Bir süredir Londra’da yaşayan SISSY MISFIT; ifade biçimlerini ve kendini sunma biçimlerini çeşitlendirmeyi alışkanlık edinmiş, heyecanı büyük hayaller kurmakta bulan ve kendi içinden taşan bir sanatçı. Müzik kanadında endüstriyel, hardcore, pop gibi anahtar kelimelerimiz mevcut ama SISSY MISFIT dünyasını cazibeli ve esrarlı görselliğinden ayrı tutmak mümkün değil. 

İlk tekli “PUSH THE NEEDLE” ve çarpıcı klibiyle birlikte EXXXOSKELETON’ın ayak seslerini duyduğumdan beri yaklaşmakta olan çarpışma için sabırsızlanıyordum. Konseptler yaratma ve kendini tematik kurgularla açtıkça açma pratiği, onun tam anlamıyla parladığı alanlardan. Kendisi de EXXXOSKELETON hakkındaki heyecanını “Herkes ilk defa tam anlamıyla SISSY MISFIT’i deneyimleyecek.” cümlesiyle özetliyor. Biraz çiğnenmiş bir kelime belki ama “deneyim” çok yerinde bir tercih. Hem de ne deneyim!

7 Haziran’da yeryüzüne inişini gerçekleştiren ilk albümü EXXXOSKELETON’ı, Londra’da üretim pratiklerinin nasıl şekillendiğini, ona ilham veren 2010’lar pop ikonlarını, göz kamaştıran video kliplerini ve hayallerini SISSY MISFIT’ten dinledik.


EXXXOSKELETON parçaları ne kadardır seninle? Nasıl bir rutinin çıktısı olarak ortaya çıktılar?

Pandemi dönemi, sokağa çıkma yasakları herkes için zordu ama kuir ve kreatif insanlar için çok daha büyük bir mental yıkım süreciydi. Büyük ekonomik krizin de başlangıcıydı. O süreç öncesinde ve esnasında yaptığım şeylerde birtakım eksikler var gibi hissediyordum. Doyurucu gelmiyordu. Daha büyük bir adım atmam, kendime karşı daha cesur olmam, korkmamam gerekiyormuş gibi geliyordu. Evde geçirilen günler, kendimi tekrar keşfetmek açısından faydalı bir zaman oldu. Öncesinde çok yoğun bir tempom vardı; üniversite, iş, iş çıkışı gigler… Sürekli bir aktif olma durumu vardı ve kendime duygusal anlamda yatırım yapma fırsatı vermiyordu bu. Karantina esnasında kendime ve vizyonuma dair düşünme imkânım oldu. Düşünme derken, mental breakdown yaşama fırsatım oldu diyeyim. 

“İyi ki” dediğin bir şey oldu ama değil mi?

Aynen, kesinlikle. Tam o sırada ses tasarımı ve sentezleme işini kendime öğretmeye ve onun pratiğini yapmaya başlamıştım. Önceden de üretiyordum, prodüksiyon yapıyordum ama başka bir prodüktörle çalışmak; fikirlerimi hayata geçirmek için daha uygun bir yol oluyordu. Prodüksiyona belki yüzde 50 hâkimdim; bilmediğim ve kavrayamadığım şeylerin olduğu ya da kavramaya vakit bulamadığım bir dünyaydı. Kendi başıma kalınca bir süre gitmem gerektiğini anladım. Burada kendimi açabileceğim kadar açtım ve artık başka bir yerde olmam gerektiğini düşündüm. Covid’in son dönemlerinde okullara portfolyo gönderip haber bekliyordum. Bir yandan da prodüksiyona yöneldim ve EXXXOSKELETON aslında bu süreçte başladı. Albümdeki iki-üç şarkı direkt olarak o dönemin ürünleri. SISSY MISFIT ismi de öyle… Solo bir proje kesinlikle yapacaktım, o hep aklımdaydı. Üzerine düşündüğüm değişik isimler, konseptler vardı. Bir gün otururken Basicdisarm “SISSY MIFIT kesinlikle” demişti. İkimizin de aklını başından alan bir an yaşamıştık.

