Beriya Şevê: Savaşın gürültüsü ve hislerin karanlığı

Yazı: Osman Damla

Ali Kemal Çınar’ın, olağanüstü hâl koşullarında rutin yaşamlarını sürdürmeye çabalayan bir ailenin üç üyesini takip ettiği Beriya Şevê / Geceden Önce’ye MUBI kütüphanesinden erişilebiliyor. Yönetmenle film üzerine bir sohbeti de buradan okumak mümkün. 


“Kuro lawo welat xweş e. (Ey oğul ülke güzeldir.)”
Ciwan Haco

1991 yılının kışında Diyarbakır’ı Saddam Hüseyin tarafından kimyasal silah atılacağı dedikodusu sarmıştı. Bu korkuyla insanlar gazdan etkilenmemek için pencere ve kapılarını naylonla kaplamışlardı. Naylon, şiddetin kendini gösterdiği bir nesneydi. Naylon, yani N-A-Y-L-O-N sesleri de aynı zamanda bir şiddetin kendini imlediği bir kelime. Şiddet kendini seslerde ve renklerde gösterir. Söylem alanında dolaşıma girerek başka sesler ve renklerle birleşir. Ardından tarihsel bir korku öğesi olarak nesilden nesile aktarılır. 

Yıllar sonra Diyarbakır Bağlar’dan kalkan F-16 uçaklarının sesi tüm şehri sarmaya başlamıştı. Camlar sesin şiddetinden sallanır, bütün Kürtçe konuşmalar bölünürdü. Defalarca bu sesi duymuş olmanın siniriyle evlerde, kahvelerde, iş yerlerinde ve başka mekânlarda kısık sesle söylenmeler başlardı. Bu söylenmeler kısık sesten yüksek sesli paranoyalara dönüşür, yerini komplo teorilerine bırakırdı. 

Uçuşlar gündüz olmakla beraber gece de olurdu. Bu seslerin arasına daha sonra makineli tüfekler, tabancalar, gaz kapsülünün caddelerde ve kaldırımlarda sekmesinin sesi de karışırdı. İnsanların “bilinmeyen dil”de attığı sloganlar, akrep aracının bir anda böğüren motoru ve tomanın lastik sesleri; yerlerde seken gaz kapsülü sesi… Gözleri yaşaran insanların öksürükleri, ağlama ve hıçkırıkları; burunların derinden çekilmesi, yere düşen ter, balgam ve kan… Gri, hâkî yeşil, kahverengi, siyah, sarı, kırmızı ve yeşil renkleri iç içe geçerdi. Olaylar sırasında biber gazının, caddelerdeki toz ve lastik dumanının tadı da birbirine karışırdı. Dokunma duyusunu geçiyorum! Ali Kemal Çınar’ın Beriya Şevê filmini izleyince ben de zihnime bir kürsü atıp kendi kişisel tarihimdeki “gürültülere” gittim.

Beriya Şevê 2015-2016 yılları arasında Diyarbakır’ın Sur ilçesinde çıkan çatışmaları sesler ve renkler üzerinden ele alıyor. İzleyiciyi ev hanımı bir anne, ressam olan Gulbîn ve kısa süreli amnezi yaşayan bir babanın pek iç içe geçmeyen ama birbirine zorunlu olarak karışan hikâyeleriyle karşı karşıya bırakıyor. Anne, sesin dışarıdan içeri girmesini engellemek için sürekli pencere ve kapılara bir işlem yapılması için çare arıyor. Onun sesten rahatsız olması politik bir tavırdan mı yoksa gün boyu süren gürültüden sıkıldığından mı, bilinmiyor. Film bu ikilemi iyi veriyor. Bir yerde anne, komşusuyla konuşurken savaştan dolayı mahalleden göçmek zorunda kalan ailelerin sorunları karşısında tutumunu ailelerin dramlarından yana tavır koyarak belirtiyor. Kendi bilinç düzeyinde ve olayları algılayış biçiminde bu görülse de acaba sadece gürültü olduğu için mi rahatsız oluyor sorusu yine film boyunca kendini gösteriyor. Dışarıdan gelen yıkıcı sese annenin hangi açıdan yaklaştığı izleyiciye bırakılıyor. Ressam kızın her şeyin birbirine karışmasını belirttiği monologda ise aslında karakterlerin var olan sesler ve görüntüler hakkındaki tutumlarının karmaşıklığı ve ikilemi veriliyor. Bu ikili durumun gerilimi, film boyunca canlı kalıyor. 

Filmde duyduğumuz sesler dışında; gözler, resimler ve fotoğraflar da en fazla gördüğümüz imgeler. Ressam karakterin tek endişesi resim yapmakmış gibi algılansa da şehrin içinde olduğu yıkımı algıladığı, bir çıkış yolu aradığı, bunu da arzularına başvurarak çözmeye çalıştığı söylenebilir. Sesleri umursamasa da bazen duyduğunda gözleri dört dönüyor. Boynuna taktığı atkıda siyah arka plan üzerine sarı-kırmızı-yeşil renkleri görünüyor. Bu imge neler döndüğünün farkında olsa da yorulduğunu, meseleler karşısında soyut bir çıkış yolu aradığını düşündürüyor. 

