Dört sanatçının İstanbul’u: Crossroads

Vanessa Medini’nin aklına gelen “çağdaş sanat belgeseli” yapma fikri 2022’de, Bulut Reyhanoğlu’nun katılımıyla Crossroads adlı bir filme dönüştü. Mahmut Fazıl Coşkun’un yönetmen koltuğunda oturduğu belgeselin senaryosu Sinan Yusufoğlu’na, görüntü yönetmenliği Ersin Gök’e, kurgusu Adil Yanık’a ait. Müzik kredisi ise Murat Asil’e yazılıyor.

İzlemeden önce bilmemiz gerekenler

Vanessa Medini tam bir sanatsever. Hem bir sanat koleksiyonu sahibi hem de sanat üzerine yazıp çizmekte. Bulut Reyhanoğlu ise film üretimine dair pek çok oluşumun kuruluşuna ön ayak olan ve filmlerin yapım desteği bulması için çaba harcayan bir figür. 

Crossroads’un yönetmeni Mahmut Fazıl Coşkun ve senaristi Sinan Yusufoğlu, Coşkun’un 2017 yapımı Anons filminde de birlikte çalışmıştı.

Ne hakkında?

İstanbul, geç konuşan bir çocuk olmak, kültür, şehir hayatında kaybolan bireyin derdi, apartman saçakları, hastalık hastalığı, art arda iki bebek doğurmak, hayaller, tesadüfler…. 

Türkiye’nin ilk çağdaş sanat belgeseli olma unvanını alan Crossroads, dört harika sanatçıyı konu alıyor. Onların yaşamına, geçmişlerine, sanat serüvenlerine ve hayat perspektiflerine akıcı bir anlatımla izleyeni de dâhil ediyor. Belgesel, tam da ismi gibi sanatın farklı disiplinlerinde, farklı medyumlar ve kaygılarla üreten bu yaratıcı insanların kesişim noktalarını işaretliyor.

Zaman ve mekân

Filmin çekimleri henüz başlamamışken, pandemi nedeniyle iki buçuk yıllık bir kesintiye uğramış. Bu süre içerisinde defalarca sanatçılarla bir araya gelinen çevrimiçi toplantılar düzenlenerek, haklarında yapılabilecek okumalar tamamlanmış. Senarist Sinan Yusufoğlu bu zamanın kendisine tahmin edilemeyecek kadar çok şey öğrettiğine, ona bambaşka bir dünya sunduğuna dikkat çekiyor. Vanessa Medini ise filmin, her zaman kulaklara çalınan “Doğu ile Batı sentezi” ve “kültürlerin beşiği” gibi basmakalıp cümleleri anlamlı kılan bir zemin yarattığını söylüyor. (Gerçekten öyle.)

Crossroads’un esas ve tek mekânı İstanbul; bir karakterden öte, sanatçıların yaşamasını mümkün kılan bir organizma gibi. Rengiyle, kokusuyla, sesiyle Karaköy’den Başakşehir’e, Kuzguncuk’tan Alibeyköy’e uzanan, nefes alan bir İstanbul. Öyle ki Seçkin Pirim’in doğum yeri kabul ettiği Kuzguncuk’tan, Gülay Semercioğlu’nu film boyunca sürekli takip ettiğimiz Galata sokaklarından ve Sinan Logie’nin kendi içinde özel bir sorunsala dönüştürüp incelediği Başakşehir’den ayrıştırılabilmesi pek mümkün görünmüyor. 

Karakterlere dair

Candaş Şişman: 
Çok geç konuşmaya başlayan bir çocuk olduğunu söyleyen Candaş Şişman, yaşamı boyunca kendini ifade etme biçimlerini aramış. Film boyunca da farklı mekânlarda, farklı materyallerle arayışına katıldığımız sanatçı, disiplinlerarası deneyimler üreten Nohlab’in de kurucularından. Bilinen kavramları hem dijital hem de mekanik imkânlarıyla irdeleyen Candaş Şişman özellikle “manipülasyon”un sınırlarını sorgulayan işlerin peşinde.

