Her yıl olduğu gibi bu yıla da, vizyon ve vizyondışı ayırt etmeksizin, genel bir bakış atıyor, Türkiye’deki ve tüm dünyadaki festivallerde seyirci karşısına çıkmış, vizyona girmiş filmlerden favorilerimizi sıralıyoruz.
Değerlendirme: Leyla Aksu, Melikşah Altuntaş, Senem Aytaç, Begüm Birgören, Deniz Cuylan, James Hakan Dedeoğlu, Engin Ertan, Aylin Güngör, Selin Gürel, Kaan Karsan, Nil Kural, Gözde Naiboğlu, Zeynep Ocak, Caner Özyurtlu, Uygar Şirin, Erdem Tepegöz, Eray Yıldız, Fırat Yücel
NOT: Bu yılki listelerde, Türkiye’de bu yıl gösterime giren ancak Bant Mag.’in 2012 listesine girmiş olan filmlerden Beasts of the Southern Wild, Tabu, Holy Motors, Beyond the Hills, Pieta, Passion gibi filmlere yer vermedik.

Provakatif filmlerin yönetmeni Bruno Dumont’un, izleyicisini bu kez epey dingin bir atmosfere hapsettiği son filmi, Juliette Binoche’un aklını dinlendiren Claudel yorumuyla da göz kamaştırıyordu.

Uzun zamandır yeni filmini merakla beklediğimiz Wong Kar-Wai’nin Ip Man efsanesini didiklediği epik filmi, büyüleyici görüntü yönetimiyle akıllarda yer etti.

İngiliz sinemasının son yıllarda çıkardığı en delişmen yeteneklerden Ben Wheatley’den, izleyicisini asit kafalı karakterleriyle siyah-beyaz bir tarlanın ortasına hapsettiği kâbusvarî bir çılgınlık!

Uzun zaman sonra bağımsız köklerine dönüş yapan David Gordon-Green’e Berlin Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülü kazandıran bu minik otoban rehabilitasyonu, müzikleriyle de kalbimizi fethetti.

46. GOLTZIUS AND THE PELICAN COMPANY
Seyircisini gerçeküstü sularda dolandırmaktan hiçbir zaman çekinmeyen Peter Greenaway gözümüzün önünde, dünyanın en sıkıcı biyografilerinden birini alıp, soluksuz bir gösteriye dönüştürdü.

Gomorrah ile güçlü bir çıkış yakalayan Matteo Garrone, bu yılki Cannes Film Festivali’nden Jüri Büyük Ödülü ile ayrılan son filminde, bir televizyon formatı üzerinden başarılı bir taşlamaya girişti.

Kuir sinemanın bazı önemli filmlerine imza atmış Sebastien Lifshitz’in belgeselinde, eşcinsellerin dışlandığı bir dönemde Fransa’da açık yaşayan bir grup gey ve lezbiyen kendi ağzından o günleri anlatıyordu.

Korku sinemasına getirdiği nostaljik solukla epey tüyler ürpertici işlere imza atan James Wan’ın Insidious’tan sonraki yeni korku harikası, hem gişede, hem eleştirmenler nezdinde epey başarılı oldu.

Geçtiğimiz İstanbul Film Festivali’ne konuk da olan Carlos Reygadas’ın son marifeti, çok sayıda garip ana evsahipliği yaparak izleyicisinin kafasına kazındı. En çok da antolojik baş ağrısı sahnesiyle…

Shotgun Stories ve Take Shelter gibi çok başarılı iki filmden sonra, yoluna son derece sağlam bir diğer filmle devam eden Jeff Nichols’ın Mud’daki çocuk oyuncu yönetimi, âdeta ders niteliğindeydi.

Cannes Film Festivali’nden bu yana seyirciyi ve eleştirmenleri ikiye bölen bu nostaljik vampir filmi, özellikle Jim Jarmusch hayranlarının önemli bir kısmından geçer not almayı başardı.

39. CAND SE LASA SEARA PESTE BUCURESTI SAU METABOLISM
İlk filmi A fost sau n-a fost? / 12:08 East of Bucharest ile güçlü bir çıkış yakalayan Roman sinemacı Corneliu Porumboiu’nun çok az plandan oluşan son filmi, geçtiğimiz Filmekimi’nin sevilen filmlerindendi.

Ulrich Seidl’ın Paradies üçlemesine noktayı koyduğu filmi, ergenlerle dolu bir zayıflama kampında bir mağrur güncenin izinde, mesafeli ama pek sevilesi bir büyüme hikâyesi anlatıyordu.

Kardeşlerin bir araya toplandığı bir aile yemeğinden 72 dakikalık absürt bir şaheser çıkaran bu eğlenceli Alman filmi, Antalya Altın Portakal Film Festivali Uluslararası Yarışma’dan büyük ödülle dönmüştü.

Funny Ha Ha ve Mutual Appreciation gibi tatlı Amerikan bağımsızlarından tanıdığımız Andrew Bujalski, kamerasını 1980’li yıllarda makinelere karşı yarışan satranç şampiyonlarının arasında gezdiriyordu.

Havuzlarda şovlar yapan eğitimli balinaların, nasıl gösteri sırasında eğitmenlerine saldıracak bir psikolojiye ulaştıklarını gözler önüne seren tüyler ürperten bir belgeseldi Blackfish.

Fransız sinemasının en özgün yönetmenlerinden Claire Denis’nin kendine has tarzını konuşturduğu son filmi, Tindersticks’in tenimizden ruhumuzu çalan müzikleriyle de ayrıca etkileyen, kapkara bir gerilimdi.

Chan-wook Park’ın bu ilk İngilizce filmi, senaryosundaki zaaflara rağmen, incelikli kurgusu ve sürprizlerle dolu, sinir bozucu ses bandıyla göze ayrı, kulağa ayrı hitap eden atmosferik bir gerilimdi.

Ulrich Seidl’ın Paradies üçlemesinin ortanca filmi, kökten dinci kahramanının tüm garipliği ve groteskliği içinde olağanüstü bir komedi keşfeden, sert bir taşlamaydı.

Bu yıl listemizde birden çok filmiyle yer alan isimlerden biri olan Ben Wheatley, son derece sarsak ve bir o kadar belalı ikilisiyle, son yılların en ilgiye değer çift portrelerinden birini sunuyordu.

Hunger ve Shame gibi iki ağır topun ardından yetenekli yönetmen Steve McQueen’in daha güvenli sularda yüzdüğü bu köle melodramı, güçlü oyuncu performansları ve parlak rejisiyle sınıfı geçiyordu.

Alexander Payne’in, bunalımın ta kalbinden seslenirken mizahın gücünü de asla yabana atmayan sinemasının bu en nadide örneklerinden birinde, Bruce Dern’ün başını çektiği oyuncu kadrosuyla da parlıyordu.

James Franco’nun, Hollywood’un çok sayıda ünlüsünü topladığı ev partisinin orta yerinde kopan kıyamet ve sağ kurtulan yıldızların rezil hayatta kalma serüveni gibi harika bir fikirden çıkmış, harika bir komedi!

İrlandalı yönetmen Lenny Abrahamson’ın, okulun en başarılı ve en yakışıklı, tek kelimeyle örnek öğrencisi ve aynı zamanda ortamların popüler çocuğu kimliğine indirdiği dev balta, yüreklere oturdu.

Pickpocket ve Still Life gibi acayip işleriyle tanıdığımız Çinli Zhangke Jia’nın birbirinden farklı dört şiddet hikâyesini peş peşe sıraladığı son filmi, yılın en özgün işlerinden biriydi.

Malezyalı usta sinemacı Tsai Ming-liang’ın I Don’t Want to Sleep Alone’dan bu yana çektiği belki de en etkileyici filmi, Venedik’te Altın Aslan için yarışmış ve Lee kang-sheng’in performansı epey övülmüştü.

