Yazar – yönetmen Charlotte Wells’in bundan tam iki yıl önce prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yapan ilk uzun metrajı Aftersun, bir bağımsız sinema örneği olarak başladığı yolculuğu sonrası, bugün geniş kitlelerce büyük oranda kucaklanmış ve neredeyse modern klasik olarak anılmaya başlanmış durumda. 11 yaşındaki Sophie’nin 1990’ların sonunda, babasıyla bir tatil köyünde geçirdiği günlerden anları baştan sonra bir “geriye dönüş” formunda aktaran film; minimal fakat duygu yoğunluğu tesirli sineması, ele aldığı temaları derinleştirme yetisi ve zarif estetik tercihleriyle kısa sürede birçok kalbi fethetti.

Anlatısı Fethiye’yi mesken tutan filmin çekimleri baştan sona bu topraklarda gerçekleşti, dolayısıyla Türkiye merkezli çalışan birçok sinema profesyoneli de ekipte yer edindi. Biz de “Neler yaşandı bu Aftersun setinde?” sorusunun peşine düştük ve filmin uygulayıcı yapımcısı İpek Erden, yapım tasarımcısı Billur Turan ve kostüm süpervizörü Deniz Değirmendereli’yi bir araya getirdik. Sohbetlerinin konu başlıkları arasında zaman tüneline girmiş gibi hissettiren set ortamı, yerli ve yabancı ekibin dinamikleri, karşılaştıkları meydan okumalar ve Aftersun fenomenine dair güncel hisleri var.


“Hepimizin yaşları yakın ve biz de hakikaten o yıllarda o yaşlarda, aşağı yukarı Sophie’nin yaşında olduğumuz için kendi tatil fotoğraflarımıza bakarak başlamıştık araştırmaya.” – Billur Turan

Deniz Değirmendereli: Peki hanımlar, nasıl süreçlerden geçtik?

İpek Erden: Gerçekten güzel işti. Kaç sene oldu biz yapalı? İki sene?

Billur Turan: Şu an 16 Mayıs. Biz 17’sinde öncü ekip olarak Fethiye’ye gitmişiz. Tam üç yıl olmuş!

İpek Erden: Üç yıl mı? Niye ben iki yıl gibi düşündüm? Çok iyi. Üç sene önce 17 Mayıs’ta.

Billur Turan: Filmin çıkması da tabii bir sene sürdüğü için daha kısaymış gibi hissediyoruz.

İpek Erden: Aynen.

Deniz Değirmendereli: Mesela, şey çok ilginçti; 90’larda bir film çekiyoruz ama setten dışarı adım attığımızda yine 90’lar diyebiliriz. Hem kaldığımız otel, hem lokasyonumuz… Fethiye’nin ve Ölüdeniz’in de sanırım bize çok katkısı oldu o konuda. Gerçekten el değmemiş, değişmemiş gibiydi. “Black Mirror içinde miyiz acaba?” diyorduk ya…

İpek Erden: Evet, zaman tüneline girmiş gibi olduk. Yani şehir dışında çalışmak zaten enteresan ama bence biz yaptığımız işi yaşadık gibi olduk.

Billur Turan: Hayatla iş iç içe geçti gerçekten.

Deniz Değirmendereli: Evet, orada biraz çizgiler karıştı.

Billur Turan: Bir de ilk gittiğimizde bizden başka kimse yoktu ya otelde. Üç hafta mı? Hatta daha fazla, belki beş – altı hafta. Daha sezon açılmadığı için tamamen sadece set ve biz vardık. Üçüncü haftadan sonra müşteriler gelmeye başladığında çok garip hissettiğimi hatırlıyorum. “Ne oldu bir anda, bu insanlar nereden çıktı?”

Deniz Değirmendereli: Evet evet, o bubble’dan çıkmışız gibi.

İpek Erden: Aynı yerde o kadar kaldık ama kaldığımız yeri aynı zamanda mekân da yaptık. Özellikle senin için nasıl bir duyguydu bu Billur? Biz gittik oraya, hiç kimse yoktu, sezon başlamamıştı, yerleştik ve çekeceğimiz oteli kurmaya başladık. Sana nasıl geçti o acaba?