Seçkin Pirim: 
Doğum yeri Kuzguncuk olmasa da Kuzguncuk’ta dünyaya geldiğini söyleyen Pirim, çocukluğu boyunca atölyelerde çıraklık yapmış. Öyle ki üniversitenin ilk yıllarında öğreneceği zanaate yönelik teknik bir bilgi eksikliği olmaması, onu sanat üzerine derin araştırmalar yapmaya itmiş. Louis Vuitton’un cephesini kapladığı işiyle popüler kültüre de kanca atan Pirim, kâğıt ile çalışmaya askere gittiği dönemde başlamış. Yaptığı ilk kâğıt heykeli, (bir kibrit kutusunun içindeki küçük şaheser) uğur olması için -satılmaması kaydıyla- tüm sergilerine gönderiyor.

Gülay Semercioğlu: 
MSGSÜ çıkışlı ressam ve yerleştirme sanatçısı Semercioğlu, henüz üniversite bitmeden farklı malzemelerle resim yapma arayışına girişmiş. İki çocuğunun bakımını üstlenirken sanatını atölyesinde üretemeyeceğini düşünmeye başladığında ise örülebilecek telleri keşfederek -aynı zamanda bir meditasyon yöntemi olarak- onlarla çalışmaya başladı. Eril bir malzeme ile dişil bir üretim yaptığını söyleyen Semercioğlu’nun eserlerinden biri, New York’taki Metropolitan Museum of Art’ın koleksiyonunda yer alıyor.

Sinan Logie: 
Belçika kökenli bir mimar olan Sinan Logie’nin yaşamı İstanbul’a yerleşmeye karar verdiğinde değişmiş. O dönem iyice olan Türkiye ekonomisine güvenerek, pragmatik kaygılarla Belçika’dan ayrılan sanatçı, çocukken kendisine hediye edilen kaykay sayesinde kentle performatif bir ilişki kurduğunu söylüyor, hatta mimarlığı da yine bu kaykay yolculukları esnasında kavradığına inanıyor. Çeşitli üniversitelerde ders veren Sinan Logie, kentin tarihi ve geleceği üzerine akademik çalışmalar yürütüyor, sanat üretimlerine de hâlâ İstanbul’da devam ediyor.

En çok neyi sevdin?

Dört sanatçının akıcı bir kurgu ve samimi bir anlatımla yaşamlarına dâhil olmayı sevdim. Hemen hepsi, kendilerini ait hissettikleri ve içinden çıkamadıkları bir konuyu sorunsallaştırmış, üzerine düşünmüş ve sanatsal üretimleri sayesinde bu mekanizmaya mesafelenip hem yaşama hem de kendilerine uzaktan bakabilmiş. “Sanatın gücü” mü denmeli yoksa “herkes zaten sanatçı olmaz” önermesi mi doğrulanıyor bilmiyorum. Ancak bu dört deli-dahinin yolculuğuna küçük de olsa bir pencereden bakabilmek, kendi üretim kaygılarıma dair cevaplar ve -elbette bu cevaplardan çok daha fazla- sorular bulmamı sağladı. İyi haber: Sonu gelmez soruların, doğru yönlendirildiğinde nelere muktedir olabileceği, belgeselde izleyiciye tatlı tatlı göz kırpan bir unsur.

Modunu nasıl etkiledi?

Yaşamının herhangi bir alanında sanat üzerine düşünmüş, içinde ufacık bile olsa bir şeyler üretme isteği duymuş herkese olacağı gibi benim de modumu bir anda yükselten bir izleme deneyimi oldu. Küçük soru işaretlerinden büyük çıkmazlara, hayatın her alanının sorgulamaya ve dolayısıyla sanata olanak sağlayacak bir detaya sahip olduğunu hatırlamak -ne zaman unuttuğumu hatırlamıyorum- oldukça iyi hissettirdi.

Kimler sever?

Kentle, çağımızın problemleriyle, gündelik hayatla, yaşamı algılayış biçimimizle derdi olan; tasarımla, mimariyle, resimle, heykelle, müzikle, videoyla ilgisi olan istisnasız herkes, bu dört sanatçının göz kamaştırıcı deliliğine şahit olmayı sever.

Formu dolduran: Aysu Uzer