İletişim Yayınları aracılığıyla geçtiğimiz ay yayınlanan, Gezi direnişi esnasında polis şiddetine maruz kalanların tanıklıklarını bir araya getiren Polis Destan Yazdı – Gezi’den Şiddet Tanıklıkları kitabının ekibiyle konuştuk.


Gezi direnişi esnasında, TTB raporuna göre, 8 bin 163 kişi yaralandı, biri polis yedi kişi hayatını kaybetti. Şiddete maruz kalanların yüz yüze görüşmelerde aktardıkları, geçtiğimiz ay Polis Destan Yazdı – Gezi’den Şiddet Tanıklıkları ismiyle kitaplaştırıldı. Polis şiddetinin içeriğini ve sebeplerini, cezasızlık mevhumunu ve şiddet görenlerin yaşadığı psikolojik travmaları Deniz Koloğlu, Didem Gençtürk ve Saner Şen’in de bulunduğu beş kişilik ekipten Gözde Kazaz ve H. İlksen Mavituna’yla konuştuk.

Gezi direnişinde şiddet görenlerin tanıklıklarını söyleşilerle derleme fikri nasıl ortaya çıktı?
İlksen Mavituna: Derlemenin fikri ilk olarak “Gezi’nin bir parçası nasıl olunur” sorusuna verilen birçok cevaptan biri olarak çıktı, Gezi’nin gözle görülür hâlinin kitlelerce bilinmiyor olmasından kaynaklı bir kaygımız mevcuttu. Önümüzde medya tarafından tamamen karartılan bir direnişin kaydedilmesi gibi bir hat vardı ve bunu takip ettik. Mevcut kolektif hâlin hem bir parçası olup hem de bir katkı sunabileceğimizi düşündük ve farklı bağımsız medya mecralarından gelen vatandaşlar olarak hikâye toplama kararı aldık.

Gözde Kazaz: O dönem aramızda bulunan kişilerden biri bir medya grubu kurmaya dönük toplu bir e-mail attı. Bu medya grubu sonra çok genişledi, bahçecilik gibi fikirlerin çıktığı ve her hafta bir toplantının yapıldığı bir proje grubu oldu. Bu kitap da oradan çıkan bir fikir. Bugün bu projenin neden yapıldığı sorusunu cevaplamak gerekirse Gezi’nin içinde olmaktan ziyade geleceğe kalacak bir hafıza için yaptığımızı düşünüyorum. Kitapta yer alan insanların birçoğunu biliyorduk ama beş sene sonra kimin neyi hatırlayacağını bilmiyoruz. Kitabın bir amacı da bu hatırlatma.

Söyleşileri yaparken nasıl bir yöntem kullandınız?
GK: Yöntemimizin çok akademik olduğunu söyleyemeyiz. Başlarken insanların anlattıklarına müdahale etmeyeceğimizi biliyorduk, sadece yaşanılanı öğrenmeyi ve odakta her boyutuyla şiddetin olmasını istedik. Birtakım sorular belirledik, bu konuda çok daha fazla deneyimi olan insanlara da danıştık. Belki hepimiz medyadayız, söyleşi yapmayı biliyoruz ama bu daha farklı bir şey. Ayşe Çavdar’dan ve Tarih Vakfı’ndan Gülay Kayacan’dan destek aldık. İlk başta sözlü tarih çalışması yapacağımızı düşünüyorduk ancak Rauf Kösemen bunun bir sözlü tarih çalışması olmadığını söyledi. Yaptığımız şeyin ne olduğunu yaparken anladık diyebiliriz.

İM: Sözlü tarih meseleye daha profesyonel ve mesafeli yaklaşmayı, çapraz sorgulama yöntemleri ile doğrulamayı hedefleyen bir disiplin. Biz ise insanların beyanını doğru kabul ettik. Her hikâye kendi içinde bir bütünlük arz ediyor, bunu mümkün olduğunca bozmamaya çalıştık ama bir takım maddi hatalar olmaması için ufak teyit çabalarımız da oldu. En nihayetinde bunun bir sivil belgeleme çalışması olduğunu söyleyebiliriz. İlk fikir ortaya çıktığında aldığımız tavsiyelerden biri kendimize Gezi’nin içinden çıkmamız için biraz zaman vermemizdi. Sokakta belli eylemlerin dışında çok hareketlilik olmayana ve biz de belli bir mesafe alana kadar bekledik, bu iki-üç ay kadar sürdü.

