Bawer Çakır ile Armistead Maupin’in “Kent Hikâyeleri”nin Netflix uyarlaması üzerine

Röp: Ekin Sanaç – Yetkin Nural

Kuir edebiyatının önemli temsilcilerinden Amerikalı yazar Armistead Maupin’in Kent Hikâyeleri (Tales of the City) serisi geçtiğimiz ayın başında Netflix yapımı bir uyarlamayla yeniden ekranlara düştü. Maupin’in ilk olarak 1976 yılında San Fransisco Chronicle gazetesinde bir yazı serisi olarak başladığı ve şehirden LGBTİ+ karakterleri ve yaşamlarını aktardığı Kent Hikâyeleri, daha sonra roman olarak piyasaya çıkmış, yakaladığı popülerlik ile dünya çapında bir takipçi kitlesi edinerek sekiz romanlık bir seriye dönüşmüştü. İlk olarak 1993 yılında televizyona dizi olarak uyarlanan, daha sonraki More Tales of the City ve Further Tales of the City isimli devam romanları da 1998 ve 2001 yıllarında aynı oyuncu kadrosuyla dizi olarak çekilen Kent Hikâyeleri’nin son dizi uyarlaması serinin sadık takipçileri tarafından karışık tepkilerle karşılandı.

Eğlence sektöründe LGBTİ+ görünürlüğünün hiçbir zaman olmadığı kadar yükseldiği günümüzde, bu görünürlüğün içinin oyulması tehlikesi de her zamankinden daha gerçek ve daha etkili. Netflix’in Armistead Maupin’s Tales of the City uyarlaması da bu içi boşaltılmış temsiliyet kuyusuna maalesef sık sık düşüyor, her ne kadar eğlenceli ve yer yer epey dokunaklı hikâyeler aktarsa da, bütüne gelindiğinde sulandırılmış, çeşitli kutucukların içine tık atmakla yetinen ve temelinde LGBTİ+ kültürüne ve üyelerine kendilerini seyir zevki de ortalamalarda kalan bir şov olarak pazarlamanın ötesine pek geçememiş gibi gözüküyor.

Kent Hikâyeleri serisinin sadık ve sıkı takipçilerinden yazar, eleştirmen ve LGBTİ+ aktivisti Bawer Çakır (kendisinin yazılarını Instagram’da fakfukfontv hesabından takip edeilirsiniz) ile serinin son uyarlama halkasının sorunlarını ve bu örnek üzerinden LGBTİ+ görünürlüğü ve uyarlama formatının dertlerine dair lafladık.

TALES OF THE CITY

Armistead Maupin’in Kent Hikâyeleri serisini ilk nasıl keşfettin? Ne zaman ve hayatının hangi döneminde okudun?
2000’lerin başında, Lambdaistanbul’un pazar toplantılarından birinde “eşcinsel edebiyata” (ya edebiyatına mı demeli?) dair hiçbir şey bilmediğimi söylediğimde, aktivist arkadaşlardan biri kütüphaneden Kent Hikâyeleri kitabını çıkarıp uzatmıştı bana. LGBTİ+ özgürlük mücadelesinin hayatımı yeni yeni değiştirmeye başladığı yükseliş dönemimin ilk edebi eseri oldu Maupin’in kitabı. 

“Ancak izlemek zorunda kaldığım şey için çok üzgünüm. Nasıl böyle bir şey çekebildiler, Maupin buna nasıl müsaade etti, koca ekipten biri de çıkıp ‘arkadaş bu nedir’ demedi mi, gerçekten hâlâ aklım almıyor.”


TALES OF THE CITY

Serinin 1993 tarihli dizi uyarlamasını izlemiş miydin? Bir uyarlama olarak nasıl bulmuştun?
Kent Hikâyeleri ile ilgili neredeyse her şeyi izledim. 1993 uyarlamasını da hazırlanmış belgeselleri de. 1993 tarihli uyarlama dönemi için başarılı ve cesur bir yapım. Bugün izlerken sıkılsak da bundan tam 26 yıl evvel ekranlarda böyle bir şeyin yayınlanmış olması çok kıymetli. Çünkü bir derdi var ve dönemin şartlarını, ABD’nin ve televizyonun muhafazakârlığını düşününce oldukça cesur bir yapım. 

Armistead Maupin’in on yıllara yayılan Kent Hikâyeleri serisi son olarak Netflix’e bir mini-dizi olarak düştü. İlk olarak kitapları okuyan, bu öyküyle ve karakterle kitap üzerinden tanışan biri olarak izlemeden önce nasıl beklentilerin vardı? Netflix yapımı sende olumlu-olumsuz nasıl izlenimler bıraktı?  
Kent Hikâyeleri’nin dizi olarak yeniden çekilmesi son yıllarda aldığım en güzel ve heyecan verici haberlerden biriydi. Abaküsle günleri saydım resmen. Kitapları çok sevmenin yanı sıra, diziden bir süre önce Maupin’in kitaba ilham veren hayatını anlatan belgeseli de izleyince hem heyecanım hem de beklentim arşa çıkmıştı. Ancak izlemek zorunda kaldığım şey için çok üzgünüm. Nasıl böyle bir şey çekebildiler, Maupin buna nasıl müsaade etti, koca ekipten biri de çıkıp ‘arkadaş bu nedir’ demedi mi, gerçekten hâlâ aklım almıyor. Game of Thrones’un senaristleri mi yazmış acaba diziyi diye IMDB sayfasına baktım. Duygu durumumu daha nasıl özetleyebilirim bilemiyorum. Çiğleşip efsane olacakken kestane oldu da diyebilirim isterseniz. 