Londra, SISSY MISFIT’e nasıl bir ev oluyor şu an? Senin daha çok üretmeni, içindekileri akıtmanı sağlayan bir ortamdan bahsedebilir miyiz?

Evet. Bunun, İstanbul’da kalmaya devam etseydim yapabileceğim bir proje olduğunu düşünmüyorum. Yapardım ama istediğim boyutta ya da dışavurumda olmazdı. Karantina öncesinde başlayan ama o süreçte güçlenen ve sonrasında adımlarını attığım trans geçiş döneminde de İstanbul’da olmak, ailemin bana o kadar yakın olması ya da fırsatların daha da kapanacağını bilmek biraz şehirden dışarı itiyordu beni. Londra bu açıdan çok besleyici. Gördüğüm en açık fikirli sahnelerden biri. Gece hayatı üzerine epey regülasyon var. Türkiye’de olanlardan daha sert bulduklarım da oluyor. Ses yüksekliğiyle ilgili, mekân giriş-çıkış saatleri ya da güvenlikle ilgili olan regülasyonlar mesela. Duygusal tarafından bakınca; burada hiçbir şeyin limiti yok gibi. O yüzden iyi bir ev oluyor. 

Bazı noktalarda kötü bir ev olduğu da oluyor. Çok yalnızlaştıran bir sahne var burada. Herkesin tek başına çalıştığı; komünite kurma olanaklarının kısıtlı olduğu bir alan. İstanbul’da herkes herkesin işine bir şekilde el atıyor, her şey imece usulü yapılıyor, mekâna gidip direkt konuşabiliyor ve fikrini anlatabiliyorsun; komüniteler de çok kuvvetli. Oradan buna atlamak biraz beynimi allak bullak etti.. 

Buna rağmen bir etkinlik serisi de düzenliyorsun: Cehennem. Hatta geçtiğimiz yıl bu isimle, içinde Türkiye’nin yeraltı sahnesinden prodüktör ve DJ’lerin kayıtları olan nefis bir toplama da yayımladınız. Cehennem nasıl bir gece? Neler oluyor?

İstanbul’da yaşarken de etkinlikler düzenliyordum. Âşık olduğum şey çok performatif olduğu için müziğin sahnede / bir mekân içinde olan kısmı çok ilgimi çekiyor. Üretmenin dışında, bu tür şeyler düzenlemeyi de çok seviyorum. Keyif de alıyorum yaparken, doğal geliyor. Sanatçılarla konuşup o geceyi düzenlemek, mekânı bulmak, onun aracılığını yapmak falan… Cehennem de şuradan çıktı: Londra’ya taşındığımda çok fazla gig bulabileceğimi düşünüyordum ama uzun süre bu mümkün olmadı. Ya rave DJ’i olman ya da daha akustik sound’a sahip punk rock / alternatif rock gibi bir yerde olman gerekiyordu. Etkinlik serileri de Covid’le birlikte bitmiş, azalmış; ben denk gelemedim çok onlara. Sahnede canlı söyleyen elektronik müzik prodüktörlerinin çalabileceği bir gece yoktu. Performans odaklı gigler hep alternatif rock dünyasında oluyordu; onlar da bu kadar hardcore elektronik sound istemiyorlar. Ben mi keşfedemedim böyle bir seri yoksa Londra’da böyle bir bokluk mu var diye düşünürken, burada edindiğim ve benimkine benzer işler yapan arkadaşlarım da “Böyle bir gece yok şu an, biz de bundan muzdaribiz” dedi. Ben de “Hiçbirinizin yapacağı yoksa o kurnaz Türk olarak böyle bir gece başlatabilirim” dedim.

Burada line-uplarda trans, kuir, non-binary, kadın müzisyen çok az görüyordum. Cehennem’i de onun üzerine kurmak istedim. Daha filinta, femme power bir yerden. Her yaz geldiğimde İstanbul’da da yapıyorum, bu yaz da Şahika’da olacak.

Bildiğim kadarıyla evde ve tek başına yapıyorsun prodüksiyonlarını. Zihninde canlananları önce başka birine aktarabilmek zorunda kalmamak sana iyi gelmiş gibi.