Billur Turan: Bence çok büyük bir şanstı bir yandan. Çünkü mekânlar da yürüme mesafesindeydi. Sabah kalkıyordum ve prop odasına gidiyordum çünkü depomuz da otelin havuzunun kenarındaydı. Malzemeleri kontrol edebiliyorduk. Marangozumuz da bizimle beraber gelmişti. Marangoz ve oğlu. Onlar da bir noktada bahçeye atölye kurdular. Aslında çok güzeldi bence. Çünkü set sırasında bile bir anda bir şey gerektiğinde onu orada yapabiliyorduk. Kendi küçük kozmosumuzu yarattık gerçekten. Bence aslında sanat olarak düşününce baya iş yaptık ama bu kadar kompakt olduğu için o kadar az kişiyle yapabildiğimizi düşünüyorum. Geriye dönüp baktığımda aslında iyi bir sistem kurmuşuz. Belki biraz doğaçlama oldu ama. Mesela sanat kısmında görevli şoförümüz eski elektrikçiydi ve o bir noktada elektrik işlerini de yapmaya başladı. Böyle küçük bir aile gibi çalıştık.

İpek Erden: Şehir dışında olunca İstanbul’dakinden farklı çözümler bulmak da gerekiyor gerçekten. Deniz peki sizde nasıl ilerledi süreç? Siz İstanbul’da çalışıp sonradan geldiniz. 

Deniz Değirmendereli ve ekip arkadaşları

Deniz Değirmendereli: Bizim biraz daha karıştı işlerimiz. Yerimizi bulmakta zorlandık çünkü bütün departmanlar daha önce yerleşmişlerdi ama neyse ki güzel bir oda bulduk biz de kendimize sığınabileceğimiz. Bizim de çok fazla malzememiz vardı ama işin en güzel taraflarından bir tanesi hem aynı mekânda çekip hem de bütün base’in aynı mekânda olmasıydı, Billur’a katılıyorum. Hemen hızlı bir şekilde yetişip çözebilmek, aynı zamanda da önümüzdeki günlere ve önümüzdeki haftalara çok daha hızlı bir şekilde hazırlanabilmek açısından çok avantajlıydı. Biraz üzülmüştük otel dışı mekânlara çıktığımızda.

İpek Erden: Evet, kendi kurduğumuz dünyamızda yaşarken… Orada sanki bir zaman durması yaşandı, 90’lar falan dinliyorduk. 

Deniz Değirmendereli: Evet evet, kesinlikle yaşandı.

İpek Erden: Ekibin bir kısmı gelmişti, Charlotte (Wells) geldi, görüntü yönetmeni geldi, kamera ekibi de dışarıdan geldi. Biz de kendi ekiplerimizi kurduk. Deniz tabii senin için Frank (Gallacher) geldi diyebiliriz.

Deniz Değirmendereli: Evet, Frank konusunda çok şanslıydım.

İpek Erden: Güzel ekiplerin bir araya gelmesiydi yaşanan. Ama açık konuşalım bence: Bize gelenleri, kültür farklarımızı, herkesin hayal ettiklerini… Aslında yabancı bir iş tabii. Türk hikâyesi değil de Charlie’nin kendi hikâyesini anlatıyorduk fakat bir yandan her şey burada geçtiği için hem hikâye hem ekip bir şekilde bir araya geliyordu. Siz bu konuda ne hissediyorsunuz acaba?

Deniz Değirmendereli: Dediğim gibi, Frank benim için şanstı. Bir de hikâyede Sophie ve Calum İskoçlar. Frank de İskoç. O tabii daha yaş aldığı için o dönemi de yaşayıp geçirmiş biri. Bu sebeple kostüm açısından çok hâkimdi. Çok malzeme vardı. Çok küçük, hiçbirimizin aklına gelmeyecek ayrıntılara hâkimdi. Bir de damdan düşmüş gibi Türkiye’ye gelip Türkiye şartları ve Türkiye imkânlarıyla karşılaştıklarında biraz da şaşırıyorlar. Fethiye hele,  İstanbul da değil. Ama ben çok çatışma yaşadığımızı düşünmüyorum aslına bakarsan. Güzel bir dayanışma ve fikir alışverişi oldu diyebilirim. Bence bütün departmanlar için benzer şeyler geçerli çünkü Aftersun hakikaten özel bir projeydi. Çok güzel insanların, çok güzel ekiplerin bir araya geldiği, çok keyif alınarak yapılan bir işti bence.