“Ben temel sorunun bu eserleri dizi ya da sinemaya uyarlamaya girişenlerin aslında o eserleri anlamamalarına, gerçekten hissetmemelerine ve okuyucular gibi bir bağ kuramamalarına bağlıyorum.”

Kitapların dizi veya sinema uyarlamaları genelde okuyucularda tatminsizlik yaratır, hatta kitaptan ekrana uyarlanmış ve bu anlamda sadık okuyucuları memnun bırakan uyarlamaların sayısı da epey az. Sence bu genel durumun altında uyarlamaların sebep olduğu ne gibi erozyonlar yatıyor? Kent Hikâyeleri örneğinde bu durum nasıl destekleniyor? Senin aklına gelen ve bu genellemenin dışında kalan, istisnai uyarlamalar var mı?
Edebiyat eserlerini ekrana uyarlamak riskli bir iş. Kötü ellerde felakete dönüşmüş çok sayıda şey izledik ne yazık ki. Ancak ben temel sorunun bu eserleri dizi ya da sinemaya uyarlamaya girişenlerin aslında o eserleri anlamamalarına, gerçekten hissetmemelerine ve okuyucular gibi bir bağ kuramamalarına bağlıyorum. O eseri okuyanların zihinlerinde oluşan şeyler türlü türlüyken, yapımcılar genelde “bundan çok iyi film ya da dizi olur” diye düşünüyorlar ve avuçları kaşınmaya başlıyor (Avuç kaşınması = para. Metafor anlaşıldı umarım). Bizim her sayfasında yüzlerce şey hissettiğimiz satırları ticari bir ürün olarak görerek, kendi mallarına dönüştürdükleri için de koca bir hayal kırıklığı izletiyorlar bizlere. Orange is the New Black gibi harika bir işi çıkarmış Lauren Morelli’nin Kent Hikâyeleri efsanesini mahvetmesi 2019’un en büyük gizemlerinden biri olarak hatırlanacak kanımca. Diziden aklımda kalan tek şey Laura Linney’in asla değişmeyen sevimsizliği. Mary Ann San Fransisco’ya keşke hiç taşınmasaymış dedim. Hiç uzaklara gitmeden, gerçekten fevkaladenin fevki bir uyarlama olduğunu düşündüğüm Sharp Objects‘i şuraya koyayım. O dizinin kazandığı her kuruş anasının ak sütü gibi helal olsun! 


Kuir hikayeler büyük eğlence sektörü şirketleri tarafından aktarıldığında, ortaya konan “görünürlük” üzerinden politik bir tartışma çıkıyor sık sık… Bu tarz yapımlar tarafından yaygınlaştırılan ve kitlelere sunulan kuir kimlik görünürlüğünün olası yararlarına karşı kuir hareketin sistem-karşıtı özelliklerinin tıraşlanıp, “hazmedilir” bir hale getirilerek metalaştırılması ekseninde dönen bir tartışma oluyor bu da genelde. Senin bu tartışmaya dair fikirlerin neler?
Eskiden kuir bir karakter/hikâye yok diye şikâyet ediyorduk. Şimdi ‘çok ama çok kötü temsil ediliyoruz’a geldik. Nereden nereye… Ryan Murphy de kuir hikayeleri aynı eğlence sektörüne aktarıyor. Adamın kariyerinde bir tane ‘meh’ diyeceğimiz iş yok. Her kuir hikâyeyi hakkıyla çekti, hikâyelerini anlattığı insanları karikatürleştirmeden, objeleştirmeden, sahte bir mükemmellik zırhına hapsetmeden cesurca yansıttı, yansıtıyor. Pose belki de TV tarihinin en en en iyi örneği kuir hareket için. Tam da bahsettiğin tıraşlama meselesinin anti tezi. Zira Murphy ve Mock tıraşı kesip, fevkalade bir hikâyeyi hiç eğip bükmeden, “love is love” sığlığına indirgemeden, dan dan çektiler. Pose müthiş! Günlerce övebilirim…

Kent Hikâyeleri’nin Netflix uyarlamasının sorunu hem öyküyü hem de kuir kahramanlarını ve şehri sevimsiz karikatürlere dönüştürmüş olmasında yatıyor. Karakter derinliği yok, kimsenin ikna edici bir hikâyesi yok, San Francisco’yu Şeyma Subaşı ziyaret etmiş de Instagram profiline story atıyor gibi işlemişler. Ellen Page’in 56. kez bizlere izlettiği Küçük Emrah bakışlı sevimsiz lezbiyen performansı migrenimi azdırdı (migrenim yok). O balamozların yemek masası sahnesinde ağlamalıydık aslında, ama o en dramatik anda bile sinirden güldüm. Orada ne demek istedi o Kemalist lubunya? Bunca tartışmanın yaşandığı ABD’de transfobik şaka yapabilme hakkı mücadelesini neden izledik mesela? Televizyon yapımlarının devrim yapmasını beklemiyorum… Ancak yıllar sonra, Netflix gibi bir platform Kent Hikâyeleri gibi kuir edebiyatın en önemli eserlerinden birini Benetton reklamından bir tık daha iyi çekebilseydi keşke.