Çooook. Birinden bir şey istememe, beklememe, bir kararın benden başka birine bağlı olmaması… Zaten kontrol delisi biri olduğum için iş birliği süreçlerinin o kısmı kafayı yedirtiyordu bana. O yüzden daha kararlı duyuluyor olabilir şu an sound. 


“‘2010’lar pop ikonları’ içinde büyüdüğüm, bana kendimi keşfetme fırsatı veren bir kaçış odasını temsil ediyor. Kesha, Rihanna, Lady Gaga, Beyoncé dönemi; o kızların arasındaydım hep.”

İfade ve kurgu da çok açık bir hâl almış. Ne yapmak istediğini, neyi dert ettiğini rahatça geçiriyor şarkılar. Artık bu kayıtları dünyaya salmış olmak nasıl hissettiriyor sana? 

Uzun süredir elimde bu şarkılar. Üzerine daha çok çalıştıkça daha çok şey ekleme isteği uyandıran bir döngüye girmişti. Bir noktada hiç bitmeyecek gibi gelmeye başladı, çok bunalttı. Çok eskiden yazdığım şarkılar da var içinde, süreç devam ederken yazdığım yeni şarkılar da oldu. Önceden çok fazla EP ve single yayımladım ama bir albüm bambaşka bir his. Albüm sunabileceğim; konseptini ve hikâyesini en tamamlamış ve en yüksek düzeydeki iş gibi geliyor. Beş senede bir ortaya çıkan müzik insanı olma lüksüm olmadığı için, çok sevmesem de EP ve single da yayımlıyorum. Ama albümün şöyle bir heyecanı var: Herkes ilk defa tam anlamıyla SISSY MISFIT’i deneyimleyecek. Yapabileceğim şeylerin potansiyeli ilk defa görülecek gibi hissediyorum.

Daha önceki SISSY MISFIT kayıtları da etkileyici bir kaos yaratıyor ama albümde bu kaos sanki iyice kontrolün altında. Basın bültenlerinde sana ilham vermiş isimler var: Nine Inch Nails, SOPHIE, 2010’ların pop ikonları gibi. Özellikle bazı şarkılarda 90’lar hissi de baskın geliyor bana.

90’lar sonik olarak değil belki ama ruh olarak etkilendiğim bir dönem. Belki Trent Reznor’ın o dönemki işleri, prodüksiyon stili dışında çok ilham aldığımı söyleyemem. PJ Harvey, Courtney Love gibilerini de çok etkileyici buluyorum tabii. O dönem şarkıların performe ediliş biçiminde bir hamlık var; olanı olduğu gibi en sert şeklinde söyleme alışkanlığı var. Madonna’nın 90’lar işlerinde bile duygusal olarak çiğ, sinirli, ham olma ruhu mevcut. Bu tabii ki en başından bu yana işlerimi etkileyen bir şey. 

“2010’lar pop ikonları” da içinde büyüdüğüm, bana kendimi keşfetme fırsatı veren bir kaçış odasını temsil ediyor. Kesha, Rihanna, Lady Gaga, Beyoncé dönemi; o kızların arasındaydım hep. Video kliplerinin aşırı şaşalı, her canlı performansın ayrı bir dünyasının olduğu dönemler. Katy Perry her klibinde başka biri gibi gözüküyor. Kim daha abartılı, kim daha cilalı, kim daha plastik olabilir yarışına şahit olmak, MTV’nin o zamanları, Dream TV, Hande Yener… O döneme selam çakan bir iş yapmayı hep istiyordum. Belki işitsel olarak değil ama görsel olarak o sertlik, o plastiklik var. Hiper-femme bir dünya 2010’lar pop dünyası. Kadınların domine ettiği, her şeyin çok simli olduğu, müthiş, pırıl pırıl bir dönem benim için.

Pırıl pırıl bazı noktalarda prodüksiyon için de söylenebilir. Dinleyip, “Bir odada bir laptop’ta tek başına kaydedildi” diyebileceğin gibi bir albüm de değil EXXXOSKELETON bir yandan. Komşularınla aran nasıl? Bağırışlar da evde mi kaydedildi mesela?