Image

Ortak soru setinizde ne tip sorular vardı?
GK: Dokuz tane soru sorduk, bunları dört bölüme ayırabiliriz. İlk olarak nasıl biri olduklarını anlamak istedik. Aile hayatı, nerede yaşadıkları, nasıl bir eğitimden geçtikleri, örgütlülükleri. Bu kısmı çok açık bıraktık, bazısı sadece “Örgütlüyüm” deyip geçti, bazısı Dersim’de yaşadığı bir hikâyeyi anlattı. İkinci bölümde Gezi’yi nasıl ve hangi mecradan duyduklarını ve Gezi’de neler görüp yaşadıklarını sorduk. Üçüncü bölüm gözaltı ve polis şiddetine dair. Son bölümde ise şimdi ne hissettiklerine ve bugünden bakınca Gezi’yi nasıl gördüklerine dair sorular var. Söyleşiler uzun bir zamana yayıldı, Ekim 2013’te başladık, son söyleşi kitabın basılmasından iki ay önce gerçekleşti. İnsanların Gezi’ye bakış açısının söyleşi yaptığımız dönemdeki güncel gelişmeler üzerinden algılandığını not düşmeliyiz. Örneğin 17 Aralık süreci patladıktan ve üzerinden seçim geçtikten sonra herkeste bir umutsuzluk vardı. Bu tür değişimler önemliydi, o yüzden de kitapta her söyleşinin sonuna hangi ay ve hangi yıl yaptığımız bilgisini koyduk. Vakaların bazılarını öne çıkarmaktan kaçındık ve tanıklıkları olayların oluş zamanına göre sıraladık. Bu sebepten tanıklıklarda neredeyse sinematografik diyebileceğimiz bir paralellik ortaya çıktı. Mesela bir tanıklıkta polis otele giriyor, üst katlara kaçmış insanları balyozla duvarı kırarak alıyor. Hemen ardından gelen tanıklıkta o sırada aynı otelde lobide arkadan kelepçelenmiş biri yaşadıklarını anlatıyor.

İM: Tanıklıkların içinde büyük politik önermeler yok. Bunları koymaktan özellikle kaçındık çünkü politika özellikle Gezi’den geçen biri için heyecanlı bir şey ve bir yıl sonra geçersizleşecek ifadeleri mümkün olduğu kadar elemeye çalıştık. Ama kitaba tekrar baktığımda söyleşilerde yapılan öngörülerin bir kısmının gerçekleşmiş olduğunu görüyorum. Mesela bir gazeteci cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılmadan önceki bir mülakatta, “AKP ilk seçimlerde belki iktidarını kaybetmeyecek ama sonrasında illa ki bir açılma olacak” diyor. O açıdan kitabın spekülatif taraflarında yeni anlamlar bulunabilecek bir politik yan da var. Kronolojiden bahsetmişken de şunu vurgulamalı, 4 Haziran ve 11 Haziran arası yaşanan hiçbir vaka yok kitapta. Bu, neyin nereden kaynaklandığını anlamak için çok açıklayıcı.

Söyleşi yapılan kişilerin demografik bir resmini çekmek mümkün mü? Bu insanların Gezi’ye katılmış ve polis şiddeti görmüş olmaları dışında gözünüze çarpan ne tür ortak ya da farklı yanları var?
GK: Tabii ki kendimize öyle bir demografi çıkardık ama bu o kadar amatördü ki sanki bizim haddimize değil gibi geliyor. Vakaları yaş, cinsiyet, örgütlülük, medeni durum, ekonomik düzey ve yaşanılan yer üzerinden yaymaya çalıştık. Kitapta tanıklık yapanlar arasında örgütlü sayısı epey fazla ama bu bizim demografiyi yaymak için büyük çaba harcayacak kapasitemiz olmamasından kaynaklanıyor olabilir. Daha az sayıda kadına ulaşabildik, kitaba koymak için seçtiğimiz tanıklıklarla bu durumu dengelemeye çalıştık.