Babasının amnezisini anlayan, ona yardımcı olmak isteyen, evde unuttuğu kimliğini ona ulaştırmak isteyen bir karakter aynı zamanda Gulbîn. Anne ve baba arasındaki iletişimi ve sevgisizliği kontrol altında tutmaya çalışarak aslında fazlasıyla zorlu bir görevi üstleniyor. Şehirde dolaşıp resim atölyesine, kahveye, parka, orta sınıfa hitap eden mahallelere ve evlere girip çıkarken anne hep evde duruyor. Baba ise sadece yaşadığı mahallede dolaşıp, arada kahveye ve mahalledeki fotoğrafçıya gidiyor. Baba kendi geçmişine fotoğraflar aracılığıyla giderken, kız resim aracılığıyla şehri ve kendisini yeniden inşa ediyor. Anneyse sadece kızın resimleri için bir model. 

Üç karakterin olayları algılayışında bir bilinç farklılığı görüyoruz. Kadınların çoğunlukla kamera karşısında ve olayların merkezinde olması; erkeklerin kaybolmuş, işte, kahvede belki de seslerin geldiği yerde olmalarıyla açıklanabilir gibi düşünülebilir, erkek hafızanın yitikliği bir iktidar kaybı olarak görülebilir. Ama film bunu da altüst ederek kadınları güçlendiriyor. Erkekler pes etmiş ya da yitik olsalar bile kadınlar hayatın içinde ve üstelik arzularını da yaşıyorlar. Kuir ilişkide olan bir kızın sevgilisiyle burjuva mahallesinde buluşup birasını yudumlaması, istediği saatte uyanması ve sesleri bastırmak yerine pencereleri açık uyuması ne olursa olsun yaşamaktan vazgeçmeyen, umutsuz olmayan gücün tüm bu şiddet karşısında duruşunu göstermesi açısından önemli. 

Babanın kaybettiği hafızasını fotoğraflardan yeniden bulmaya ve kurmaya çalıştığını da görüyoruz. Hafıza mekânı, Sur Mahallesi. Tamamen yıkılmış bir şehirden ziyade insanların mahalleyi terk edişini ve babanın da bu terk edilmek üzere olan mahallede dolaşmasını izliyoruz. Uzaktan duyulan sesler ve mahallenin siyaha, griye yakınlaşan renkleri, gelmekte olan yıkımın gerginliğini gösteriyor. Hatta doğrudan göstermeksizin izleyici içine çeken bu “kötü şeyler olacak” hissinin, filmin genel atmosferini yansıttığı söylenebilir. 

Babada travma sonrası oluşan hafıza kaybı, ölümünden ziyade can çekişini gösteriyor. Onun durumunda da yine aynı ikili durumu görmek mümkün. Baba ölü mü yoksa sağ mı, anlaşılmıyor. Sembolik olarak bir babadan söz etsek bile evde duramayan ama dışarıya çıktığında dışarıya da ait olamayan bir baba figürüyle karşılaşıyoruz.

Beriya Şevê orada olmayı zorunlu kılmasıyla zor bir film aynı zamanda. İzleyicileri orada yaşamamalarına rağmen duyulan karanlık ve gürültülü seslere çağırıyor. Bu sesleri duymaya mahkûm edilmiş Kürtler ve onlara uzaktan bakan Türklerin, aynı zamanda kendilerine de uzaktan bakan Kürtlerin hikâyesi. Mahallede yaşanan insanlık dramının didaktik bir üslupla verilmesi yerine daha soyut bir dil tercih edilmiş. Görüntülerdeki sabitlik, karakterlerin çok az konuşması ve neredeyse aynı sözleri tekrar etmeleri de bu katı kötülüğü hissettiriyor. Filmde neredeyse herhangi bir mizah ve kara mizah unsuru yok. Ama aynı zamanda katarsis yaşatan, ağlatan bir melodramla da karşılaşmıyoruz. Baştan sona bir şok hâlini gösteriyor. Savaşın yarattığı şok hâlini. Savaşın kan dondurucu görüntüleri yerine travmatize olmuş bir halkı izliyoruz. Bu açıdan psikanalistik olarak okunmaya fazlasıyla müsait de bir film; travmatize olmuş ama bir şekilde yaşamak zorunda olan, belki de bunu reddeden, bastıran ya da arzulara kaçarak rahatlamaya çalışan bir kitle psikolojisini görüyoruz. Politik olanın konforuna kaçamayan, bu çıkmazda hapsolan karakterlerin ve toplumun karanlık bir ses ve renk tarihi… Aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen burada, İstanbul’da aynı sesleri duyuyorum; hafızam travmamın yardımına koşarak görüntüleri yine gözümün önüne getiriyor. Ardından gelen kokular, tatlar ve hakkında konuşamadığımız için sustuğumuz “dokunmalar”. Kürtlerin ve onlarla birlikte yaşayanların beş duyusunu es geçmeyen, müthiş korkunç bir eziyet gösterisi.