Çığlık vokallerini ilk önce, taslak olması için evde fısıldayarak kaydediyordum. Sonra da bütün fikirleri toplayıp yakınlardaki güzel, öğrenci indirimi de olan bir stüdyoda kaydediyordum. Geri kalan her şey evde oldu ama.

Enerji olarak da ev hissinden çok uzak bir albüm. “Hiç bitmeyecekmiş gibi hissettim” demiştin. Kendi başına filtre koymak, durmak da zor. Bu süreçte fikrini danıştığın birileri oldu mu? Yalnızlığın zorladığı kısımlar var mıydı?

Şarkıları kimseye göndermedim diyebilirim. Batıl inançları olan bir ananeyle büyümüştüm. Sevdiğim bir şeyi göstermeme, gösterirsem nazar değeceği ya da büyüsünün bozulacağına dair “öğreti”yle büyüdüm. Zorla verilmemişti bu ama evde öyle bir öğreti vardı. Çocukluğum, gençliğim, hayatım da genelde yalnızdı. Çok içine kapalı biriyim aslında. En sevdiğim şey yalnız olmak. Eskiden de bir şeyler üretirken, ”ben sevdiysem olmuştur o” diyordum. Evden çıkıp bir yere giderken kulaklığımı taktığımda bana iyi hissettiriyorsa, test sürüşü başarılıysa bende kalsın isterim. 

Basicdisarm’a bir-iki şey gönderdim ama Distrokid’e yükleyip yayın tarihine karar verdiğim noktada gönderdim. Birileriyle paylaşacaksam hep bu aşamada oluyor genelde. Yayımlanmadan önce belki bir iki özel arkadaşıma gönderirim, müzik kulağımızın yakın olduğunu düşündüğüm insanlara. Ama tüm kararları verdikten sonra! Bunun faydasını görüyorum baya. Mesela ELZ And The Cult’ta, özellikle son döneminde, benim bir parçayı yapıp beğendiğim, sonra birlikte çalıştığım prodüktöründe beğendiği, sonra mastering’e gittiğinde onu yapan kişinin de dinleyip beğendiği, en sonunda bir onayın da plak şirketinden geçtiği bir süreç vardı. Bu beni depresyona sokuyordu. “Benim müziğim, niye bir tek ben beğenince bitmiyor ki bu süreç?” düşüncesi çok saçma geliyordu. O yüzden EXXXOSKELETON’ı da kendimde tuttum büyük oranda.


“‘PUSH THE NEEDLE’ translık sürecim, translığımla iletişime geçmek, onun üzerine yoğunlaşabilmek, duygusal olarak onunla bir araya gelebilmek hakkında. Duygusu aşırı ışıltılı, içeriği çok plastik bir şarkı yapmak istedim.”

Albümün tek düeti, Age Reform eşlikli “HAMMER”, albümün zirvelerinden biri. Onun dâhiliyeti nasıl gelişti?

EXXXOSKELETON’da düet olmasını düşünmüyordum aslında. Ama kendime çok yakın gördüğüm, Sissy Misfit olma sürecimde bana ilham kaynağı olduğunu düşündüğüm birkaç prodüktör arkadaşıma şarkılardan küçük kesitler atıp, “Bir şeyler yapmak ister misin?” diye soruyordum. Albümde bir iş birliği olacaksa özel biriyle olmalıydı. Oradan bir tek Age Reform döndü! Dinlediği anda hem de. 

Zaten birlikte çalışmayı çok sevdiğim biri, hem görsel dünyası hem işitsel dünyasını çok seviyorum. Eski projemde de albüm görsellerini onunla yapmıştık; birlikte çalıştığımızda beni ifade edebileceğine emin olduğum nadir kişilerden biri. “Hammer”ı da kendisi seçti. Ona ilk attığım fikirler albüme girmeyen başka bir şarkıya aitti. Bu şarkıyı çok sevdi ve üzerine konuşmaya başladık, birkaç video call yaptık. Kanalları birbirimize atıp üzerine konuşup onayladığımız bir süreç oldu. Benden çıkan demoyu bambaşka bir yere taşıdı ve albümün içine çok iyi oturdu. Baya değiştirdi şarkıyı aslında. 