İM: Örgütlülük konusundaki dengesizliğin bir sebebi de bir örgütle belli bir yakınlıkta olan herhangi bir kimseye ulaşmanın her zaman daha kolay olması. Diğer türlüsünde insanların kendi alanlarına geri çekilme olasılıkları zamanla artıyor. Söyleşilere başlamadan önce biraz zaman vermemize rağmen örgütlerin iletişimi çok kuvvetliydi. Özellikle pratiğimizi yoğurduğumuz İstanbul’dan çıktığımız andan itibaren dımdızlak ortadaydık, o noktada örgütlerin bağlantıları çok yardımcı oldu. Bizi kendi sempatizanlarına da mahkûm etmediler hiçbir zaman, herkesin kendi olduğu yere dair resme hâkimiyeti de çok ilginçti.

Örgütlülük demişken konuştuklarınız Gezi öncesinde ne tip mücadelelerde bulunmuşlardı? Gezi sonrasında örgütlü olmaya karar verenler var mıydı?
GK: Ağırlıklı olarak sol örgütler diyebiliriz. Kürt hareketinden çok fazla insanla konuşmadık. TGB’li/ulusalcı kanattan kimseyle ya da taraftarlarla da konuşmadık. Ulaşamadığımızdan mı bilmiyorum, belki de çok zorlamadık, o bizim sorumluluğumuzdur. Kürt hareketiyle başlayıp sonra sol örgütlerle bir şekilde hemhâl olan ve sol cenahta devam eden insanlara da yer verdik. Şu anda aklıma gelmese de Gezi sonrasında örgütlü olanlar mutlaka vardır ama birkaç kişi örgütlü olduğu hâlde yaşadığı travmadan dolayı benim konuştuğum dönemde kendini hazır hissetmediği ya da yalnız hissettiği için, “Şu an hiçbir şey yapmak istemiyorum, sokağa çıkmaya gücüm yok” diyordu.

İM: Tabii yalnız kalmışken bir şekilde hareketin içindeki bir örgütün desteğini gördükten sonra örgüte yaslanmış ve onlarla mücadeleye devam eden insanlar da var. Mesela Alevi, sosyalist mücadele içerisinde bulunan ama HES’ler konusunda da büyük çabaları olan ya da şimdi kendi mahallesinde neredeyse gerillaya yakın bir savunma içerisinde bulunan bir profil de var.

Acaba söyleşiler esnasında bu insanlarla yakınlaşmanız sebebiyle Gezi’de yaşanan şiddetin boyutu sizde bir farklılaşma gösterdi mi?
İM: Kitabı baştan sona okumak gerçekten zor. Biz bu işi belli aralıklarla yaptık, birbirimizi teskin etmeye çalıştık ve travma eğitimi benzeri bir şey de aldık. İçine gireceğimiz durumun ciddiyetinin farkındaydık ve ekip olmanın avantajı sayesinde bu konuda büyük yaralar aldığımızı düşünmüyorum. Karşıdaki kişi ne kadar feci yaralanmış olursa olsun, onun hikâyesi sana geçtiği andan itibaren sen onu teslim almış durumdasın ve o noktada artık önemli olan şey sonrasına kalacak olan bir içerik. Dolayısıyla yarayı atlatmak bu sorumluluk duygusuyla daha kolay. Sonuçta savaş ya da alan muhabiri gibi bir görev yapmadık. Ne zaman insanlara ulaşsak o insanların misafirperverliğiyle karşılaştık. Bu ortaya çıkacak şeyin kıymetine dayalıydı. Görüşmelerin hepsi çok duygusaldı, belki de en ağırı oydu, o insanların hâlâ çok iyi olmayı becerebilmeleri ve dünyaya iyi bakabilmeleri. Şiddetin daha kötüleri de yaşandı, bu kitap da şiddet tablosuna bir tablo daha ekliyor.