Billur Turan: Evet genel olarak ben de katılıyorum. İpek, buradaki ekibi sen kurdun zaten ve o konuda doğal bir yeteneğin olduğunu düşünüyorum. Belki de geliştirilmiş bir yetenek, bilmiyorum, bana doğal geliyor.

İpek Erden: Teşekkür ederim, çok iyi hissettiriyor.

Billur Turan: Özellikle ilk iki hafta, daha bütün ekipler gelmeden, Charlotte ve Greg’le (Oke) üçlü olarak çalıştık. Mesela o çok özel, güzel bir dönemdi. Onlar gerçi yıllardır bu filmi geliştiriyor ve okuldan arkadaşlar, o yüzden zaten köklü bir ilişkileri vardı diyebilirim ama beni de bir şekilde kabul ettiler ve yaratıcı anlamda da onlara destek vermeme izin verdiler. Mesela Greg’in getirdiği kitaplar vardı. Hepimizin yaşları yakın ve biz de hakikaten o yıllarda o yaşlarda, aşağı yukarı Sophie’nin yaşında olduğumuz için kendi tatil fotoğraflarımıza bakarak başlamıştık araştırmaya. Sonra Frank de geldi, Denizler geldi. Dışarıdan gördüğüm kadarıyla bavul bavul İngiltere’den kostüm geldi. Ona zaten inanamadım. En küçük ekstraya kadar bile fitting yaptınız diye hatırlıyorum. Ondan da çok etkilenmiştim. Kardeş ekipler olarak birbirimizi biraz takip ediyorduk tabii burada. Benim gördüğüm kadarıyla yabancı-Türk ekip çatışması olduysa onu en çok yaşayan bence prodüksiyon tarafı oldu. Çünkü İskoçya’nın çocuk oyuncu sebebiyle çok katı kuralları olduğunu hatırlıyorum ve Tuğçe (Turfan) sürekli program değiştiriyordu, Frankie’nin (Corio) yemek saatleri için. Yolda şunu yiyebilir ya da oturarak yemesi lazım gibi kurallar vardı. O taraf çok kuralcı olunca “Burası Türkiye ve burada hiç kural yok.” gibi bir beklentiye girdiler sanki. Bazen İpek’in “Bu konuda bu kural var ve değişemez.” gibi şeyler söylediği anlar gözümün önüne geliyor.


“Görüntüleri ilk gördüğümde çok heyecanlanmıştım. Güzel bir şey çektiğimizi fark ediyordum ama ‘Okey, bu iş çok başka olacak ve iyi ki bir parçasıyız.’ dediğim an, görüntüleri ilk izlediğim andı.” – İpek Erden

İpek Erden: Bence de doğru ekibi kurduk gerçekten. Zaten Charlotte ve Greg ne istediğine dair güzel hayal kuran kreatif liderlerdi. Bir kere şunu söyleyeyim, bence doğru yere geldiler. Çünkü Türkiye’de çekilmesi gereken, kendi hikâyesini anlatan büyük bir işin doğru bir ekiple birleşmesi gerekiyordu. Alex (Sutherland) ve AZ Celtic Films’e geldikleri için içim daha rahattı, onlarla beraber bu işi yaptığımız için. Ama bir yandan da işte “Bizde böyle, sizde de böyle mi?” sorularının iki tarafa da gidebildiğini gördük. Daha çok kuralcı olmamızı bekleyip bizde daha rahat olan şeylerin sıkılaşmasına ihtiyaç duydukları anlar da oldu. Bazen bir yolu vardır umuduyla olmayacak şeyleri oldurmaya çalıştıkları da oldu. Biraz zorlayıcıydı ama bunlara alışkınız da diyebiliriz. Bence en zorlayıcılardan bir tanesi özellikle çocuk oyuncu meselesiydi senin de dediğin gibi. Hem bizim hem onların kurallarını birleştirince oldukça zorlayıcı oluyordu. Bize verdikleri kurallar kitabı 50 sayfaydı.

Deniz Değirmendereli: Mesela dalış mevzusuyla ilgili bizi de çok zorladı. Sanırım 14 yaş ile ilgili bir şey vardı.

