Burçin Tetik için gündelik akıştan kaçış, en yaratıcı anlara vesile

Bant Mag. No:77’deki 8 yazarın zihnini kurcaladık dosyasında, yakın dönemde yeni ya da ilk kitabını paylaşmış bazı yazarların yaratım dünyalarını keşfe çıkalım istedik. Farklı hikâye anlatıcılarının yazma pratiklerini, bu meşakkatli işi sürdürürken tutundukları farklı motivasyonları, yaratım dünyalarını besleyenleri kurcalamak bizce çok anlamlı. 

Kimliğinden onur duyanlar, göçmenliğin dilini en iyi bilenler, cinselliğin üzerindeki toplumsal tahakküme meydan okuyanlar, basmakalıp değerlerden usananlar üzerine ilk kitabı Annemin Kaburgası’nı yayımlayan Burçin Tetik, sorularımızı yanıtladı.

“Yeter ki hayatın sizden beklentilerini durmaksızın kulağınıza bağırdığı o dünyadan biraz kaçabilin.”

Aslında ne ara zaman bulabilirsem, o zaman yazıyorum diyebilirim. Her zaman şu denize bakan bir pencerelerin önündeki masasında oturan ve derin derin hayallere dalan yazar stereotiplerine özenmişimdir. Annemin Kaburgası’nda bulunan öykülerin bir kısmı Sarıyer’deki bir apartman dairesinin duvara bakan penceresinde yazıldı. Gerisi ise Berlin’de ev ararken kaldığım kısa süreli evlerde ve çeşitli kafelerde yazıldı. Şimdi genelde hafta sonları ya da tatillerimde yazabiliyorum.

Kendi editörlük tecrübem de olduğu için yazdığım şeylerde işlemeyen yerleri kesmek, kitabın bütününe oturmayan öyküleri atmak ya da bazı metinleri kesip biçip yepyeni bir formata kavuşturmak konusunda dirençli değilim. Yazdığım her bir şeyin yayınlanacak kalitede olmadığının, bazen bir metni oluşturmanın büyük bir parçasının önceki metinleri çöpe atmak olduğunun farkındayım. O yüzden yazdığım bir şey ilerlemiyorsa onu zorlamak yerine rafa kaldırıyorum. Tamamlanmış öykülerden daha fazla tamamlanmamış, biraz yazılıp bırakılmış metinler var yani elimde. Bu da zaten sürecin parçası.

Gerçekten de kendimi bildim bileli yazıyorum diyebilirim. Ana okuluna gitmedim, evde babaannemle büyüdüm, sıkıntıdan erkenden kendi kendime okuma yazmayı söktüm ve sanırım o günden beri de bir şekilde hayatım öykülerle geçti. Beni asıl çeken şey hikâye anlatıcılığının kendisi. Format değişebilir, bu bir şiir olabilir, öykü olabilir, kurgudışı metin olabilir, video ya da fotoğraf olabilir. Asıl önemli olan ona maruz kalan kişide uyandırdığı duygular benim için; o da bence bağlamı ve hikâyesi iyi oturtulmuş, emek verilmiş bir işten geçiyor.

Bir metne başlamanın ilk aşamalarını hiç sevmiyorum diyebilirim. O daha hiçbir şeyin somut olarak ortaya çıkmadığı, âdeta bir doğum sancısı gibi sıfırdan bir dünya kurmaya çalıştığınız kısım bence çok zor. Sonra bir an oluyor, bazen çok çabuk bazen de günler hatta haftalar sonra olabiliyor, o an bir bakıyorsunuz ki o kurmaya çalıştığınız dünya çoktan kurulmuş, hatta sizi de içine almış. Benim için o aşamadan sonrası yokuş aşağı gidiyor. Artık karakterlerin benden bağımsız olduğu, öyküdeki o sokakların, evlerin, eşyaların âdeta kendi kendini var ettiği bir yerde oluyorum. O ânın içinde kaybolmak, kendimi oraya bırakmak yazmanın en keyifli ânı. Bütün o önceki meşakkatli süreç ve sonradan gelecek olan tekrar tekrar okumalar, düzeltmeler hep bu tek bir an için var oluyor gibi.

Okumak isteyeceğim türde öyküler yazmaya çalışıyorum. Olabildiğince dürüst ve samimi, okurla arasına gösteriş olsun diye büyük kelimeler ve kavramlar sokmayan, olup biteni minimal bir dille anlatmaya çalışan ve tam da bu sayede etkili olan anlatıları seviyorum. Bunun yanında tabii ki okuru ters köşeye yatıran hikâyeler, karakterlerin iç dünyasını analiz eden ve okurun da analiz etmesine teşvikte bulunan bir yazım tarzı beni etkiliyor. Edebiyatı bir dünyayı anlamlandırma çabası olarak görüyorum. Doğrular ve yanlışlar çizmekten ziyade varolanın görünmeyen katmanlarını, bir şeylerin neden o şekilde olduğunu anlamaya en çok edebiyat aracılığıyla yaklaşıyorum.

