Russian Doll’un yaratıcısı yazar, yapımcı ve yönetmen Leslye Headland, Disney’in Star Wars evrenine “göz korkutucu, fakat gerçeğe dönüşen bir hayal” olarak tarif ettiği spin-off’u The Acolyte ile giriş yapıyor. Hem de öyküyü evrenin geçmişine, esas zaman akışının dışına taşıyarak aşina olunmayan bir alana bakış attığı; çok, çok uzaklardaki galakside yaşayan iyi ve kötülerin her zaman düşündüğümüz kişiler olmayabileceği ihtimalini merkezine alan bir suç / gerilim anlatısıyla.
George Lucas’ın Star Wars prequel üçlemesinin ilk halkası The Phantom Menace için bir tür önsöz niteliği taşıyan ve 100 yıl öncesinde yaşananlar ekseninde dönen sekiz bölümlük seri; Galaktik Cumhuriyet’in altın çağı olarak anılan, Jedi’ların ışığının tüm galaksiyi aydınlattığı, Sith’leri gölgelerde saklanmaya zorladığı dönem High Republic’in sonlarına doğru yükselmeye başlayan karanlığa odaklanıyor. İntikam dürtüsüyle Jedi avına kalkışan Mae (Amandla Stenberg) ile suçu araştırmak için gezegenler arası yollara düşen Master Sol’un (Lee Jung-jae) karşı karşıya kaldıkları musibetin tahmin ettiklerinden çok daha fazlası oluşu üzerinden sadakat, ihanet, intikam, pişmanlık temaları tartışılıyor.

Her fırsatta kendisinin tüm anlatıya hâkim, epey sıkı bir Star Wars fanı olduğunu dile getiren Leslye Headland’in rüyasıymış The Acolyte serüvenini hayata geçirmek. Yaşam felsefeleri fedakârlık üzerine kurulu, bencillikten uzak Jedi’ların kusursuz ruhlar olduğu fikrine meydan okuyarak Jedi’lık müessesesi kritiği yaptıran, ışın kılıçlarından önce dövüş sanatının nadide hareketlerine davranılan bol aksiyonlu, farklı bir yorum…
Bu durum birçok ikilemi de beraberinde getirmiş pek tabii. Karşılaşacağı olumlu – olumsuz eleştirileri ölçüp tartmış, “Serinin hayranları buna bayılacak!”, “Hayır, nefret edecekler!” gel-gitini yaşamış zihninde sürekli. En sonunda kendiyle bir anlaşma yaparak hangi yöne saparsa sapsın kendi kuzey yıldızına, iyi bir öykü oluşturacağına inandığı noktaya geri dönmenin sözünü vermiş. İşin asıl püf noktasının ille de Star Wars evreninde geçmesi gerekmeyen bir hikâye yazmak olduğunun altını çizen Headland, “Bu hikâyeyi alıp modern bir kurguya koysanız dahi sizi etkilemeye devam edeceğini umuyorum.” sözleriyle tasvir ediyor arzusunun vücut bulmuş hâlini.
The Acolyte, 4 Haziran itibarıyla Disney+’ta yayına başladı. Dizinin yaratıcı zihni Leslye Headland ve oyuncu kadrosundan Lee Jung-jae, Dafne Keen, Rebecca Henderson, Charlie Barnett, Manny Jacinto ile çevrimiçi ortamda buluştuk. The Acolyte’ın kanona getirdiği yenilikleri, Star Wars evrenine yeni bir kadın karakter merkezli proje kazandırılmasını, fenomenin kusursuzlukla özdeşleştirilmiş güç ustalarının da yanılsamalar barındabileceğini konuştuk.

Vadettiği ahlaki karmaşa kadar serinin aksiyon sahneleri de son derece tatmin edici bir deneyim sunuyor. Bu sekansları yakalamak kolay olmasa gerek. Sette karşılaştığın güçlüklerden bahsetmek ister misin?
Leslye Headland: Dürüst olmak gerekirse aksiyon sahneleri göz korkutucuydu. Daha önce hiç böyle bir projede çalışmamıştım, hiç yardımcı bir yönetmenim olmamıştı. Bir aksiyon koreografıyla da çalışma fırsatım olmamıştı ve bu sebeple her şeyi olduğu gibi senaryoya yazdım: “Tekme atar”, “Bıçağını çıkarır”, “Onu balkona sürükler” gibi. İnan hepsi detaylıca yazılıydı senaryoda çünkü dövüş sahnelerinin havada kalmayan, başı sonu olan türden sahneler olması gerektiğine inanıyorum. Kimin kazanıp kimin kaybedeceği yönünden bahisleri artıran da bir son olmalı aynı zamanda. Yardımcı yönetmenim ve dövüş koreografım Christopher Clark Cowan da benimle aynı görüşteydi neyse ki. Sahneleri birlikte kurguladık. İşin bu kısmı benim için gerçekten cesaret isteyen bir şeydi fakat bir o kadar da eğlenceli ve özgürleştiriciydi.
Kendine en yakın hissettiğin karakter hangisiydi peki?
Leslye Headland: Ah, henüz görmediğiniz bir karakter. Son dört bölümü izlemelisiniz!

Dafne, yaşından olgun ve epey bilge bir Padawan’a hayat veriyorsun. Jecki Lon ile ortak olduğunu düşündüğün yönlerin var mı?
Dafne Keen: Hmm… Sanırım var, evet. Her şeyden önce sürekli yetişkinlerin etrafında olmanın getirdiği belirgin bir olgunluk seviyesi var; çünkü 8 yaşından beri çalışıyorum. Ve bence tüm yaşamını Jedi ustalarının arasında geçirdiğinden aynı durum Jecki için de geçerli. Kendinizi bir anda işin içinde bulduğunuzda ve size bu kadar fazla sorumluluk yüklendiğinde çok hızlı bir şekilde büyümek, olgunlaşmak zorunda olduğunuzu hissediyorsunuz. Sanıyorum seçtiğim kariyer nedeniyle hem ben hem Jecki bunu bir şekilde yaşadık. Genç yaşta size, bir konuda çok iyi olduğunuzun söylenmesinin getirdiği baskı da var tabii; bir gün o hâlinizden eser kalmayabileceği ihtimalinin korkusu… Çünkü bahsettiğimiz, yalnızca çocuk hâlinizle doğuştan sahip olduğunuz bir şey. Bunlar kesinlikle Jecki ile aramda gerçek ve derin bir bağ kurmama sebep oldu.
Rebecca Henderson: Çok iyiydi!

Master Sol aştığını düşündüğü pişmanlıkların yükünü hâlâ omuzlarında taşımaya devam eden bir karakter. Ona hayat verirken bu hissiyatı öne çıkarmak zorlayıcı oldu mu?
Lee Jung-jae: Bahsettiğin gibi; bence insanlar olarak hepimiz birtakım pişmanlıklarla yaşıyoruz ve tüm çabamız bunları gelecekte tekrar etmemek üzerine. The Acolyte‘ın kilit temalarından biri de geçmişteki hatalardan ders çıkarma ve insanlığın bu çıkarımlar doğrultusunda gelişebileceği fikri. Hayat verdiğim karakter Sol’un derinlerinde yatan, kapanmamış bir mesele var ve bence bir oyuncu için bu tür bir temayı seyirciye aktarabilmek bir çeşit görev aslında; “yazgı” bile denebilir. Dolayısıyla kendimi son derece minnettar hissediyorum. Süreç ilerledikçe Sol’un yaşadığı duygu değişimlerini takip etmek, dizinin temasını işleyen böylesine karmaşık bir karakteri canlandırmak benim için büyük keyifti!

Karakterin Qimir’in ahlaki çıkmazlara uzanan yolu hakkında neler söylemek istersin Manny?
Manny Jacinto: İzleyiciye Jedi’lar hakkında belli başlı hisleri olan, keskin görüşlere sahip, belki biraz güvenilmez bir karakter şeklinde tanıtılsa da Qimir’in ikilemleri, ilerleyen bölümlerde şahit olacağınız üzere gerçekten de epey kapsamlı. Spoiler vermeden bunu anlatmak oldukça zor! Ama şunu söyleyebilirim ki bakış açısının, felsefesinin kaynağını ve bu kavramların değişip değişmediğini öğrenecek; bölümler ilerledikçe nasıl bu noktaya geldiğini, ne sebeple böyle bir yol çizdiğini anlayacaksınız.

Rebecca, Charlie; daha önce Leslye Headland ile çalışma fırsatı bulmuştunuz. Yeniden birlikte sette olmak nasıl bir duygu?
Rebecca Henderson: Öncelikle Charlie’yi Londra’da görmek muhteşemdi. Sanki Russian Doll‘daki karakterlerimiz bir şekilde, uzayda farklı bir zaman çizgisindeymiş gibi hissettim. Leslye ile tekrar çalışmak ise ona her geçen gün daha da fazla güvenmeme sebep oldu, aramızda kullandığımız ortak dilimiz daha da gelişti. Ben aslında farklı bir karakteri canlandıracaktım. Senaryoyu okurken Vernestra’nın ismini o kadar sevdim ki sahnelerini okudum ve “Bir dakika, bu karakter kim?” diyerek araştırmaya koyuldum. Leslye “O 116 yaşında, yaşça daha olgun bir oyuncu düşünüyoruz.” dediğinde “Ama o bir Mirialan!” şeklinde karşılık verdiğimi hatırlıyorum. Bu derinlikli karaktere hayat vermeyi çok istemiştim. Ona bayılıyorum! Yani Leslyle ve Vernestra’ya! Bildiğin üzere Leslye benim partnerim ve bu süreçte dizinin tamamını baştan sona yaratmasına şahitlik ettim. Onun bu noktaya geldiğini görmek, hele ki çekimlerin ilk gününü izlemek inanılmazdı! Gerçek anlamda çok büyük işler başardı.
Charlie Barnett: Russian Doll‘un ilk sezonunun sonunda Leslyle, bir Star Wars projesi üzerinde çalışmaya başlayacağından bahsetmişti bana. Üç-dört yıl önceydi sanırım. Dolayısıyla bu kişisel bir nostalji benim için, “Ne diyorsun? Bu delilik!” dediğim türden. Nasıl ifade edilir ki! Sanki kaderimde yazılmış gibiydi. Buraya adımımı attığımda sanki bir bulutun ayağımı yerden kestiğini hissettim çünkü ona her yönden, her konuda güvenebileceğimi biliyordum. Korkuyla, gereksiz mücadelelerle, zihinsel sınanmalarla ya da tıkanıklıklarla zaman kaybetmedim. Bir sete girdiğinizde onu yöneten kişilerin arkanızda olduğunu bilmek çok güç verici bir his. Leslye’nin performansı kadar insani yönü de çok güçlü. O, her koşulda arkamda destek ve bu bir lütuf, gerçekten öyle.