İpek Erden: Evet, 14 yaş altından küçüklerin havuza dalarken ekipman kullanması yasak ve biz de bunu asla istemedik. Oyuncumuz 12 yaşındaydı, dolayısıyla “Bunun bir yolu yok mu?” diye düşünürken herkesin kurallarına uyan çözümleri bulmak için çok uğraştık. 

Billur Turan: Benden de bununla ilgili değişik istekler olduğunu hatırlıyorum, şu an detayını hatırlamasam da. Bazı şeylerde “Bunu nasıl yapabilirim ki?” dediğimi hatırlıyorum.

Deniz Değirmendereli: Biz de dalış kıyafeti konusunda zorlanmıştık çünkü Türkiye’de o yaş için bir dalış kıyafeti yok. Onu da küçükken sörf yapmış bir arkadaşımızdan bir şekilde çözebilmiş olduk.

İpek Erden: Bir anlık ve çok kolay görünen şeylerle aslında arkada ne kadar uğraşıyoruz bazen, doğrusunu yapabilmek için.

Billur Turan: Filmde aslında denizatı vardı sonunda ama gözükmüyor sanırım.

İpek Erden: Evet gözükmüyor.

Billur Turan: Çünkü galiba onu gördüğünü anlatıyor. Anlatışını kullanmış. Ama tabii o denizatını Murat Polat yaptı ve çektik aslında, o da başlı başına bir maceraydı. Hatta uzun bir süre gerçeğini bulabileceğimize inandık ve aradık. 

Deniz Değirmendereli: Bir de Frankie’nin çalışma saatleri ile ilgili Paul’un (Mescal) söylediği bir şey aklıma geldi. “Ben de ilk defa bir oyuncu olarak bir sette bu kadar zorlanıyorum çünkü tam karaktere gireceğim zaman Frankie’nin arası geliyor. 20 dakika oturmak zorunda, yarım saat yemek yemek zorunda ya da 45 dakika dinlenmeli. O ritmi bir türlü yakalayamıyorum. Tam role girecekken tekrar kaybediyorum.” diyordu. Ama günün sonunda onların da iyi bir eşleşme oldukları ortaya çıktı. İyi bir bağ kurdular.

İpek Erden: Çok güzel bir enerji vardı.

Billur Turan: Charlotte, Frankie ve Paul birlikte vakit geçirsinler diye önceden gelmişlerdi diye hatırlıyorum. İşimin arasında gözümün ucuyla dondurma yedikleri, birlikte oyun oynadıkları gibi sahneler gördüğümü hatırlıyorum ara ara. Herhalde o da önemli oluyor oyuncu yönetimi açısından. 

İpek Erden: Gerçek yerde olması, önden prova yapabilmek, birbirlerine alışmaları önemli. Bir de Paul kendisi söylemiş ya “Beni kimse tanımadı burada.” diye. O zaman medyada kimsenin Paul’u tanımamış olması bizim için büyük bir şanstı bence.

Deniz Değirmendereli: Kesinlikle bir avantajdı.

Billur Turan: Zaten Fethiye değişik bir yer. Mesela bütün üretimleri İstanbul’da yapamadık çünkü bir kere kamyon geldi ve bitti. Balkon demiri, odanın bir mobilyası, ışıklı tabelalar gibi malzemelerin üretimi için oradaki yerel üretim olanaklarını kullanmamız gerekiyordu. Normalde İstanbul’da bir yere gidersiniz, çiziminizi gösterirsiniz, konuşursunuz, fiyat verilir, tarih konuşulur ve siz onayladıktan sonra üretim başlar. Fethiye’de şöyle oluyor: Konuşuluyor, kimse net bir şey söylemiyor, ben birkaç kişiyle daha konuşayım diye oradan ayrılıyorum. İki gün sonra bir anda “Abla bitirdim.” diye arıyor ya da üç hafta sonra arıyor. Ama arada bir onaylama ve bütçe sabitleme gibi alışkanlıkları pek yok. Ben bunu sonuna doğru öğrenmiştim ve “Aman ben onaylamadan başlamayın ya da fiyat söyleyebilir misiniz?” diyordum. Bir-iki kez bunu yaşadık ve ilginçti. Değişik alışkanlıkları olan bir yer.