Açılış parçası “PUSH THE NEEDLE”, içeriği itibarıyla da senin kendini açmakta, kendini ifade etmekte oyun alanını genişlettiğini ispat eden bir parça. Albüm genelinde kelime sayısı olarak eskisine nazaran daha az şey söylüyorsun belki hepsi çok bastıra bastıra çıkıyor ağzından. Bu da onun iyi örneklerinden biri kesinlikle.

“PUSH THE NEEDLE” translık sürecim, translığımla iletişime geçmek, onun üzerine yoğunlaşabilmek, duygusal olarak onunla bir araya gelebilmek hakkında. Duygusu aşırı ışıltılı, içeriği çok plastik bir şarkı yapmak istedim. Bu süreci ya da sürece dair duygularımı anlatan çok fazla şey yazıyorum ama hepsi aşırı melankolik yerlerden çıkıyor. Trans kanonunda da çok fazla denk gelebileceğin yerlerden. Onu ne kadar “cunty” bir yerden anlatabilirim diye düşündüm. Biraz daha yanık… Duygusal yönüyle biraz daha sahnedeki ışıltılı kızı, neşter altındaki glam dünyasını nasıl anlatabilirim, onu merak ettim. Bu konsepte eğlendiğim bir fantezi dünyası yaratmak istedim kendime. 

İçinde bir mükemmeliyetçi yaşadığını söyledin ama buna rağmen SISSY MISFITin her şeyiyle tek başına ilgileniyor olmak da bir meziyet kesinlikle. Kliplerinin yönetmenliğini de kurgusunu da stylingini de sen üstleniyorsun mesela. “PUSH THE NEEDLE” ve klibi de benim için bir SISSY MISFIT manifestosunu çağrıştırıyor. 

Ben de öyle kurgulamıştım kafamda. Hem albümün bir manifestosu hem de SISSY MISFIT’in bu noktadan sonra ne yapacağını gösteren bir proje oldu. Çok uzun zamandır yapmak istediğim bir video fikriydi. Şu an üzerine çalıştığım görseller aslında yıllardır yapmayı hayal ettiğim ama gerekli imkânları bulamadığım ya da nereden nasıl başlayacağımı bilemediğim şeyler. Burada kurduğum ekiple yapabilmek daha kolay oldu. 

EXXXOSKELETON bir görsel albüm. Kendini yavaş yavaş açacak. Her şey bir anda yayımlanmayacak, adım adım ilerleyecek. “TOY” videosu, “PUSH THE NEEDLE”ın devamı. Sonraki video da “HAMMER” olacak, o da “TOY”un devamı. Onu “GABBER SULTAN” takip edecek. Her şey tamamlandığında EXXXOSKELETON filmini yayımlama hayalim var. Tüm hikâyeleri birbirine bağlayan, çektiğimiz ama benim henüz kurgulamadığım bazı sahneler var videolardan. En son, hâlâ o gücü kendimde bulabilir ve albümden sıkılmazsan öyle bir final fikri dolanıyor aklımda. 

Albümdeki şarkıların sırasını bile değiştirerek yeni bir deneyimleme biçimi yaratıyorsun aslında. Çok heyecan verici. “TOY” klibi de sohbetimizden birkaç gün önce çıktı. Konsepti, mekânları, kostümleri, kurgusu muhteşem. Nasıl hayata geçti bu klip?

Tüm şarkıların klibinin nasıl olacağı bir plan olarak kafamda var. Onlar için gördüğüm bir dünya yani. “PUSH THE NEEDLE”a bir SISSY MISFIT manifestosu dedik; o çok glam bir SISSY MISFIT imajı aslında. Çok tuhaf ya da çılgın değil. En azından benim için yeterince değil. Biraz daha editoryal ve güvenli bir dünyaya sahip. Tam insanlara böyle bir şey vermişken, “Hayır, sizin eskiden tanıdığınız freaky club kid hiçbir yere gitmedi” dediğim bir ikinci bölüm “TOY”. 