GK: Aslında daha yakın olma meselesini çok gerçekçi bulmuyorum. Evet, o insanlarla yüz yüze konuşan biziz ama yakınlığımız bir adım olsa da onların yaşadığını hiç kimse anlayamaz. Sonuçta bir saat konuşuyoruz, bizim aktarma sorumluluğumuzu bildikleri için bize açılıyorlar, aramızda iyi bir ilişki kuruluyor ama sonra bitiyor bu ilişki. Biz sadece deşifre ettik, düzenledik ve insanlara sunduk. İlksen’e katılacağım, yaşadıkları şiddeti az çok biliyoruz ama sonrasıyla ilgili pek bir fikrimiz yok. Benim onu öğrenmem çok eğitici oldu. İçlerinden biri gözünü kaybetmiş, aradan iki ay geçmiş, hastane masrafları var ödenmesi gereken, psikolojik sorunlar yaşıyor ve psikoloğa gidemiyor. Bu insanların bir kısmının maruz kaldığı yalnızlık ve çaresizlik durumu ve hayatlarını öyle geçirme zorunluluğu çoğumuzun göz ardı ettiği bir şey.

Polis şiddetinin münferit eylemlerden ibaret olmadığını, kurumsallaşmış ve küresel bir olgu olduğunu biliyoruz. Bu kurumsallaşmanın arkasında nelerin olduğundan, polisin Tanıl Bora’nın kitaptaki yazısında bahsettiği paramiliter kimliğe nasıl kavuştuğundan bahsedebilir misiniz?
İM: Tanıl Bora’nın yazısını işaret etmek önemli. Bir insanın doğuştan öyle bir nefret hâliyle yaşaması mümkün değil, polislerin zorla pompalanmış olduğunu düşündüğüm bir kin ve hınçla yaklaştıkları kesin. Mesela bir vakada polisler 15 Haziran’da oturma eylemi sırasında üzerinde yağmurluk ve suratında maske bulunan bir kişiyi yakalıyor. Maskeyi çıkarıp yağmurluğu parçalayarak o kişiyi gazın arasına atıyorlar. Ya da en bilineni Gökhan Biçici vakası olmak üzere gazetecilerin doğrudan ölümle tehdit edilmesi var. Bazıları polisin sokakta Counter Strike oynadığını söylüyor, tanıkların birçoğu o sırada insanî iletişimde olmadıkları bir kolluk birimiyle karşı karşıya ve yaralanmaya açık olduklarını hissetmiş. O dönemde polis Türkiye genelinde mobilize oluyor. Hatay’dan bir örnek var, “Gezi öncesi kahvede beraber çay içtiğimiz polisler gitti, yerine tanımadığımız siviller geldi” deniyor. Bu siviller doğrudan yok etmek üzerine oraya konulmuş baraj noktaları. Kitap bu vakalarla dolu ve bunun hakkındaki genel sözü de Tanıl Bora kitabın sonunda ediyor.

GK: Bizim kitabımızdan birkaç ay önce önemli bir kitap çıktı, polis akademisinde eğitmen olan Erkan Koca bizim yaptığımızın biraz daha akademik bir versiyonunu polislerle yaptı. Orada da “Onlar bizden değil” söylemi ve Gezi’deki gruptan bir prototip üretip işleri güçleri olmayan ve sırf sorun çıkarmak için gelen bir güruh olarak tanımlama hâli var. Tanıkların içinde de “Polisler gözleri dönmüş karafatmalar gibi saldırıyorlardı” diyen bir grup olsa da bir grup da polisten bir şey beklenmeyeceğini uzun yıllara yayılan deneyimlerden zaten öğrendiklerini söylüyor. Kaldı ki “Bize gaz sıkan, döven, söven polis sadece o sistemin bir kulpudur” diyen insanlar da sayıca fazla. Konuştuğumuz çoğu insan polis ve sistem arasındaki bağlantıyı net bir şekilde kuruyordu.

İM: Zaten kolluk denen polis sistemi kurulu olan düzeni korumak adına varsa, şiddet de yeni ve muhalif olana karşı duyulan alerjiyle açıklanabilir. Gezi’de polisin ilk baştaki şaşkınlığı, bir saldırıp bir geri çekilerek bir dairenin içine hapsolmuş bir şekilde mantıksız davranmalarının sebebi. Kimse aslında o kitlenin o kadar direngen olduğunu anlayamamıştı. Sonrasında da direnişçilerin kalabalık olduğu ve yeni bir şeyin mevcudiyeti anlaşıldı, sistemin o şiddeti üretmiş olmasının sebebi de yeninin içerisindeki enerji ve potansiyelden korkuyor olmasıydı.