İpek Erden: Evet ve biz o alışkanlıklara ister istemez uyuyorduk. Biz orada hep beraber yaşadık sayılır. Şehir dışında olmakla ilgili düşününce aklıma 35 mm geliyor. Dijitalde çekmedik, 35 mm’de çektik ve İstanbul’da olsak işimizi belki kolaylaştırırdı ama şehir dışında 35 mm çekmek değişik bir delilik oldu bizim tarafımızda. Kameralar sonuç olarak iyi ve bakımlı kameralar olsa da hava çok sıcaktı. Isınıyor bir parçası bozuluyor, kalibrasyonu gidiyor vesaire. Sonucunda İstanbul’a göndermek gerekiyor çünkü başka bir çözüm yok. Birisi onu alıp İstanbul’a uçakla götürüyor, düzeltip tamir ettirip geri geliyor gibi şeyler yaşıyorduk. Bir de 35 mm olduğu için buraya getirmek, gümrük, yıkanması için geri göndermek ayrı bir işti. Onu çözmek için baya uğraşmıştık. Hatta bizim koordinatörümüz Ayşegül (Öner) bir havuz problemi gibi onu çözmeye çalışıyordu. “Uçakla buraya gitse, oradan geçse, oradan X-Ray’e girmeden nasıl çıkabilir, kaç saat içinde varır, şu kadar saatte varması mı daha güvenli, bu kadar saatte varması mı güvenli?” diye hesabını uzun süre yapmıştık. En sonunda çekimler bittiğinde biri filmi alıp gidiyordu. Önce üç saat araba kullanıp havalimanına, oradan İstanbul’a gidiyordu; sonra İstanbul’dan onları bir de Romanya’ya gönderiyordu. Dolayısıyla bana Fethiye ve şehir dışı dendiğinde hatırladığım kısımlardan biri o.

Billur Turan: Ayşegül’ün masası zaten odadan sete giden rota üzerindeydi. Herkes zaten 500 metrekare içindeydi. Hep arka planda telefon konuşmalarında “Bugün ne oluyor Ayşegül?” gibi konuşmalar hatırlıyorum. 

İpek Erden: Evet başlı başına operasyon dönüyordu arka tarafta. Ön tarafta filmi çekiyoruz, arka tarafta sürekli “Nasıl göndereceğiz?” sorunu çözülüyordu.

İpek Erden ve ekip arkadaşları
Charlotte Wells (yazar – yönetmen), Adele Romanski (yapımcı), Amy Jackson (yapımcı) ve İpek Erden
İpek Erden ve ekip arkadaşları

Billur Turan: Ama işin sonucuna baktığımızda verilen emeğe değdiğini düşünüyorum çünkü eğer dijital çekilmiş olsaydı aynı hissi verir miydi, emin değilim. Mesela Sophie’nin elinde çekim yaptığı kamerayı da yedekli getirdik. O da sanat için ayrı bir işti. Çünkü biri Almanya’dan geldi, biri İngiltere’den geldi. Onun kasetlerini bulmak da ayrı bir iş. Televizyona bağlayıp sonra televizyonu kameraya çekip onun çalışıp çalışmadığını falan test ettik. Çünkü eski teknoloji kullanmak da bir mesele. Denenmesi ve test edilmesi gereken bir iş. Ama bütün bunların da filmin sahiciliği ve dönem hissine büyük katkısı olduğunu düşünüyorum. Uğraştığımıza değdi diye düşünüyorum.

İpek Erden: Evet ya, uğraştığımıza değdi gerçekten. Görüntüleri ilk gördüğümde çok heyecanlanmıştım. Güzel bir şey çektiğimizi fark ediyordum ama “Okey, bu iş çok başka olacak ve iyi ki bir parçasıyız.” dediğim an, görüntüleri ilk izlediğim andı.

Billur Turan: Evet, o noktaya kadar işi yaparken anlamıyorduk sanırım.

İpek Erden: Zorluğu sebebiyle farkında değildik belki.

Billur Turan: Bunu setteyken anlamak da çok kolay değil zaten.

Deniz Değirmendereli: Hepimizi en çok heyecanlandıran o minik gösterimdi bence de. Hatta gözlerden minik yaşlar aktığını hatırlıyorum.

İpek Erden: O an ne yaptığımızı anladığım andı.