Videoda her şeyin patlayacak bir balon gibi gözükmesini istemiştim. Bütün figürler, kostümler ya da kurgulama şekli çok keskin ama bir yandan da sakız, balon hissinde. Ama keskin şeylerle bir arada bulunuyorlar. “TOY” şarkı olarak da öyle bir hikâye anlatıyor. Oynamak isteyeceğin bir oyuncak ama çok fazla dokunursan patlayıp sana zarar verecek gibi bir hayal. Videoda bana eşlik eden kişi Holly Warcup. Burada çok sevdiğim bir DJ ve performans sanatçısı. İlgi alanı ve en çok bilindiği şey de latexleri. Holly’nin latex koleksiyonu, bir latex dükkânında çalışması, latex, latex, latex… Gece hayatında tanıştığım, setlerini dinlediğim, hem sanatçı yönünü hem kişiliğini çok sevdiğim biri. Bir gün beraber performans yapmıştık buradaki bir kulüpte. Onu sadece bir gece kulübüne yaşatmak değil de belgelemek de istedim. Performans sanatına kendini adamış biri ve etiğini çok seviyorum. Birlikte bir şey yapmamız kaçınılmazdı.

GABBER SULTAN” belli ki albümün en yüksek şarkılarından biri. Albüm genelinde aralara serpiştirdiğin Türkçe cümleler, isyanlar var (bkz. “AGRESYON”). Ama bu parça bir yandan darbukanın da senin müziğinde var olabileceğine dair bir kapı açıyor. 

Albümden kesinlikle favori parçam. Başka hiçbir parça yarışamıyor bile diyebilriim. Yapmaya çok önceden baslamıştım. Bitirmek istediğim bir şey de değildi esasında; bir şeyler denemek için uğraşıyordum onunla. Bir ara makam gamlarına ilgi duydum. “Müzik içerisinde Kürdi makamlar nasıl çalışıyor? Nasıl yansımaları var? Fatima al Qadiri, Omar Souleyman, ABADIR gibileri müziğinde bunu nasıl işliyor?” derken, iki-üç sene önce bu dünyaya girdim ve yolum DJ Yılmaz’a çıktı. Sulukuleli, çılgın bir darbukacı. Yaptığı iş delice. Kobra Murat’ın müzisyenlerinden biri. Ben de Sulukule’de Romaniler içinde doğup büyüdüm, o kültürün yabancısı değilim. Dinleyip sevdiğim bir şey ama bu alanda bir şey üreteceğimi hiç bilmiyordum önceleri. Darbuka bir enstrüman olarak hep ilgimi çekiyordu. Perküsyonlara karşı ekstra bir merakım var. Çok ADHD bir şey gibi geliyor mesela darbuka çalmak. 

Buraya taşındığımda sokakta darbuka buldum, gerçekten! Türklerin çok yoğun yaşadığı bir bölgede yaşıyordum ilk taşındığımda. “GABBER SULTAN”da aslında ilk başta darbuka yoktu, sadece hicaz makamları vardı. Onlarla oynuyordum ama içimdeki Sulukulelinin yönlendirmesiyle galiba; darbukayı gördükten sonra onunla çalışmaya, darbuka çalmaya başladım ve olaylar böyle gelişti. Bir şeyler eklene eklene şarkı bir endüstriyel-darbuka-gabber-Roman füzyonu çok absürt bir yere gitti sonunda. Çok memnun olduğum bir yer. En iyi video da bu şarkıya gelecek, aşırı heyecanlıyım.

“AGRESYON” da hakkında konuşmamız gereken kayıtlardan biri. Senden daha önce dinlediğimiz kurgularda da bu tip zevkli interlude kayıtları olurdu hep. EXXXOSKELETON’da “Kafayı yedirteceksiniz ulaaaan” diye haykırmanın ardından keskin bir şekilde “COLD F+CKING SWEAT” parçasına geçmek, albümdeki favori anlarımdan biri. Onları takip eden “GET RID OF YOU”da da benzer bir iç dökümü var. Akışın son bloğundaki bu ruh hâli senin için neyi temsil ediyor?