GK: Cezasızlıktan da bahsetmek gerekli. Kendi adıma polislerin gözü dönmüş caniler olduklarını düşünmüyorum. Onlara emir veriliyor ve o emrin sorumluluğunu hiçbir zaman almayacaklarının rahatlığıyla davranıyorlar. Bunu şimdi de cinayet davalarının büyük kısmının sonuçlanmamasından anlıyoruz. Sorumluluk almamak Nazi mahkemelerinden beri zaten gördüğümüz bir şey. Polis günü kurtarmak derdinde, yaptığının iyi ya da kötü olduğunu düşünmüyor.

İM: Ankara’daki tanıklıklardan bir tanesi “Biz o insanları nasıl geri kazanacağız?” diye sormuştu. “İnsanlığından belli motivasyonlarla çıkmış öyle bir kişiyle yan yana nasıl duracağım?” Bence bu çok can alıcı bir soru ve temel ayrışmamıza denk geliyor.

Hukukî sürecin sonuçsuzluğu ya da başbakanın çıkıp “Emri ben verdim” demesi de şiddet üretiyor. Somut hak arama pratiklerini de kapsayacak şekilde cezasızlık mevhumuna değinebilir misiniz?
GK: Konuştuğumuz insanların büyük kısmı dava sürecini başlatmış durumda. Dava açmak bile başlı başına bir sorun ve İHD ile TİHV gibi kurumların o dönem yaptıklarının bu insanların o dava sürecine ulaşmasında büyük katkısı var. Tanıkların bir kısmı ise çekindiğinden ya da sağlık sorunlarından dolayı zaman bulamadığı için dava açmamış durumda. Somut olarak Ankara’da görüştüğümüz ve şiddet mağdurlarının dava açmak amacıyla kurduğu Gezi Parkı Protestolarında Şiddet Görenler Platformu geliyor aklıma. Dava sürecindeki en büyük sorun şiddet gördüğünü kanıtlama zorunluluğu. Savcıya gidiliyor ve ortaya bir takım kayıtlar ve MOBESE görüntüleri çıkıyor. Savcı genelde bu kayıtların çok uzun saatlere yayıldığını ve toparlanmalarının vakit alacağını söylüyor, süreç en başından görüntülerde tıkanıyor. Platform ise “Biz mağdurlar olarak bir araya gelelim, kayıtları izleyelim ve savcının işini biz yapalım” demiş. Bu platform bünyesinde mücadelesini sürdüren belediyede temizlik işçisi Muharrem Dalsüren’in vakasında ise saçma bir şey oldu. Muharrem ağbi, gaz fişeği gözüne geldiğinde eldivenlerle görevini yapıyor. İçişleri Bakanlığı’na dava açtı ve bakanlık “Olaylar esnasında gerekli tedbiri almamıştır” diye cevap verdi. “Oradaysan bile kendini korusaydın” demeye getiriyorlar. Bir yandan da devletin şiddet görenlere açtığı davalar devam ediyor. Örneğin Alican Sünnetçioğlu bir süre tutuklanıp Metris Cezaevi’nde kaldı. Rumeli Han’dan dövülerek ve linç koridorundan geçirilerek alınıyorlar, baretlerine el konuluyor ve daha sonra davada delil olarak kullanılıyor.

İM: Hukukî yolun çok uzun olduğunu bilen ama bunun da bir politik mücadele olduğunu düşündüğü için cezasızlığa rağmen mücadeleyi yürütenler de var. Hiçbir sonuç çıkmayacağını birçok insan biliyor ama inat edip dirayet gösterenler mevcut. Bununla beraber bu sürece hiç bulaşmamış çok insan da var. Güvensizlikten kaynaklı olarak rapor almayı bile düşünmeyenlerin sayısı ciddi bir oranda. Kaldı ki rapor için başvurup o raporu hiç alamayanlar var, raporu alıp hukukî sürece gittikten sonra raporları hukukun başka kanallarında kaybolanlar var. Açıkçası platformlar kuruldu, direniş yöntemleri bulundu ama genel olarak ne olduysa oldu hâli de var.