Billur Turan: Ne zamandı?

İpek Erden: Tam ortasıydı.

Deniz Değirmendereli: Galiba üçüncü hafta sonu izlemiş olabiliriz. Bir de mesela 35 mm çekerken monitörün arkasından baktığın şeyi…

İpek Erden: Çekilen şeyi görmüyorsun tam olarak.

Deniz Değirmendereli : Başka bir şey görüyor oluyorsun ve asıl onu perdede gördüğünde ne olduğunu anlıyor insan yani. O yüzden o gösterim çok heyecan vericiydi.

Billur Turan: Biraz kurgulanmıştı da sanırım hatırladığım kadarıyla, değil mi?

İpek Erden: Evet, evet.

Billur Turan: Zaten kurgu, Charlotte’un çok yetenekli olduğu bir alan diye düşünüyorum. Filmin de bence bu kadar başarılı olmasının yüzde 50’si kurgusundan kaynaklanıyor. Bir şekilde onun gözünde bir araya gelmiş hâlini izledik ve etkisi oldu.

İpek Erden: Orada gördükten sonra “Umarım güzel bir yere gider ve insanlara ulaşır.” derken; Aftersun, Aftersun oldu.

Deniz Değirmendereli: Kesinlikle öyle oldu.

Billur Turan: O kadarını bilmiyorum onlar da bekliyor muydu? Bazen sanat eserleri zamanın ruhuyla buluşuyor ve burada da öyle oldu gibi geliyor bana biraz.

İpek Erden: Evet, doğru zaman, doğru yer, doğru duygular. Cannes haberini aldığımızı hatırlıyorum ve “Çok yakışır.” gibi bir şey hissetmiştim.

Billur Turan: Sen onu en başta gizli gizli kulaktan kulağa bir duyuru yapmıştın. Çok sevindiğimizi hatırlıyorum. Sonra da sen gidebildin zaten.

İpek Erden: Evet, o güzel denk geldi. İnşallah hep beraber de izleriz diyeceğim. Bu kadar sene oldu yapalı ama bir arada izleme fırsatımızın olmasını da umuyorum.

Billur Turan: Evet, bir ekip gösterimi yaşanamadı aslında.

İpek Erden: Bu kadar insan beraber artık aile gibi olmuşken, onun kutlamasını da yapmak ayrı bir güzel olurdu.


“Hep şunu diyordum bizim ekibe: ‘Zaman zaman zorlanıyoruz, söyleniyoruz ama Aftersun muhtemelen 10 yılda bir gelecek bir proje.’” – Deniz Değirmendereli

Deniz Değirmendereli: En son dönerken uçakta bir şeyler çekildi. Uçakta gerilla ve yolculuk sırasında. Siz orada var mıydınız?

Billur Turan: Ben önden gelmiştim çünkü İstanbul’da New York evini çekecektik. O yüzden orada yoktum diye hatırlıyorum.

İpek Erden: Ben arabayla geliyordum o sırada ve sürekli olarak bir şekilde haber alıyorduk. Şu an burada açıklamış oluyoruz ama o çekimler gerçekti aslında. Biz uçak çekimleri için her şeyi hazırlamıştık ama gerçek bir şey görmek istedikleri için bir anda pat diye halloldu ve bizim dekor isteğimiz iptal oldu. Yani dekora gerek yok deyip İstanbul’da başka çekimlere daha çok vakit ayırabiliriz haberi geldi. Çok iyiydi ama yani. Yolculuğa mı çıkıyoruz, yer mi değiştiriyoruz, yoksa hâlâ sette miyiz hissi belli değildi. Hepimiz sürekli birlikte olduğumuz için sürekli setteymişiz gibi bir durum da vardı.

Billur Turan: İstanbul’daki çekimlerle ilgili de şunu hatırladım: New York apartman dairesini Galata’da çekiyorduk ve elektrikler kesildi. Zaten orada yine teknik olarak zor bir sahne vardı. Onun sonunda elektrik kesildiğini hatırlıyorum son gün. O yüzden herhalde ekstra vaktimizin olması iyi olmuş.

İpek Erden: İnanılmaz planlı çalışırken bile hiç beklenmedik olaylar değişik etkileyebiliyor seti ve yaptığımız işi. Düşünsene yangın çıktı mesela, o zamanki büyük organ yangınlarının ortasında kalıverdik.

