyeyi grenli, çapaklı görüntülerle, kurgusuyla ve birtakım kamera numaralarıyla 1970’te çektiği hissini yaratıyor. Film, gücünü nostaljiden alıyor gibi görünse de “Eskiden her şey daha iyiydi.” fantezisinin tam tersi bir yerden seyirciyle bağ kuruyor. Paul, Mary ve Angus’un kesişen dünyaları üzerinden, “Eskiden her şey o kadar güzel değildi, şimdi de değil; o yüzden yalnız değilsin.” diyerek, bizlere hikâye boyunca bir yol arkadaşlığı öneriyor. Ve her şeyin yolunda gideceğinin garantisini de vermiyor. Mary’nin Paul’a söylediği “Bir hayali bile tam olarak hayal edemiyorsun, değil mi?” cümlesi, bu üç karakterin kaybetmişliklerini özetler gibi. Film, bu üçlü arasındaki zorunlu dayanışmayı rehber alarak, bizlere bir hayal kurma motivasyonu veriyor ve sonra kendi yoluna devam ediyor. Bolca güldürüp yer yer insanın içini acıtırken, çok keyifli bir seyir deneyimi de yaşatıyor. Tüm bunların yanında Paul Giamatti ve Da’Vine Joy Randolph’un olağanüstü performansları hayran bırakıyor. Gelecek yıllarda da The Holdovers’ı birçok “kendini iyi hisset filmleri” listesinde göreceğimizden hiç şüphem yok.

Simge Pınar:

High Fidelity, iyi hissetmek istediğimde kendimi güvenle kollarına bıraktığım bir film. Bir plak dükkânında geçiyor; müzik tutkunu karakterlerle, plaklarla ve şarkılarla dolu. Belki ben de günlerimi özenle hazırladığım playlistlerle ve şarkılarla kaydetmeyi sevdiğim için John Cusack’in plak dükkânı sahibi olduğu bu filme, onu ilk izlediğim lise yıllarından beri tekrar tekrar uğrarım. 2000 yapımı film, Nick Hornby romanından uyarlama. Soundtrack albümü en sevdiklerimden biri ve ayrıca birkaç sene önce Zoë Kravitz’in başrolde olduğu uyarlama dizisi de yayımlandı. Bir kadın karakterin başrolde olduğu High Fidelity de inanılmaz hoşuma gitti. Battaniye altında izlemelik bir de dizi önerisi olsun.

Zelal Buldan:

Battaniye altına girip dünya ile bağı kesmek bazen iyileştiren, bazen dinlendiren, bazen de özgürleştiren bir şey benim için. Hiçbir duygu yüklemeden battaniye altına sığındığım da olur. Bu konfor alanıma en çok yakıştırdığım film ise Big Fish. Battaniyenin altındayken yanı başımda birinin bana masal okuyacağı yaşı çoktan geçtiğimden ama masal dinlemenin huzurunu aradığımdan, imdadıma koşar. Ne kadarının gerçek ne kadarının hayali olduğunu bilmeden, bilmekle de ilgilenmeden, bir masal dinlemenin huzuru ile beni peşine takar, iyi hissettirir. Güldürür ve ağlatır, çocukluğuma döndürür ve orada bir süre kalmama sebep olur. Finaliyle de vedalaşmayı öğretir. Vedalaşmaları öğrenebildiğimden değil de öğrenmeyeçalıştığımdan iyi gelir. Film bittiğinde, yerimden kalkmakta zorlandığımda ve dünyayla bağlantımı tekrar kurmam gerektiğinde ise şu iki cümle zihnimde belirir: “Japon balıkları küçük akvaryumda büyümez. Yerleri büyürse iki, üç, dört misli büyürler.” Battaniye altındaki küçük akvaryumumdan çıkıp büyümeye gidiyorum. Bir şey isteyen var mı?