YAKTIMMMMM!!!”, “AGRESYON” ve “COLD F+CKING SWEAT” birbirini tamamlayan bir üçlü aslında. “YAKTIMMMMM!!!, Türkiye’deki son döneminde yaşadığım açılamama buhranı, kafamdaki seslerin çok yükselmesi ve hiçbir şeyi içimde çözemiyor oluşumun bir isyanı. Bu yüzden Türkçe bir şarkı. “AGRESYON” da onu takip eden bir madilik kesinlikle. “COLD F+CKING SWEAT”te de kızımız rahatlayıp partilemeye gidiyor.

O madilik yazılmış bir metin miydi peki? Yoksa mikrofon başında kendiliğinden mi çıktı?

Gece kulübünde olay çıkaran bir karakter vardı kafamda. 20 dakikalık bir kayıt aslında; çok eğlendiğim, gullümünde olduğum bir madilik yaşatmak istedim. “AGRESYON” sekizinci parça ve sanki o noktaya kadar albüm gittikçe sıkışıyor, gerilimi artıyor. “AGRESYON” ile patlasın ve sonuca gelelim istedim. 

SISSY MISFIT’e ve SISSY MISFIT’in geleceğine dair en büyük hayalin nedir? Evet birçok alanda kendini ifade ediyorsun ama hiç elini atamadığın ve seni heyecanlandıran başkaca disiplinler var mı?

Kafamdaki performans fikirlerini daha planlı, daha iyi hayata geçirebilmeyi hayal ediyorum en çok. Müziğin en sevdiğim ve en keyif aldığım kısmı sahnede olmak benim için. Ses tasarımı da videolar da çok keyifli ama benim için en anlamlı yer sahneı. Hayalim aslında daha çok yerde, daha büyük platformlarda, başka şehirler ve ülkelerde daha fazla insana canlı performansımı ulaştırabilmek. Kafamda çok fazla fikir var ama tahmin edilenin aksine bir video yapmak ya da bir albüm kaydetmek; bir canlı performansı hayata geçirmekten çok daha rahat hâlledilebilen bir şey. Performansta yapmak istediğin şeyi gerçekleştirebilmek en zor olan kısmı. Tek başıma yapabileceğim bir şey değil. Diğer hiçbir şeyde başka birine ihtiyacım olduğunu hissetmiyorum ama konu canlı performansa geldiğinde iş değişiyor. 

Kısa süreli ilk hedefim, bu konuda birlikte çalışabileceğim bir ekip kurabilmek. En büyük hayalim ise planladığım bir şovla dünyayı gezebilmek. Hangi şehre, hangi ülkeye gidersem gideyim; sahne tasarımını aynı yapabileceğim bir şekilde; kurgulanmış tiyatral bir şov. Fikir hazır ama insanlar bana o platformu sunmadan önce neler yapabileceğimi biraz daha göstermem gerekiyor. Geçmişteki müzik deneyimimden de öyle olduğunu biliyorum. Güçlü bir canlı performansçı olmak biraz daha zaman alan bir şey. EXXXOSKELETON bence bunun için iyi bir adım. Bunun sahnede neye dönüşebileceğini hayal güçlerine bırakıyorum.

  1. Sokak lambaları yandı, yakamoz vardı, gençler biralarını içti ve yeni gün doğdu: MARK HALE ve HOŞGÜN RESSAMI

    Mark Hale, yeni sergisi Hoşgün Ressamı ile hiç bitmeyen bir yazı hayal etmeye çağırıyor.

  2. Öteki dünyalılık ve yeni yerler yaratma dürtüsü: FONTAINES D.C. ile istikamet ROMANCE

    Yoldaki Fontaines D.C. albümünü birkaç tur döndürme şansı yakaladık ve grubun gitaristi Conor Curley’e bağlandık.