Deniz Değirmendereli: Orman yangınları, otobüsler…

Billur Turan: Evet, orman yangını günü gerçekten kötüydü. Bu arada o da Calum ile Sophie’nin odasının son çekim günüydü. Şans eseri demek ki yeterince çekebildik çünkü bir daha girmedik o mekâna.

İpek Erden: Evet, durdurup bir daha Ölüdeniz’e inmedik galiba.

Billur Turan: Otel sahipleri “Aman Tanrım, otelimiz yanacak” hissiyle dehşet içindeydiler. Biz de korkmuştuk tabii ama o surat ifadelerini hatırlıyorum. Biz çekimi durdurduk.

İpek Erden: Evet, biz bir arada olduğumuz için bir şekilde plan yapıp kurtardık. En azından ne yapacağımızı biliyorduk ama gerçekten orada işi olan insanların ya da sadece tatile gelmiş olan insanların durumu bence daha zordu.

Billur Turan: Hatta bizden birilerinin sonunda yardıma gittiğini hatırlıyorum.

İpek Erden: Bizim araçlarla su taşınmıştı.

Billur Turan: Sanat ekibi olarak havuzun başında uyuduk o gece. Herkesi bir arada görebilmek istiyorum gibi bir his gelmişti.

Billur Turan ve ekip arkadaşları

İpek Erden: “Bir şey olursa hemen harekete geçeceğiz” durumu vardı, herkesin kime haber vereceğinin belli olduğu.

Billur Turan: Hayatla iç içe geçtiği anlardan biri. Herhalde hiçbirimiz unutmayız hayatımız boyunca.

Deniz Değirmendereli: Ben hep şunu diyordum bizim ekibe: “Zaman zaman zorlanıyoruz, söyleniyoruz ama Aftersun muhtemelen 10 yılda bir gelecek bir proje.” Bu kadar ekiplerin birbirine dâhil olduğu, aile gibi olduğu, aynı zamanda bu kadar iyi vakit geçirip güzel iş çıkardığı bir proje her zaman nasip olmuyor.

İpek Erden: İçindeyken gerçekten zor bir işti ama her ânında da “Biz bu işi, ekibi, burada yaşananları hep hatırlayacağız.” gibi bir duygu vardı. O zaman bile bunu hissediyordum. Şimdi zaten düşündüğüm zaman içimde tatlı buruk bir gülümsemeyle hatırlıyorum hep.

Billur Turan: Ben o sırada da Ayşegül’le arada bunları konuştuğumuzu hatırlıyorum. Daha bitmeden sonradan özleme hissini o an hissetmek gibi bir şey. Bana her işten sonra depresif bir hâl gelir zaten eğer iyi geçtiyse. İyi geçmesi derken tabii ki zorlanılabilir ama ekiple o sinerji kurulabildiyse diyeyim. Bunun dönem işi olması, mekânın ya da filmin içeriğinin getirisiyle de o hissi daha fazla yaşadım diyebilirim. 

Deniz Değirmendereli: Sanki bütün filmin hissi bize geçmiş gibiydi. 

İpek Erden: O dönemi orada sanki onlarla ekip olarak yaşadık biz de.

Deniz Değirmendereli: Evet, o hikâyeyi. Teşekkür ederiz İpek bizi dâhil ettiğin için.

İpek Erden: Ben de teşekkür ederim. Umarım yine güzel güzel projelerimiz olur. Aftersun’ı da hep güzel hatırlamaya devam ederiz. 

Billur Turan: Evet, teşekkür ederiz tekrar.

Deşifre: Ezgi Oğraş

  1. Sokak lambaları yandı, yakamoz vardı, gençler biralarını içti ve yeni gün doğdu: MARK HALE ve HOŞGÜN RESSAMI

    Mark Hale, yeni sergisi Hoşgün Ressamı ile hiç bitmeyen bir yazı hayal etmeye çağırıyor.

  2. Öteki dünyalılık ve yeni yerler yaratma dürtüsü: FONTAINES D.C. ile istikamet ROMANCE

    Yoldaki Fontaines D.C. albümünü birkaç tur döndürme şansı yakaladık ve grubun gitaristi Conor Curley’e bağlandık.