Kadınların kadın olmalarından kaynaklanan şiddet vakaları var mı?
İM: Bu, Gezi esnasında sıkça tekrar eden bir olgu. Doğrudan sözlü taciz ve yargılanma hâli sürekli mevcut. “Bir de kadın olacaksın” lafı çok fazla duyuluyor, bolca küfür ve hakaret var. Özellikle kadınları psikolojik şiddet aracı olarak görüyorlar. Gözaltı otobüsüne alınmış ya da gözaltı koridorundan geçmiş herkes kadınlık üzerinden hakareti andı.

GK: Sözlü taciz çok yaygın. Kendi konuştuğum iki kadını hatırlıyorum, ikisi de yaşadıklarını anlatırken somuta dönmüş ya da dönmemiş olmasından bağımsız olarak taciz korkusunu çok dillendirdi. Mesela “Bir apartmana girdik, birkaç kişiydik, tek kadın bendim ve polisler geldiği zaman benim orada bir kadın olarak neler yaşayabileceğimden çok korktum” diye anlatıyorlar.

Image

Polis şiddetinin söyleşi yaptığınız kişiler üzerinde ne tip psikolojik etkilerini gözlemlediniz? Kayıplarıyla ya da yaşadıklarıyla nasıl baş etmeye çalışıyorlar bu süreçte?
İM: Bölünmüş bir ekibiz, ikimizin görüştüğü şiddet mağdurları arasında yakınını kaybeden sadece Mustafa Sarısülük vardı. O çok metanetli bir duruş sergiliyordu, yakınını kaybetmiş olsa da içinde bulundukları sürecin başka bir manası vardı, bunun toplum için başka bir anlam ifade edeceğini düşünüyordu. Muharrem Dalsüren de gayet kararlıydı devam etme konusunda, yaptığı şeyin bilincindeydi ama çoğunlukla olana hâlâ inanamama durumunu tespit edebiliriz. “Nasıl bize böyle davranabilirler” sorusunun ve insana karşı duyulan güven kaybının sıkça ifade bulduğunu söyleyebiliriz. Bunun dışında artık sokağa çıkamayan, kâbuslar görüp kapıyı pencereyi kapatanları da hatırlıyorum.

GK: Söyleşilerden bağımsız olarak biraz kişisel bir cevap vereceğim. Kitapta şiddeti sınıflandırmama konusunda bir uzlaşmaya vardık. Bunların hepsi bir şiddet türü, neticeleri ve bedelleri herkeste farklı ve aralarında bir hiyerarşi yok. Ama kendi adıma uzuvlarını kaybetmiş insanların ödediği bedelin çok ağır olduğunu düşünüyorum, hiç geri gelemeyecek bir şey kaybetti onlar. Gözaltına alınmak ve taciz görmek bunları yaşayan insanların hayat boyu taşıyacakları travmalar ancak uzuv kaybetmek çok farklı. Gazi Mahallesi’nden bir işçiyle konuştuk, eli parçalandı ve elini kullanmak zorunda, sağ eli, “Benim işçi elimdi o” diyor. Sonrasında gidip eylemlere devam etmiş, o ayrı mesele ama yaşayacağı bir hayat var önünde ve eli hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak, o boşluk hiçbir zaman dolmayacak. Bu bana çok ağır geliyor.

“Biz bu polislerle nasıl aynı toplumda bir araya geleceğiz” sorusunu tersten de sorabiliriz. Travmaya maruz kalmış bu kişiler toplumla nasıl sağlıklı bir iletişim kurabilecek?
GK: Sorumlular hesap vermeden mümkün olan bir şey değil bu. Gezi ilk değil diyoruz ya, 90’lardaki faili meçhulleri düşünelim. Sorumluların hangisi hesap verdi de o insanlar toplumla barışabildi? Barışma, affetme ve birlikte yaşama sonraki aşama. Öncelikle bunu yapan insanların hesap verebilmesi gerekli. Özür dileme ve uzlaşma gibi kavramlar bana çok yalan geliyor.