  3. Aklımdakiler: SELMAN NACAR ve TÜLİN ÖZEN ile TEREDDÜT ÇİZGİSİ

    Farklı disiplinlerden 11 isim aklındakileri soruyor; Tereddüt Çizgisi’nin ödüllü yönetmeni Selman Nacar ve başrol oyuncusu Tülin Özen yanıtlıyor.

  4. A’dan Z’ye: Kendi cümleleriyle PAUL AUSTER

    Bütünüyle yazarın cümlelerinden oluşan bu alternatif sözlüğü iddialı bir derlemeden ziyade, rastlantıların ve merak unsurunun direksiyonda olduğu bir yol gibi deneyimlemeniz umuduyla.

  5. Gören göz için keşfedecek şey çok: KUMKUM FERNANDO

    Sri Lankalı sanatçı Kumkum Fernando’dan hikâyesinin ve sanatının inceliklerini aylara yayılan bir süreç içinde etraflıca dinledik.

  6. Kabuldeki, sevgideki, acıdaki yumuşaklık: ARLO PARKS’ın direnmeyen direnişi

    İstanbul Caz Festivali kapsamındaki buluşmamız öncesinde, Arlo Parks ile duyarlı kişiliğini nasıl deneyimlediği, ilk kitabı The Magic Border ve biraz da gündelik rutinlerine uzanan bir sohbet.

  7. Kendi başınalık ve pürüzsüz açıklık: SISSY MISFIT ve EXXXOSKELETON

    İlk albümü EXXXOSKELETON’ı, Londra’da üretim pratiklerinin nasıl şekillendiğini, ona ilham veren 2010’lar pop ikonlarını, göz kamaştıran video kliplerini ve hayallerini SISSY MISFIT'ten dinledik.

  8. Kamera arkası: AFTERSUN setinin anlatılmamış hikâyesi

    Dünya prömiyerinin ikinci yıl dönümünde, “Neler yaşandı bu Aftersun fenomeninin setinde?” sorusunun peşine düştük.

  9. Dogmatizm gölgesinde kimlik inşası: NEHİR TUNA ile YURT üzerine

    "Öykü bu topraklara özgü çok fazla kod barındırıyor olsa da ben çok evrensel olduğuna inanıyorum. Sonuçta bu bir büyüme hikâyesi ve özünde bir sevgi arayışı var."

  10. Dünyam, şu naylon torbalarda: Bir DARGEÇİT sohbeti

    Yıllara yayılan bir adalet mücadelesini konu edinen, 43. İstanbul Film Festivali "En İyi Belgesel" ödüllü "Dargeçit"in hissettirdikleri ve düşündürdükleri...

  11. RƏHMAN MƏMMƏDLI ve yanık mı yanık gitarı üzerine: Azeri müziği, küresel kapitalizm ve karnımdaki kelebekler

    Azeri gitarist Rəhman Məmmədli'nin gitar müziği yarattığı duygusal ve nostaljik dalgalanımın yanında birçok farklı anlam taşıyor elbette.

  12. DOROTHY SING ZHANG ile uykuya tepeden bakmak

    Dorothy Sing Zhang, mecburiyet olan uykunun yaşamla bağlantısını, egonun kontrol dışı olduğu bu süredeki teslimiyet hâli ve gizemi inceliyor. 

  13. Yaratıcısı ve oyuncuları ile THE ACOLYTE üzerine

    Star Wars spin-off'u The Acolyte hakkında merak ettiklerimizi, yaratıcı zihni Leslye Headland ve oyuncu kadrosu ile konuştuk.

  14. Yeni filminin ayak sesleri duyulurken: TOLGA KARAÇELİK ve “bambaşka bir dünyada” üretmek 

    Tolga Karaçelik'ten prömiyerini Tribeca'da yapan The Shallow Tale of a Writer Who Decided to Write about a Serial Killer'a dair bazı ipuçları kaptık.

  15. Kanada, Her Şeyin Hikâyesi ve bu ay başka ne okusak?

    Mayıs 2024’te yayımlanmış, merak uyandıran kitaplar.

  16. 60 albüm: Mayıs 2024 best of

    “Ne dinlesek?” diye soranlara, mayıs ayından yerli – yabancı karışık 60 albüm.

  17. Künye

    .