  3. Aklımdakiler: SELMAN NACAR ve TÜLİN ÖZEN ile TEREDDÜT ÇİZGİSİ

    Farklı disiplinlerden 11 isim aklındakileri soruyor; Tereddüt Çizgisi’nin ödüllü yönetmeni Selman Nacar ve başrol oyuncusu Tülin Özen yanıtlıyor.

  4. A’dan Z’ye: Kendi cümleleriyle PAUL AUSTER

    Bütünüyle yazarın cümlelerinden oluşan bu alternatif sözlüğü iddialı bir derlemeden ziyade, rastlantıların ve merak unsurunun direksiyonda olduğu bir yol gibi deneyimlemeniz umuduyla.

  5. Gören göz için keşfedecek şey çok: KUMKUM FERNANDO

    Sri Lankalı sanatçı Kumkum Fernando’dan hikâyesinin ve sanatının inceliklerini aylara yayılan bir süreç içinde etraflıca dinledik.

  6. Kabuldeki, sevgideki, acıdaki yumuşaklık: ARLO PARKS’ın direnmeyen direnişi

    İstanbul Caz Festivali kapsamındaki buluşmamız öncesinde, Arlo Parks ile duyarlı kişiliğini nasıl deneyimlediği, ilk kitabı The Magic Border ve biraz da gündelik rutinlerine uzanan bir sohbet.

  7. Kendi başınalık ve pürüzsüz açıklık: SISSY MISFIT ve EXXXOSKELETON

    İlk albümü EXXXOSKELETON’ı, Londra’da üretim pratiklerinin nasıl şekillendiğini, ona ilham veren 2010’lar pop ikonlarını, göz kamaştıran video kliplerini ve hayallerini SISSY MISFIT'ten dinledik.

  8. Kamera arkası: AFTERSUN setinin anlatılmamış hikâyesi

    Dünya prömiyerinin ikinci yıl dönümünde, “Neler yaşandı bu Aftersun fenomeninin setinde?” sorusunun peşine düştük.

  9. Dogmatizm gölgesinde kimlik inşası: NEHİR TUNA ile YURT üzerine

    "Öykü bu topraklara özgü çok fazla kod barındırıyor olsa da ben çok evrensel olduğuna inanıyorum. Sonuçta bu bir büyüme hikâyesi ve özünde bir sevgi arayışı var."

  10. Dünyam, şu naylon torbalarda: Bir DARGEÇİT sohbeti

    Yıllara yayılan bir adalet mücadelesini konu edinen, 43. İstanbul Film Festivali "En İyi Belgesel" ödüllü "Dargeçit"in hissettirdikleri ve düşündürdükleri...

  11. RƏHMAN MƏMMƏDLI ve yanık mı yanık gitarı üzerine: Azeri müziği, küresel kapitalizm ve karnımdaki kelebekler

    Azeri gitarist Rəhman Məmmədli'nin gitar müziği yarattığı duygusal ve nostaljik dalgalanımın yanında birçok farklı anlam taşıyor elbette.

  12. DOROTHY SING ZHANG ile uykuya tepeden bakmak

    Dorothy Sing Zhang, mecburiyet olan uykunun yaşamla bağlantısını, egonun kontrol dışı olduğu bu süredeki teslimiyet hâli ve gizemi inceliyor. 

  13. Yaratıcısı ve oyuncuları ile THE ACOLYTE üzerine

    Star Wars spin-off'u The Acolyte hakkında merak ettiklerimizi, yaratıcı zihni Leslye Headland ve oyuncu kadrosu ile konuştuk.

  14. Yeni filminin ayak sesleri duyulurken: TOLGA KARAÇELİK ve “bambaşka bir dünyada” üretmek 

    Tolga Karaçelik'ten prömiyerini Tribeca'da yapan The Shallow Tale of a Writer Who Decided to Write about a Serial Killer'a dair bazı ipuçları kaptık.

  15. Kanada, Her Şeyin Hikâyesi ve bu ay başka ne okusak?

    Mayıs 2024’te yayımlanmış, merak uyandıran kitaplar.

  16. 60 albüm: Mayıs 2024 best of

    “Ne dinlesek?” diye soranlara, mayıs ayından yerli – yabancı karışık 60 albüm.

  17. Künye

    .