Tanıdığım gazetecilere şakayla karışık “Yazar söyleşilerinde nasıl yazıyorlar diye değil de, parayı nereden kazanıyorlar, ne yiyip ne içiyorlar diye sorsanıza“ demişliğim var. Yazma eylemi için de, yeni bir metin konusunda beslenebilmek adına da insanın zamana ihtiyacı oluyor. Çoğu insanın yazabilmesinin önündeki en büyük engellerden biri de bu. Hem tam zamanlı bir işte çalışıp hem çocuk bakan hem de kitap yazan kadınlar var, onlara inanılmaz hayranım. Gündelik akışın çok da izin vermediği o kendinizle başbaşa kaldığınız, düşüncelerinizin derinine inebildiğiniz anlar benim için en işlevsel, en yaratıcı anlar. Bu bir tren yolculuğu olabilir, bir kitapçıda uzun uzun kitapları karıştırmak olabilir, kanepede yatıp sadece tavana bakmak dahi olabilir, yeter ki hayatın sizden beklentilerini durmaksızın kulağınıza bağırdığı o dünyadan biraz kaçabilin. O anlarda dolu bir havuzun tıpasını çekiyorum da fikirler yavaş yavaş dışarı akıyor gibi hissediyorum.

Kitap çıktıktan sonra gözleri nihayet açılmış kedi yavrusu gibi rahatladım. Hani çok küçük kedilerin etrafı görememekten kaynaklanan sürekli bir tedirginliği olur ya, ben de galiba bazı konularda biraz öyleydim. Aktivizmin insanı çok yoran, tüketen ve sürekli olarak nefret dolu insanlarla karşı karşıya getiren bir yanı var. Ben de yıllar içinde bundan çok yorulmuşum. Kişisel olarak bana farklı bir yerden söz söylemek iyi geldi, bir rahatlık vuku buldu. Aktivizm aracılığıyla erişemediğim insanlara başka hayatları, kadın ve LGBTİ+ varoluşları anlatabilmek, bir şekilde onların evine ve zihnine girebilmek ve bu konuda geri dönüşler almak beni mutlu etti. Şaka maka anksiyetemi azalttı diyebilirim bu süreç. Yazarken gelen o dinginlik, yalnızlık, kendi içinize bakma hâli de insanı büyütüyor. O anlamda öyküleri yazmaya başlayan kişiyle bugünkü kişi aynı değil. Yazdığım karakterleri daha iyi anlamaya çalışırken galiba gerçek hayattaki kişileri de bir yan etki olarak daha iyi anlamaya başladım. Ve artık dönüştüremeyeceğimi gördüm insanlara laf anlatmak yerine kendimi onlardan korumaya çalışıyorum.

Yazmak isteyenlere bir sorum var: Yazarsanız ne kaybedersiniz? Eğer bir şekilde buna zaman ve mental enerji ayırabiliyorsanız ve gönlünüzden geçen de yazmaksa mutlaka yazın. Birilerinin o satırları okumasına gerek bile yok. İleride hazır olduğunuzda, metninizin de hazır olduğunu hissettiğinizde dışarı açabilirsiniz yazdıklarınızı. Ama aslolan zaten yazma eyleminin kendisi. Çünkü o metni yazmadan önceki siz ile yazıp bitirdikten sonra var olan siz aynı insan olmayacaksınız. Maalesef herkesin olanakları aynı değil. Bazı kişiler gerek maddi imkânlar olsun gerek doğdukları aileler olsun gerek kimlikleri olsun elbette çok daha ayrıcalıklı ve yazdıklarını belli çevrelere çok daha erken yaşta kabul ettirebilir oluyorlar. Ama bu da değişiyor, o yüzden istiyorum ki özellikle kadınlar ve lubunyalar yazmaktan hiç çekinmesin. Bizim de heteroseksüel erkekler gibi “vasat olma” hakkımız baki. Bazen bu erkeklere gösterilen müsamaha, gençlik ve toyluklarına vurularak tolere edilen şeyler maalesef başkaları için yapılmayabiliyor. O yüzden bu hakkı diri tutmak ve hatırlatmak önemli. Israrcı olmak, yılmamak, bir yandan da kendi yaptığımız işin düzgün ve savunulabilir bir iş olmasına özen göstermek gerekiyor. Belki de birkaç yıl kendi kendinize yazdıktan sonra bir dergi, bir derleme editörü, bir yayınevi yazdıklarınızı basacak. Kimse bugünden yarına yazar olmuyor. Hakikaten de çok okuyarak, metinler üzerine düşünerek, çalışarak gelişiyor insan ancak. O yüzden yılmadan, vazgeçmeden yazmaya ve kendi hikâyelerinin anlatıcısı olmaya devam etsin kadın ve lubunyalar.