İM: Bir de sol muhalefette bir şahadet mertebesi var. Gezi’de ölenlerin davalarına katılım oluyor, sol örgütler hakikaten peşini bırakmıyorlar ama yaralananların çoğu yaralarıyla baş başa kalıyor. Onun için de bir itiraf ve yüzleşme süreci gerekiyor. O yüzleşmeyi yaşaması gereken o sırada emir verenler ya da emir verme yetkisinde olanlar ve bu durumun değişmesi yakın vadede imkânsız gözüküyor. Bunun için dayanışma hareketi gerekiyor, yıldönümleri anılıyor ama Muharrem ağbi bile arada insanların ilgisini kaybettiğini ve yalnızlaştığını söylüyor. İnsanlar kendi başlarına kalmış vaziyetteler, zaman zaman birileri onları bulsa bile çok tâli şeyler bunlar.

GK: Buradan kitabın ismine bağlamak istiyorum. İsimden rahatsız olanlar da var, polisin ismini niye koyduğumuzu sorguluyorlar. Bizim yüzleşmemiz önemli değil, esas önemli olan kolluk görevlilerinin yüzleşmesi. Kitabın ismi de “Polis Destan Yazdı”; bu kitabı hakikaten polis yazdı, o açıdan emri verenin sözünü kullanmak esprili geliyor, komik olarak değil de işin ruhu olarak. Polisin yazdığı bir destan var, o destanın bir kısmı da bu kitapta.

İlker Küçükparlak kitaptaki makalesinde Gezi’yi bireysel olarak örseleyici olsa da toplumsal olarak onarıcı diye tanımlıyor. Gezi’nin getirdiği dönüşümden ve umuttan bahsetmek mümkün mü?
GK: Bu baskın bir motif. “Sokağa çıkamayacak durumdayım” ya da “Bu niye benim başıma geldi” diyen var ama “O sokağa niye çıktım” sorusunu soran yok. Kimse pişman değil, herkes yine olsa yine çıkacağını söylüyor, kitabın içinde o kadar şiddete rağmen büyük bir umut da var.

İM: O umut hissediliyor, bugün hâlâ hissediliyor, beklenmedik yerlerde açığa çıkıyor. Ben bu kadar kalabalık gülümseyen grupları eskiden görmezdim. Artık bir hafıza var çünkü. Teninde, kalbinde, gözlerinde hissettiğin bir şey ve onun emareleri görüldüğü anda hafıza onu tetikliyor. Az evvel yaralananlardan bahsettik, insanlar hayatlarında günbegün çok ağır şeyler yaşıyor olsa da geriye çağrılabilecek bir deneyim var. Sıkıştırılmış bir tarih dönemi aslında Gezi. İlker bey de onu nesil sıçraması olarak kavramlaştırdı, ileriye atılmış bir çapa gibi. Herkes bir şeyin geldiğini hissediyor, o eski devrim tanımları bir kenara bırakıldıysa devrim de böyle bir şey. Her an burada ve her an ortaya çıkabilecek bir şey. Ve tüm depresyona rağmen hâlâ etrafta.

Sanırız kitaptaki tanıklıklar bir sitede de yer bulacak.
GK: Toplam 108 kişiyle konuştuk ama sayfa sınırlamaları sebebiyle sadece 56 tanesine yer verebildik. Hepsine yer versek okuması da zor bir kitap olacaktı. Onu yapmaktansa tanıklıkların herkese açık olmasını istedik. Bu kitaptakilerin farklı versiyonları da dahil olmak üzere 108 adet tanıklık birkaç ay içerisinde siddettanikliklari.net adresinde olacak.

İM: Bu noktada İletişim Yayınları’nı da anmak isteriz. Onların logosuyla çıkmış bir kitabın muhteviyatının bir sitede olmasına gayet olumlu baktılar, zira bu kitabın mesajının yayılmasının önemine onlar da kaniler. 

  1. Toplumun eşiğinden: Masaru Tatsuki

    “Ben sanırım hep ‘toplum’ ile ilgili şüpheleri olan bir çocuk oldum.”

  2. Uzak diyarlar, başka yaşamlar, unutulan zamanlar: The Lost Tribes of Tierra del Fuego

    Bu fotoğraflanmış tanıklığı bu kadar özel yapan asıl şey, bu insanlar hakkında hiçbir şey bilmiyor oluşumuz.