2012’nin en olay yaratan belgeseli, bizde gecikmeli olarak gösterime girmiş olsa da, dünyanın en yetenekli müzisyenlerinden, kayıp Rodriguez’i bulup, keşfetmemizi sağladığı için unutulmazlar arasında.

Berlin sokaklarından kopup gelen bu pek tatlı ilk film, yirmilerinin sonlarındaki kahramanı Niko’nun, bir fincan kahvenin peşinde oradan oraya savrulduğu tek bir günde geçen, eğlenceli bir seyirlikti.

Geçtiğimiz yıl Berlin Film Festivali’nden Altın Ayı ödülüyle ayrılan Child’s Pose, inkâr duygusunu had safhada yaşayan anne karakterini başarıyla canlandıran Luminita Gheorghiu’nun performansıyla da zihnimize kazındı.

Fransız sahillerinden birinde, kahramanı Franck’ı tehditkâr bir aşkın ortasında, bedensel bir teslimiyete hapseden bu Hitchcockvarî yazlık gerilim, gittikçe yükselen temposu ve tekinsiz atmosferiyle dikkat çekti.

Geçtiğimiz yılın en şamata koparan filmlerinden birine –elbette ki– imzasını atan Tarantino’nun bu kafayı üşütmüş spagetti-western’i, her dakikası çok eğlenceli bir seyirlikti.

Zıpırlıkta bir dünya markası olmaktan vazgeçmeyen Harmony Korine’den yılın en saçma ve belki de en eğlenceli seyirliğinin çıkması pek şaşırtıcı değil ama bu filmin her saniyesi kesinlikle çok şaşırtıcı!

Birkaç sene önce The Arbor adlı belgeseliyle dikkat çeken Clio Barnard’ın bu ilk kurmaca filmi, 13 yaşındaki kahramanları ve etkileyici hikâyesiyle, yürek burkan bir gönülçelendi.

Away From Her ve Take This Waltz gibi pek başarılı kurmacalarının ardından, Kanadalı oyuncu-yönetmen Sarah Polley’nin kendi ailesinden ve kalbinden kopan bu belgesel, kesinlikle yılın en özel filmlerinden biri.

Pedofili konusunda dört başı mamur bir film yapmanın atomu parçalamaktan daha zor olduğu günümüzde, bu zor işin altından önemli ölçüde kalkan, sert bir dramla karşı karşıyayız.

François Ozon sinemasında sevdiğimiz ve özlediğimiz ne varsa sunan, edebiyatın gücünü ortaya koyarken, sinemada diyaloğun önemini de enfes bir işçilikle gözler önüne seren, leziz bir seyirlik.

Belki de ilk kez bir Woody Allen filmi, bir Woody Allen filminde olmaktan çok, başrol oyuncusunun performansına odaklanmaya mecbur bırakıyordu bizi. Film, Cate Blanchett’ın gözleriyle yazdığı buruk bir şiir âdeta.

Türlü imkânsızlığın içinden Primer gibi mucizevî bir ilk film çıkaran Shane Carruth’un, bütününü tam mânâsıyla kavrayabilmenin neredeyse mucizevi olduğu, nefes açıcı iğne niteliğinde bir ikinci film.

Sinema tarihinin en özgün birkaç ânında imzası bulunan usta sinemacı Jodorowsky’nin rengârenk bir psikanaliz seansını andıran bu kiçler kiçi otobiyografik şaheseri, sinemayı sevme nedenlerimize bir yenisini ekliyor.

İnsanı heyecanda koltuk tepelerine çıkaran belgesellerle her zaman karşılaşmıyoruz. Bu belgeselin kahramanıyla ise tanrı karşılaştırmasın… Yalnızca bir belgesel değil, aynı zamanda soluksuz bir sinemasal deneyimle karşı karşıyayız.