  3. “Bu kitabı hakikaten polis yazdı”: Geleceğe kalacak bir Gezi direnişi hafızası

    Röp: 13melek, Neyir Özdemir - İllüstrasyon: Vardal Caniş Su

  4. Yeni bir kuir görsel kültüre doğru: Kara Pembe Karşı Sanat Kolektifi

    “90’lı yıllarda huzur dolu oturma odalarında, bozulmakta olan ahlakın habercisi televizyonlara dönük koltuklar gösteriyordu ki buralar sistemin evlerdeki sınıfları, ‘haberler’ ise sistemin en disiplinli pasif eğitim programları... ‘Peki 20 yıldır ne değişti?’ diye de soruyoruz.”

  5. 35 yıllık kariyeri ve tüm ihtişamıyla: Marc Almond

    “O her zaman kalbinde hissettiği şeyi yapmaya çabaladı ve diğerleri tarafından kontrol edilmeyi reddetti.”

  6. Sızlanmak yok, umut var: José González

    “Farklı seviyelerde de olsa, iyimserlik her zaman vardı.”

  7. Pek aşina olmadığı remiks dünyasına dalmadan hemen önce: Eric Copeland

    “Paris’te ve Fas’ta evlerde ve dünyanın çeşitli yerlerinde stüdyolarda kayıtlar yaptım. Ama ben küçük odamı hepsine tercih ederim.”

  8. Tüm duygular bir arada: Membranes’den 26 yıl sonra yeni albüm

    Zülal Kalkandelen, sevgili dostumuz, müzisyen ve müzik yazarı John Robb’la 2010 yılında İstanbul’da ağırladığımız efsanevi grubu Membranes’in yeni ve muazzam albümü şerefine koyu bir muhabbete daldı.

  9. Bir elin de sesi olduğunun kanıtı: Byzantion Records & Shows

    Bağımsız müzik sahnesinin en özel oluşumlarından biri Byzantion Records & Shows’la İstanbul sahnesinden hayal ürünü festivallere, zihin açıcı muhabbet.

  10. Teftiş: Ne dinlesek?

    Yakın zamanda keşfettiğimiz, etkilendiğimiz ve paylaşmak istediğimiz isimler bu ay Tokyo’dan Nijer’e, sörften avangart elektroniklere kadar uzanıyor: Kikagaku Moyo, La Luz, Culprate, Mdou Moctar.

  11. Belirsiz ama merak uyandırıcı: Ziya Demirel’le Altın Palmiye adayı Salı üzerine

    Geçtiğimiz aylarda Cannes Film Festivali’nde en iyi kısa film ödülü için yarışan dokuz filmden biri olan Salı’nın yönetmeni Ziya Demirel’le Cannes tecrübesi, çelişkili karakterler, tiyatro ve endüstri mühendisliği üzerine akıp giden bir sohbet...

  12. Cannes Film Festivali’nin ardından: Tüm sezon konuşulacak 15 film

    Geçtiğimiz mayıs ayında tüm dünyanın gözünü çevirdiği ve en klişe tabirle sinemanın kalbinin attığı Cannes Film Festivali, her ne kadar son 20 yılın en heyecansız yarışmasına ev sahipliği yapsa da, geriye çok konuşulacak bir avuç film bıraktı.

  13. Yeni sezonda da sancılar içinde: Ergen karakterler

    Büyüme sancısı içindeki ergen yavruların kendini keşif öyküleri, karşılarına örülen engelleri aşıp geçme hikâyelerine özel bir ilgi duyanlar için yeni sinema sezonunda bolca örnek mevcut. Bu örneklerin kahramanlarını çeşitli kategoriler altında inceleyelim…

  14. Evde yedi başına: The Wolfpack

    Doğdukları günden beri Manhattan’daki apartman dairelerinden, babalarının yasağı nedeniyle yalnızca birkaç kez çıkmış olan ve hayatı izledikleri filmler kadarıyla bilen Angulo ailesinin altı erkek ve bir kız kardeşinin tüyler ürperten hikâyesine tanık olmaya hazır mısınız?

  15. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] yazı işleri müdürü Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler