Zülal Kalkandelen, sevgili dostumuz, müzisyen ve müzik yazarı John Robb’la 2010 yılında İstanbul’da ağırladığımız efsanevi grubu Membranes’in yeni ve muazzam albümü şerefine koyu bir muhabbete daldı.


Post-punk döneminin başlangıcından bu yana varlığını sürdüren Membranes, 26 yıl sonra bu ay yeni bir albümle karşımıza çıktı. Dark Matter/Dark Energy adlı albümün arkasındaki asıl ilham, vokalist/bas gitarist John Robb’un CERN’de Higgs Bozonu Projesi’nin başındaki Joe Incandela’yla buluşması sırasında evrenin doğuşu, karanlık madde ve karanlık enerji hakkında öğrendikleri. Bu bilimsel kavramlar, albümde aşk, sevgi ve ölümün metaforu olarak kullanılmış ve sonuçta evrenle hayat arasındaki paralelliklere dair, etkisi yoğun bir kayıt çıkmış ortaya. Çok geniş bir ses paletinin kullanıldığı albüm, ses açısından da gerçek bir macera!

Kuşkusuz yılın en iyi albümlerinden birisi olan Dark Matter/Dark Energy hakkında merak ettiklerimi, gruptan John Robb’a sordum. Aynı zamanda Louder Than War’un kurucusu, ödüllü bir müzik yazarı olan John Robb’u bulmuşken punk rock, müzik endüstrisi ve son aylarda üzerinde çalıştığı yeni kitabı hakkında da sorular yönelttim. Hepsini uzun uzun, içtenlikle yanıtladı. Röportajın tamamını derginin web versiyonunda okuyabilirsiniz.

26 senelik bir aradan sonra, yeni bir Membranes albümüyle geri döndün ve çok da başarılı bir geri dönüş oldu! Tekrar grupla beraber olmak nasıldı? Ferahladın mı?
Müzik yapmak ya da herhangi başka bir şey üretmek her zaman bir ferahlama. Modern dünyada, bu tür yaratıcı deliliğe ayrılmış pek alan yok ve yeni albüme verilen tepkinin bu kadar iyi oluşu bizi çok şaşırttı, etkiledi. Grubun basmakalıp, geleneksel fikirler üzerinden işlememesi fikrini seviyorum. İstersek 26 yıl ara verebiliriz ve bir anda geri dönebiliriz. Aslında, yaklaşık dört sene önce, My Bloody Valentine bizden All Tomorrows Parties festivalinde çalmamızı istemişti ve bir kerelik bir şey olacaktı ama ilk provamızı alır almaz her şey mükemmel hissettirdi. Başta eski şarkılarımızı çaldık çünkü elimizde sadece onlar vardı ama ilerlemek istedim ve hızlıca fark ettim ki Membranes’le ilgili en ilginç şey, şarkılardan öte bir fikir olarak grubun varlığıydı. Olay, istediğimiz ne olursa olsun onu yaratabilecek olmamız ve hiçbir kural ve sınırın olmayışıydı! Bunu hallettikten sonra harekete geçtik!

Image

Bunca yıldan sonra, seni ateşleyen, devam etmeni sağlayan nedir?
Fikirler! Kafam korkunç bir gürültüyle köpüren fikirlerle dolu. Dehanın gerçek tanımı özgünlük ya da yaratıcılık değildir, bir şeyler yapmanızı sağlayan sebata sahip olmaktır. Tabii ki değişiklik gösteren yaratıcılık dereceleri vardır ama bir fikri alıp işini bitirmek için hafiften deli ve sürekli aç olmalısınız. Membranes albümü için bu geçerliydi, bir senelik para biriktirme ve stüdyoda geçirilen vakit sayesinde bu işi gerçekleştirebildik. Kafamda vizyonum ve ses vardı ve grup kızışmıştı, hazırdı. Harika! Bas etrafında konuşlanan içgüdüsel doğaçlamalarla bir müzik çıkarıyorduk ortaya ve ben bunu stüdyoda işliyordum. Dark Matter/Dark Energy konseptini çıkardıktan sonra da her şey hızlıca yerine oturdu.

Membranes’in yeniden doğuşu nasıl ivme kazanmaya başladı?
My Bloody Valentine’ın çalmamız için bizi davet ettiği ATP festivalinde harika bir başlangıç yaptık. 3 bin kişilik bir salondu ve sahneye çıkmadan önce perdenin arkasından baktığımda oda boştu ve ben de, “yine de bunun tadını çıkaracağım.” dedim kendime. Sahneye çıktıktan beş dakika sonra, salon ağzına kadar dolmuştu, harika bir andı. Salonda, Avrupa’nın her yerinden gelen tüm bu insanlarda bizim için çok fazla sevgi vardı. Aynı şey, iki sene sonra Shellac bizden tekrar ATP’de çalmamızı istediğinde de oldu. Şovdan sonra tanıştığımız bir sürü İstanbullu’nun da içinde bulunduğu bir başka harika kalabalık! Gerçekten ciddileşmeye başladığı an, yeni şarkıları çalmaya başlamamızdı, Membranes yeniden doğmuştu. Bası devraldım ve grubun sedasının kalbi ve ruhu tekrar yerine oturdu. Bas gitar, post-punk türünün anahtar enstrümanıdır. Deneysel gruplardan sözde Gothic gruplara bir dönemin müziğini tanımlar. Müziği basın etrafında inşa edin!

Sizin jenerasyonunuzdan bir sürü grup nostaljiyi suiistimal ediyor gibi gözüküyor. Son 30 senedir aynı şarkıları, aynı şekilde çalıyorlar. Ama siz 30 sene önceki kadar canlı, taze geliyorsunuz kulağa. Grubun çalışma yöntemleri yıllar içerisinde değişti mi?
Grupların eski şarkılarını çalmalarıyla ilgili bir sorunum yok. Bauhaus ve Stranglers eski şarkılarını çalarken harikalar. Geçen sene son albümleri Lament için harika bir set zaten hazırlamış olan Neubauten da şu an aynı zamanda müthiş bir sözde Greatest Hits seti hazırlıyor. Bazen eski şarkılar zamanın sınavına direniyorlar ve zaman ötesi oluyorlar. Biz, eski bir şarkı çalarken dahi onu sürekli değiştiriyoruz. Bizim ilgilendiğimiz müzik türü değişime açık ve biz onu değiştirmeye devam etmekten hoşlanıyoruz. Bu albümü yapmak büyük bir riskti. Bu U2 gibi yarı ilgili hayranların bilgisayarlarını grubun güncel müziğiyle tıkamalarıyla ayakta duran garantili bir pazara hitap etmektense, vizyonu ve bir şeyler yaratma dürtüsü olan ve hayatta kalabilmek için insanların onları anlamalarını uman bir yeraltı grubunun hikâyesi. Bunun bu kadar ilerleyeceğini fark etmedik. Sedanızdaki tazeliği korumak için disiplinli olmalısınız ve rock’n’roll hayat tarzı ya da rock müziğin kendisinin banalliği gibi müzik klişelerinin sizi baştan çıkarmasına izin vermemelisiniz. Sizi nereye götürürse götürsün içgüdünüze kulak vermeli, müzik ve kültürün yoğun bir şekilde içinde olmalısınız. Ânı hissetmeli, duygularınızı dünyaya yansıtmaktan korkmamalı, şiire ve sanata âşık olmalı, tüm bu deneyimi 7/24 yaşamalısınız.

Neden yeni bir albüm çıkarmanız bu kadar uzun sürdü? Blur, 12 senelik bir aradan sonra ilk albümünü çıkardığında, Damon Albarn, The Magic Whip‘in çıkışını, orta yaşlı bir çiftin beklenmedik bir şekilde ailelerine yeni bir üye katmalarıyla karşılaştırmıştı. Dark Matter/Dark Energy‘yi yaparken nasıl hissettiniz? Başka bir çocuk yapma niyetiniz var mıydı? Yoksa mucizevi bir şekilde mi beliriverdi?
Başka bir çocuk yapmak gibi bir plan yoktu. Babasız bir hamile kalıştı! Aslında bu müziği yaparken daha yaşlı olmamız işimizi kolaylaştırdı. Bu ancak daha yaşlı insanların yapabileceği türde bir müzik, yaşlanmanın çelişkileriyle dolu. Enerjimizi ve gençlikteki yaşamımız için sahip olduğumuz hevesi korumuşken, bilgelikle, şehvet ve özlemle yanıyoruz. Hâlâ dünyayı değiştirmek istiyoruz ama gerçekte ne kadar umutsuzca berbat, boktan bir yer olduğunu da biliyoruz. Hâlâ idealizmin siperlerindeyiz ama saatin ilerlediğini duyabiliyoruz ve bitiş çizgisini görebiliyoruz. Ölümün, bir ebeveynin ölümünün, albümün ana temalarından biri olduğunu biliyoruz ama gerçekte bu bizim ölümümüzle, bizim sahip olduğumuz, bir şeyleri gerçekleştirmek için kısıtlı süremizle de ilgili olabilir. Bazı gruplar için bu, inlerine geri çekilmeleri, saklanmaları ve her şey iyiymiş, onlar sonsuz yeniyetmelermiş gibi yapmaları için bir sebep olabilir ama biz kaçınılmaz olanı kucaklamak istiyoruz. Evrenin bile yaşayıp öldüğü, her şeyin nihayetinde, evrenin vızıltısı içinde sonsuza dek sürükleneceği düşüncesi nedense her şeyi daha kolay kılıyor.

Albümün müzikal çeşitliliği gerçekten yaratıcı. Serbest caz, dub, krautrock, klasik müzik, elektronika ve psikedelik etkileşimleriyle dolu. Harika bir tınısı var. İlk duyduğumda bayağı etkilenmiştim. Albümü yapma sürecindeyken, deney yapmanın tüm sanatsal özgürlüğünü hissettiniz mi?
Kesin ve eksiksiz bir sanatsal özgürlüktü. Bu kez bizi durduracak kimse yoktu! Seksenli yıllarda, sıklıkla grubun sedasının gürültülü özelliğinden nefret eden stüdyolarca istediğimiz şeyi yapmamız engellenmişti ve bu daima istediğiniz o patlayıcı karışıma ulaşmanıza mâni olurdu. Birkaç defa istediğimiz güzel gürültüyü elde ettik ama çoğunlukla kusurlu oluyordu. Bu kez yapımcı bendim ve her şeyin nefes almasına izin verdim. Tabii ki bu albümün kötü bir zırıltı olduğu anlamına gelmiyor, evrenin güzelliğini ve tehlikesini yansıtıyor. Aslında şarkıların bazıları gürültünün arasında daha fazla boşluk varken kulağa çok daha iyi geliyordu ve garip bir şekilde, geleneksel olarak bestelenenlerden çok daha kolay dinlenebiliyorlar. Eleştiriler övgülerinde hemfikirler, insanlar buna yılın albümü diyorlar ve böyle bir şeyle karşılaşacağımıza dair hiçbir fikrimiz yoktu. Albüm, psikeledik’ten dark dub’a, neo klasik müzikten, post-punk’a ve hattâ punk rock’ın kendisine kadar sevdiğimiz müziği özümsedi, hem de hiçbir şeyi taklit etmeden. Tüm bu müzik türleri bize olasılıklar sundu ve biz de hepsini değerlendirdik. Hiçbir şey tertiplenmiş değildi, müzik sanki taştı, bazı bölümleri stüdyoda doğaçlama gelişti ve o kadar harikaydı ki o versiyonlarını kullandık.

Yeni albüme verilen tepki harika. Şüphesiz ki, kendinize meydan okuyarak taze kalmayı becerdiniz. Ne tür şeyler hedeflemiştiniz ve bu albümle yapmak istediğiniz her şeyi başarmış gibi hissediyor musunuz?
Asıl zemindeki fikir, hem evren hem de hayatlarımız dahilindeki gizem, melankoli, kara madde ve kara enerji düşüncesiydi. Kelimeler üstünde öyle ilginç bir oyundu ki neyle yol almamız gerektiğini özetler gibiydi. CERN projesinin başı, Joe Incandela’yla yapılan, evrenin gizemini açıkladığı konuşma o kadar heyecan vericiydi ki beni gerçekten ateşledi ve evreni hayat, ölüm, seks, sevgi ve insanın varlığı için bir metafor olarak kullanma fikrine bayıldım. Dediğim gibi, albüme verilen tepkinin bu kadar olumlu olacağına dair herhangi bir fikrimiz yoktu. Kayıtları küçük bir Yorkshire kasabasında ve Manchester’ın şehir merkezinde saklı tavanarası stüdyolarında, tecrit altında yaptık. Gizli bir operasyondu! Çoğu kez sadece ben ve bir şeyleri miksleyen, oraya buraya klavyeler ekleyen, vokaller ve miksleri nasıl değiştireceğini düşünen ses mühendisi olurdu. Kayıtların canlı olmasını istedim, bas gitar ve davulların çoğu öyle. Geri dönüp bası ya da gitarı tekrar kaydetmekten nefret ediyorum. Canlı olması gerekiyordu ve biz bunu yürütebilecek kadar sıkı, içgüdüsel ve sezgiliydik. Senkronu hatırlatan parçalar kullanmadık, onlardan nefret ediyorum. Müziğin akışı ve sesle ilgili gelgitleri beni rahatsız etmiyor. Bir şeyler hızlandığında rahatsız olmuyorum. Güzel bir düşünceye sahip olduğunuzda, güzel bir kız gördüğünüzde insan kalbi de hızlanır. Bu doğadır ve müzik de doğa gibi, gelgitleri yansıtan evren gibi olmalı. Müzik kozmik kalçalarını evrenin mırıltısıyla sallamalı.

Ayrıca albümün bir şekilde, çok âşık olduğum tüm bu müziği kopyalamadan içermesini istedim. Kesinlikle başka insanların işlerinin taklitleri ve hatalı kopyalarıyla ilgilenmiyorduk ama bu seslerin aramızda açtığı kapılara biz de açıktık. Punk, post-punk, progresif, gotik müzik, serbest caz, Afrika çöl müziği, klasik müzik, black metal, dron ve elektronik müzik de dinliyoruz. Türler sonrası olarak tanımlayabileceğimiz bir dönemdeyiz. Şimdi herkes her şeyi dinliyor. Hiçbir sınırlama yok ki, bu benim zamanında punk’tan anladığımla eşdeğer. 1977’de punk’a ilk bulaştığımda, hakkındaki en harika şey bir seda değil, bir fikir olmasıydı. Daha sonraları bir sedaya dönüştü, güzel de bir sedaya, ama hapsolmak isteyeceğim bir sedaya değil.

Bu konu hakkında ciddi olmakla çok ilgilendiğimizden değil ama müzik heyecan verici olmalı. Çaldığınızda insanları hareket ve dans ettirmesi, canlı hissettirmesi önemli. Karanlık düşüncelerin ve melankolinin hâkim olduğu müzik bile dans edilebilir olmalı. Joy Division’ın söylediği “Dance, dance, dance to the radio” (Radyoda çalanla dans, dans, dans et) buna mükemmel bir örnek. Joy Division’ı canlı çalarken gördüm ve izlemesi çok heyecanlı, keyifli bir gruptu. Müzikleri aynı anda hem hüzünlü hem de çok coşkuluydu ve anahtar buydu. Ian Curtis’in karanlığa bir merakı olabilir ama grubunun aynı zamanda bir dans grubu da olmasını istiyordu ve bu bütün harika müziklerin kalbindeki çelişkinin güzelliğidir. Morrissey de böyledir; kahkahalar attıracak kadar komik de olabilir, aynı zamanda ciddi ve karanlık da. Bu kuzeyli şairlerin güzelliği de bu, her şey birçok düzeyde ve aynı anda işleyebiliyor.

Dark Matter/Dark Energy’nin şarkı sözleri şiirsel ve metaforik, albümün teması da aşk, kayıp ve ölüm etrafında dönüyor gibi. Karanlık madde/karanlık enerjiyi hayatın anlamı için bir metafor olarak kullanmanız çok zekice bence. Çünkü pek çok insan hayatını aşkı arayarak geçiriyor. Çoğu insan için hayat asla bulamayabileceğiniz bir şeyi aramak demek. Tıpkı karanlık maddeyi aramak gibi. İnsan hayatı ve evrenin tarihi arasındaki bu paralellik albümün çıkış noktası mıydı?
Kesinlikle; senin de bunu fark etmen zekice. Bir açıdan insanların herhangi bir albümün ne hakkında olduğunu anlayıp anlamaması çok da önemli değil. Sadece bas tınısından, harika davullardan, gitarların geleneksel gitar gibi olmamasından keyif alabilir ya da nakaratlardan, hızlı şarkıların pogo havasından, karanlık dub’larda kaybolmaktan hoşlanabilirsiniz. Bunların hepsi bir albümü sevmek için geçerli sebepler. Öte yandan dinleyicilerin albümün özüne inebilmeleri de müthiş bir şey. Karanlık madde/karanlık enerji fikri Joe Incandela ve Umut Köse’yle buluştuğumuzda çıktı ortaya. Joe evrene dair ne kadar çok şey keşfedilirse o kadar az şey bildiklerini söylemişti. Bu fikre bayıldım, bu sonsuz gizem hem güzel, hem de romantikti. TEDx konuşmalarından birinde karanlık maddeden bahsediyorlardı. Evren konusu beni hep büyülediği için onlarla etraflıca konuştum. O sıralar Goldblade’le yaptıklarımdan daha derin albümler yapmayı düşünüyordum. Romantik ve melankolik yanımın daha derinlerine inmek istiyordum, kuzey insanlarının söz etmeye yanaşmadıkları, ama işin içinde müzik olunca dışarı çıkarmayı daha kolay buldukları yanından bahsediyorum. Kaçınılmaz olarak daha karanlık bir yan bu; muhtemelen kötü havanın ya da insanın anne babasının ölümünün sebep olduğu karanlık ve üzüntülü duyguların iniş çıkışları gibi. Özlem, boşluk, arayış, bunların hepsi evrende, evrenin sonsuz güzelliği ve eksiklerinde öyle mükemmel bir şekilde yansıyor ki. Evren pek çok şey için metafor olabilir, ama albümde temel olan şey evrenin yaşamı ve ölümü. Bu ilk başta benim hayatımdaki yansımasıydı, sonra babam öldüğünde onun yaşamı ve ölümüne yöneldi, ölümün nasıl yaşamın bir parçası olmanın ötesinde bir şey, hattâ yaşamın ta kendisi olduğu, evrenin sonsuz boşlukta bir virgül olduğu fikrine dönüştü. Bu fikre bayıldım gerçekten.

Evrenin şiirselliğini, uzakta bir yerde süzülen bir şey değil, etrafımızdaki her şey olduğu fikrini sevdim. Albümün bir kısmı evreni kutlarken bir kısmı da aşk, seks ve ölümle hayatı yansıtıp evreni bir metafor olarak kullanıyor. “5776” şarkısı sevdiğiniz kızla gökyüzündeki ışıklı minik noktalara hayranlıkla bakarken gördüğünüz şeyin aslında yıldızların şiddetli patlamaları olması hakkında. Artık var olmayan ama ışıkları buraya yeni ulaşan yıldızlar. Çok romantik bir şey bu. Çiftimiz bunun hakkında konuşup kendilerinden geçiyorlar, birbirilerine daha da yaklaşıyorlar, mesafenin büyüklüğü insana kendini küçük hissettiriyor. İki âşık evrenin enginliğinden ve uzun zaman önce yok olmuş yıldızlardan bahsederken aralarındaki aşkı hissedebiliyorsunuz. 5776, insan gözünün gökyüzünde görebildiği yıldız sayısı. Elbette ki yalnızca bir efsane bu; ama bir arkadaşım, İşçi Partisi’nden bir milletvekili, bu efsaneden bahsettiğinde gerçek olmasa da görebildiğimiz yıldızların bir sayısı olduğu fikri çok hoşuma gitti.

Bilinmezliğin büyüklüğü bile başlı başına çok etkileyici. Evrenin yüzde sekseni bilinmiyor! CERN’deki buluşma albümün anahtarı oldu diyebilirim. Bir buçuk sene önce punk rock ve DIY kültürü üzerinde bir TEDx konuşması yapıyordum ve diğer konuşmacılardan biri CERN projesinden Joe Incandela’ydı. Zamanında Higgs Bozonu projesini yönetmişti. Konuşmadan sonraki yemekte yan yana oturduk ve bana Chicago yakınlarındaki küçük bir kasaba büyürken Buzzcocks’u ne kadar sevdiğinden bahsetti. Ama evren hakkında bildiği onca şey ilgimi çok daha fazla çekmişti, kendimi bildim bileli bu konular büyüler beni.

Sohbet boyunca evren hakkında bilinen ve bilinmeyen şeyleri, gelecek tahminlerini anlattı. İnsanın aklını başından alabilir bunlar. Bir de televizyonda izlediğimiz şeylere bakın; o akşam öğrendiklerim sayesinde kendimi başkalarından beş yıl ileride hissediyorum. Sonsuz evrenlerden, büyük patlama teorisinden ve aslında pek çok şeyin bilinmediğinden bahsettik. “Ne kadar çok şey keşfedersek o kadar az şey biliyoruz” dediğinde iyice vuruldum. Bundan müzikal bir şey çıkarmak zorundaydık.

Önce “Universe Explained” adlı bir performans gerçekleştirdik. Bir bilim insanı benimle evren ve parçacık fiziği üzerine konuştu, sonra filmler gösterdik, deneyler yaptık ve en sonunda Membranes şarkılarını çaldı. Manchester’da yaptık bu gösteriyi, bütün biletler satıldı, inanılmaz bir akşam oldu. O akşam albüm yapmaya karar verdim. Kavramlar hâlinde önümüzde duran şeylerden müzik yapmayı, evrenin güzelliğini, şiddetini ve gizemini, dinlerken dans da edebileceğiniz bir albümde toplamayı deneyecektik. Karanlık madde ve karanlık enerji konuşmada geçen en büyük iki gizemdi. Joe, 30 sene önce CERN’e katıldığında evreni az çok kavradıklarını düşündüklerini, ama sonra karanlık maddeyle karanlık enerjinin onları püskürttüğünü söyledi. Karanlık maddeyle karanlık enerji hakkında karanlık olmaları dışında pek bir şey bilmiyorlardı, ne olduğu hakkında hiçbir fikirleri yoktu ve evrende bunlardan çok vardı!

Image

Albümdeki ilk şarkı büyük patlama, seks ve ölüm hakkında. Gerçekten patlamaya hazır bir şarkı. Bir astronom ekibinin bulduğu kanıtlarla ilk nesil yıldızların büyük patlamayla saçılan malzemelerden oluştuğu neredeyse kesinleşti. Evrenin durmadan doğum yapan dev bir kadın gibi olması büyüleyici değil mi? Öte yandan albümün son şarkısında dediğiniz gibi ölüm her yerde ve her şey ölüyor.
Antik dinlerdeki tanrının bir kadın olduğu, çünkü kadınların hayat verebildiği düşüncesi hoşuma gidiyor. Bilimin gelişmesinden önce bu iyice büyük bir güç gibi görünmüş olmalı. Erkekler avlanabiliyor, küfredebiliyor, mızrak kullanabiliyorlardı ama doğum yapmak gibi ciddi bir şey söz konusu olduğunda iş kadınlara düşüyordu. Malta gibi yerlerdeki eski kültürlerin bereket tanrıçalarından, gerçek tanrıçaların daha modern bir karışımı olan Doğa Ana fikrine kadar dinlerin odak noktası bu.

Bir noktada erkekler inanç, din ve tanrı hikâyesini baştan anlatmaya koyuldu ve Meryem Ana gibi dinin gerçek doğasını hatırlatan birkaç kişi dışında bütün önemli figürler erkek oluverdi. Evreni durmadan doğum yapan dev bir kadına benzetmeniz çok hoşuma gitti, keşke bunu daha önce duysaydım! Harika bir şarkı kurulabilirdi bunun üzerine. Bu konuyla ilgili en müthiş şey bu. Fikirlerin sonsuz bir çeşitlemesi, kıvılcımlandırdığı sonsuz şey var. Sözüm ona saygın bir toplumun seks ve ölüm karşısında bunca dehşete düşmesi de çok acayip, oysa nihayetinde her şey bunlarla ilgili. Her şeyin öldüğü düşüncesi mümkün olan en heyecan verici fikir. Her şeyi bir bağlama oturtuyor ve bunu iyi bir şekilde yapıyor. Hayatın bir sonunun olması yaptığımız şeyleri anlamsız kılmıyor. Ya da sonsuz boşluk düşüncesi, 1 milyon yıl içinde bunlardan geriye hiçbir şey kalmayacak olması yaşadıklarımızı önemsizleştirmiyor. Önemli olan içinde bulunduğumuz an ve bu anda ne hissedip ne üzerine iletişim kurduğumuz. Tabii zamanın doğrusal ilerlediğine inanmayı tercih ediyorsanız. O TEDx yemeğinde Joe Incandela’yla evren hakkında konuşurken büyük patlamanın başlangıcını nasıl ilk saniyenin trilyonda birine kadar sürdüklerini anlatmıştı. Biri bundan önce ne olduğunu sorduğunda Joe bundan önce diye bir şey olmadığını çünkü zamanın büyük patlamayla başladığını, yani bir önce de olamayacağını söylemiş. Bu fikre cidden bayıldım.

“Magic Eye” şarkısı folk esintili tınısıyla çok şaşırtıcı. Ayrıca enteresan bir noktayı, bilimle din arasındaki ilişkiyi konu alıyor. New Scientist’te okuduğum bir makaleyi hatırlattı bu bana. Makaleye göre bazı bilim insanları büyük bir heyecanla şöyle diyordu: “Bilim dünyaya dair sihirli bir his sunamaz ya da kendi etrafında inançlı bir cemaat toplayamaz.  Bu tip temel insan ihtiyaçlarını din karşılar.” Diğerleriyse tam tersine, “Çocuklarımıza evrenin hikâyesini, inanılmaz zenginlik ve güzelliklerini anlatalım” diyordu. “Bildiğimiz bütün kutsal metinlerden daha görkemli, hattâ daha rahatlatıcı bu.” Bilim dini ortadan kaldırmalı mı? Sen bu konuda ne düşünüyorsun?
Belki de bazılarının dediği gibi bilim de bir dindir! Bilim de din de kavrayabildiğimiz haliyle dünyayı açıklama çabalarımızdır. Bilim daha iyi cevaplarla geliyor gerçi. Joe, CERN’e katıldığında evrenin yüzde 80’ini anladıklarını düşünüyorlarmış. Ama şimdi daha yolun başında olduklarını anlıyorlar. Adam “ne kadar çok şey keşfedersek o kadar az şey biliyoruz,” dedi! Ne kadar heyecan verici bir şey bu!

Belki dinin rolü bütün bunların nasıl meydana geldiğinden çok, hikâyedeki mucizeviliği açıklamaktır. Belki de yıllar içinde değişmiştir rolü, belki de sebepleri açıklamaktan ziyade, sonuçlar karşısında hissettiklerimizle ilgilidir din. Belki de tanrı bütün bunların arkasındaki enerjidir, belki de yerçekimi, karanlık madde, karanlık enerji ve benzeri gizemli güçler için kullanışlı bir kelimedir sadece. Tanrı ille de bir insan ideali olmak zorunda değil, bundan çok daha ezoterik, hattâ bilimsel bir şey olabilir. Dinin toplumsallıkla da bir ilgisi var elbette. Joe, evren nihayetinde tekrar parçacıklara ayrıldığında bu parçacıkların sonsuza kadar parıldayacağını söylemişti. Bana cennet buymuş gibi gelmişti. Joe da ateist olmasına rağmen, parçaları bir araya getiren bir el varmış gibi hissediyormuş bazen. Büyük patlamanın olabilmesi için bin şeyin doğru sırayla bir arada olması gerekirmiş mesela. Bazı büyük bilim insanları dindarlar ve iki zıt açıklamayı kafalarında birleştirmeye çalışıyorlar. Yaşadıkları çelişki gerçekten büyüleyici. “Magic Eye” şarkımız dinin bilim karşısında duyduğu şüphe ve sorgulamayı elden bırakmayan insanların gördükleri zulümle ilgili. İnsanlar fikirlere işkence etmiş, ondan yüzyıl sonra da kabul etmişlerdi. Şarkının adındaki “sihirli göz” teleskopa gönderme yapıyor, insan gözünün görmek için tasarlanmadığı şeyleri görmesi ve bunun dinin açıklayamadığı yeni sorular yaratmasıyla ilgili. Süreç hâlâ böyle devam ediyor.

Dinleyicilerin bu albümden nasıl bir mesaj çıkarmasını umuyorsun? Dünyaya söylemek istediğin şey ne?
İnsanların kaybolabileceği bir dünya ya da evren yaratmak istedim, bütün farklı duygu ve açıların yer bulduğu müzikal bir macera. İnsanların melankoliyi hissetmesini istiyorum, ama coşkuyu kaçırmamalarını, albümdeki enerjiden heyecanlanmalarını ve güzellik karşısında nefessiz kalmalarını da istiyorum. Niyetim insanların ilişki kurabileceği çok kişisel bir albüm yapmaktı. Sonuçta her şey seksle ve ölümle ilgilidir, hayatı bunlar tanımlar. Bu temaları şiirsel şarkılarda işlemek ve evrenin akıl almaz tuhaflığını, bilimin etrafımızı saran engin ve acayip varlığı açıklamaya çalışırken ürettiği sonsuz fikir ve kuramları yansıtan, aynı zamanda bunları kendi kişisel evrenlerimizle ilişkilendiren bir albüm yapmak istedim.

“Money Is Dust” şarkısında insanın hırslarını evrenin arka perdesindeki toza benzetiyorsunuz…
Evrenin sonsuz büyüklüğü üzerine ne kadar düşünürsek gündelik konuşmalarımız ve arzularımız o kadar anlamsız geliyor. İnsanın bir sürü parası olması şahane bir şey tabii, hayat çok daha kolay olur öyle. Ben de aptal değilim, herkes gibi benim de paraya ihtiyacım var ama bütün hayatınızı para kazanmaya adamak dev bir evren fikrinin yanında fazla önemsiz kaçıyor. Dünyanın aslında küçük bir galaksinin unutulmuş bir köşesindeki önemsiz bir kaya topağı olduğunu düşünmek çok hoşuma gidiyor, her şeyi perspektife oturtuyor bu. Var olan her şeyin evren tozundan, yani büyük patlamadan geriye kalan parçacıklardan, uzay tozundan oluşması da öyle. Küçük parçacıklarla evrenin büyüklüğü arasındaki tezadın büyüleyiciliği bu şarkının önemli bir kısmı. Bu hırs yarışı, hırsın iyi bir şey olduğu sanrısı, son birkaç yılda iyice büyüdü. Kardashianlar gibi kimsenin neden ünlü olduğunu bilmediği ünlülere ve paraya duyulan hayranlık, hem aşırı sıkıcı, hem de sinir krizinin eşiğine gelmiş bir toplumda yaşadığımızı gösteriyor.

Ne yazık ki Membranes’i hiç canlı izleme şansım olmadı ama insanlara her performansınızda sanki elinizdekinin tamamını ortaya koyuyormuşsunuz gibi hissettirdiğinizi duyuyorum. Böyle tutkulu bir performans grubu olarak işi bu seviyede tutmayı sürdürmeyi, onu kaybetmemeyi nasıl başarıyorsunuz? Bu tutkuyu neler ateşliyor?
Yaptığım her şeyle ilgili tutkuluyum ama iş canlı performansa gelince büyük vitese geçiyorum. Canlı performans her anlamda çok ileri düzeyde bir ifade biçimi anlamına geliyor ve onun heyecanı size her daim güç veriyor. Ayrıca performans bağları koparmak ve ilkel olana, bir anlamda o vahşi hâle gitmeye çalışmakla da ilgili. Müziğin gürültüsü ve derininde yatan güç beni çok gaza getiriyor. Ben rock’n’roll tarzı hayat süren biri değilim. İçmiyorum, uyuşturucu kullanmıyorum, veganım ve fit olmaya çalışıyorum. Bunların hepsi doğru seviyede bir enerjiyle müziği çalacak ideal zihinsel, fiziksel ve ruhsal durumda olmakla ilgili.

Mart ayında Stranglers’a İngiltere turnesinde eşlik ettiniz. Nasıl geçti?
Harikaydı. Onlarla geçtiğimiz seneler içinde hem Goldblade hem de Membranes olarak beraber çalmışlığımız var ve çok iyi anlaştığımız insanlar. Stranglers büyürken çok hayranlık beslediğimiz bir grup ve yarattığı etkinin hak ettiği değeri görmemesi benim için her zaman çok rahatsız edici olmuştur. Bası ön planda tutan o seda punk ve post-punk dönemleri için her zaman belirleyici olmuştur. Stranglers çok sayıda muazzam şarkı yazmış, gerçek anlamda karanlık ve agresif olan, Black and White ile punk’tan bir çıkış yolu bularak tamamen yeni bir ses dünyasına açılmayı başararak tartışmasız ilk post-punk albümünü yayınlamış bir grup. Bugünlerde İngiltere’de grup yıllardır çaldığı en geniş kitlelere çalıyor. Bize her zaman çok iyi bakıyorlar, konserlerde sahne sesimizin iyi olup olmadığından emin oluyorlar ve gerçekten çok iyi insanlar. Onlara saygım büyük!

Bugün müzik endüstrisinin en çalışkan insanlarından birisin. Modern hayatın stresi ve kariyerinde olan bunca şeyle birlikte bu enerjini nasıl korumayı başarıyorsun? Onları yeniden merkezine alabilmek adına sorumlulukların ya da müzikten uzaklaşman gereken zamanlar oluyor mu? Oluyorsa seni neler bu ihtiyaca yönlendiriyor?
Sanırım idman benim vitesim. Koşmayı ve ağırlık çalışmayı çok seviyorum. O zamanlarda bir anlamda kendimi kapatıyor oluyorum. Bir yandan da koşarken insanın kafasının içine fikirler akıyor ve onları telefona kaydetmek gerekiyor. Bu biraz tuhaf gözüküyor olmalı. Sonrasında onları dinlediğimde de tuhaf tınlıyor oluyorlar! Turnedeyken koşmayı çok seviyorum. Hızlı bir şekilde şehri görmek için çok iyi bir yöntem. İstanbul’dayken su kenarında gidecek yol kalmayana kadar ilerlediğim harika koşulara çıkmıştım. Böyle bir müzik her yere bir anlamda yayılıyor. Bence tam anlamıyla müzik yapıyorsan her an onun içine gömülü olmalı ve gerçekliğine eşlik etmesine izin vermelisin.

Punk senin hayata olan bakış açını açıkça etkiledi. Punk bir evrim mi? Yoksa başı ve sonu olan bir şey mi? Punk’ın 70’lerin sonunda bitmiş bir şey olmadığını mı düşünüyorsun? Eğer öyleyse punk tavrı gündelik olarak kullandığın bir şey mi?
Punk birçok açıdan hep buradaydı. Ortaçağ pazarlarında da krala ya da devlete karşı şarkılar söylenirdi. 70’lerde punk çok kendine has bir andı. Gençlik akımları adına çok sıradışıydı çünkü ne bir şekli ne de kuralları vardı. Zaman içinde kodları yazıldı ama ana fikir aslında var olmamakla ilgiliydi! Bir fikir ve bir tavırdı ve bir sedası bile yoktu. Ondan çıkan insanların birçoğunu punk olarak ayırt edilebilir değil. İçinde çok sayıda güçlü fikir barındırıyordu. Bizi en çok etkileyen, kimsenin izni olmadan kendi kültürünü yaratabiliyor olmandı. DIY kültürü esastı. Kendi albümlerini çıkartıp kendi fanzinlerini yazabilecek olma fikri çok güçlüydü. Ben ve şu an yaratıcı alanlarda çalışan birçok kişi olarak biz müzik ya da yazarlık öğrenmek için hiçbir zaman okula gitmedik. Bunları sadece yaptık. Punk tavrı hâlâ gündelik olarak burada. Korkusuz olmak ve yaratmaya cüret etmekte.

Estetik anlayışın en çok hangi kültürel güçler, akım ve ideolojilerden etkileniyor? Müzik dışı esas ilham kaynakların neler?
Bunu punk olarak cevaplandırmak gerekir ama ben bununla tanımlanmak istemiyorum. Londra’daki esas punk’lar benden birkaç yaş büyüklerdi ve ben hayatımın onların tarihi ve estetikleriyle dikte edilmiş olmasını istemiyorum. İnsanlar, “Sen punk’sın ama 1976’da Johnny Rotten’la takılmadın, Clash şöyle dedi ama sen böyle yaptın” diyebilirler. Bunlar benim için önemli değil. Benim için bir enerji ve bir şeyler yapmak için bir şansımız vardı ve biz de yaptık. Ama bizim kendi tarihimiz, Blackpool’da büyüdüğümüz günlerden başlayan kendi yolculuğumuz var ve bu da 1976’da Londra’daki insanlarınki kadar önemli. Günün sonunda bizim beraber yolculuk ettiklerimiz punk’ın enerjisini alıp onu kendi yolunda götüren Birthday Party, Shellac, Einstrürzende Neubauten, Fall gibi isimler. Biz bu grupların peşindeydik, onlarla birlikteydik ama tam olarak bir sahne meydana getirmiyorduk. Sesimizi duyurmak için bir fırsatı değerlendiriyorduk. 

Geride bıraktığın 35 yıl içinde ortaya koyduğun müzikal ürünlere baktığında ortak bir ruh ya da tutku görüyor musun? Müzik yapmak için seni götüren gücü tanımlayabilir misin?
Kafada her zaman çok fazla fikir var. Bence yaratıcılık hem bir fikir sahibi olmak hem de bu fikri bitirebilmekle ilgili. Bir şeyi bitirmek imkânsız gibi gözükebilir ama onu bitirmek için yapılan yolculuk esastır. Şu anda albümdeki iki şarkıyı Estonya’dan bir koroyla birlikte kaydetme fikri var. Bunu oldurmak çok saçma bir şekilde zor olsa da bir şekilde olduracağım. Beni 35 yıldır götüren şey her zaman belli bir zaman içinde üzerinde çalıştığım şeyi bitirmek, onu yayınlatmak ve dinletmek oldu. Tercihen konvansiyonel bir müzik sirkinde takılmıyoruz. Ana akım tuhaf ve karanlık bir yer ve biz orada var olamıyoruz. Tüm bunlarda bir “dışlanmış” ruhundan bahsetmek mümkün. Öncü işler yaparak yol almak gibi, ya da en kötüsü bu bilinmeze doğru bir macera oluyor.

Image

Son zamanlarda İngiltere’den bazı müzisyenler, eskiden sanatçıların endüstriyi yürütmekteyken günümüzde grupların endüstriye girerek onlara söylenenleri uygulamak dışında bir şey yapmadığını ve işçi sınıfının artık müzikle sesini duyuramadığını söyleyerek modern müziğe eleştiri getiriyor. Onlara katılıyor musun?
Her ne kadar müziğin zenginlerin oyun alanına dönüşmekte olduğunda bir gerçeklik payı olsa da hâlâ üretilen harika müzikler var. Problemler yaratıcılıkla ilgili olmaktan ziyade kültürle ilgili. İngiltere’de yıllardır olmuş en iyi şeylerden biri müzisyen olduğunda bir yandan iş arıyormuş numarası yaparken devletten para alabiliyor olmandı. Enteresan olan, insanlar bir grupta çalmanın girip bir işte çalışmaktan kaçmak için harika bir yol olduğunu düşünüyorlardı. Sonrasındaysa müzisyen olarak yapman gereken organizasyonlarla kendini çok fazla çalışıp asla karşılığını alamadığın bir hâlde buluyordun! Bugünlerde İngiltere öyle bir dünya kalmadı ve eğer genç bir müzisyensen ailenden destek alman gerekmekte, bu da her şeyi değiştirmiş durumda. Modern müzik yine de hâlâ harika ve benim eski günlerin ne kadar harika olduğu hakkında konuşup duran insanlara ayıracak vaktim yok. Louder Than War gibi bir web sitesi yürütüyor olmanın en iyi tarafı da yeni çıkan harika müziklerden sürekli haberdar olmam. Sadece isterim ki keşke toplumun tüm kesimlerinden böyle harika müzikler çıksa.

Sana göre müzik endüstrisinin günümüzdeki en büyük sorunu ne?
Hayatımızdaki diğer her şey gibi onun da artarak kurumsallaşıyor olması. Çok fazla güç ve para çok az sayıda elde yer alıyor ve onlar bizim ne dinleyip nasıl dinleyeceğimize dair kararları alıyor. Bu tüm eğlence türlerinde böyle. Sepp Blatter döneminde futbolun kendini içinde bulduğu pisliğe baksanıza. İnsanların tutkuları metalaştırılıyor. Yemeklerimiz zehirleniyor ve şirketler delirmişçesine ülkeleri iflas ettiriyor. Tüm bunların olmasına nasıl izin verdik! Punk rock’ın bizi haklarında uyardığı robotlara dönüştürülüyoruz!

Çok sevdiğim bir müzik olan goth müzik üzerine bir kitap yazıyorsun. Sence ne zaman yayınlanacak kitap?
Büyük olasılıkla önümüzdeki senenin başlarında. Çok büyük ve heyecanlı bir konu. O tür altında çok sayıda yenilikçi müzik üretilmesine rağmen medya onu görmezden geldi. Bugüne kadar post-punk üzerine çok sayıda iyi kitap yazıldı ama goth sahnesi bir şekilde hep görmezden gelindi. Bu onu daha da heyecan verici yapıyor. Sadece Bauhaus’un “Bela Lugosi’s Dead”ini dinleyerek bu müziğin ne kadar olağanüstü olduğunu hissedebilirsiniz. Yalnızca üç hafta önce kurulmuş bir grubun kaydettiği bir dark dub efsanesi… O kadar orijinal bir müzik olmasına rağmen ne kadar az değeri biliniyor. Bu kitap da o dengeyi yeniden belirlemeye yönelik bir girişim aslında.

Çevirenler: Elif Ersavcı, Nazlı Dönmez

  1. Toplumun eşiğinden: Masaru Tatsuki

    “Ben sanırım hep ‘toplum’ ile ilgili şüpheleri olan bir çocuk oldum.”

  2. Uzak diyarlar, başka yaşamlar, unutulan zamanlar: The Lost Tribes of Tierra del Fuego

    Bu fotoğraflanmış tanıklığı bu kadar özel yapan asıl şey, bu insanlar hakkında hiçbir şey bilmiyor oluşumuz.

  3. “Bu kitabı hakikaten polis yazdı”: Geleceğe kalacak bir Gezi direnişi hafızası

    Röp: 13melek, Neyir Özdemir - İllüstrasyon: Vardal Caniş Su

  4. Yeni bir kuir görsel kültüre doğru: Kara Pembe Karşı Sanat Kolektifi

    “90’lı yıllarda huzur dolu oturma odalarında, bozulmakta olan ahlakın habercisi televizyonlara dönük koltuklar gösteriyordu ki buralar sistemin evlerdeki sınıfları, ‘haberler’ ise sistemin en disiplinli pasif eğitim programları... ‘Peki 20 yıldır ne değişti?’ diye de soruyoruz.”

  5. 35 yıllık kariyeri ve tüm ihtişamıyla: Marc Almond

    “O her zaman kalbinde hissettiği şeyi yapmaya çabaladı ve diğerleri tarafından kontrol edilmeyi reddetti.”

  6. Sızlanmak yok, umut var: José González

    “Farklı seviyelerde de olsa, iyimserlik her zaman vardı.”

  7. Pek aşina olmadığı remiks dünyasına dalmadan hemen önce: Eric Copeland

    “Paris’te ve Fas’ta evlerde ve dünyanın çeşitli yerlerinde stüdyolarda kayıtlar yaptım. Ama ben küçük odamı hepsine tercih ederim.”

  8. Tüm duygular bir arada: Membranes’den 26 yıl sonra yeni albüm

    Zülal Kalkandelen, sevgili dostumuz, müzisyen ve müzik yazarı John Robb’la 2010 yılında İstanbul’da ağırladığımız efsanevi grubu Membranes’in yeni ve muazzam albümü şerefine koyu bir muhabbete daldı.

  9. Bir elin de sesi olduğunun kanıtı: Byzantion Records & Shows

    Bağımsız müzik sahnesinin en özel oluşumlarından biri Byzantion Records & Shows’la İstanbul sahnesinden hayal ürünü festivallere, zihin açıcı muhabbet.

  10. Teftiş: Ne dinlesek?

    Yakın zamanda keşfettiğimiz, etkilendiğimiz ve paylaşmak istediğimiz isimler bu ay Tokyo’dan Nijer’e, sörften avangart elektroniklere kadar uzanıyor: Kikagaku Moyo, La Luz, Culprate, Mdou Moctar.

  11. Belirsiz ama merak uyandırıcı: Ziya Demirel’le Altın Palmiye adayı Salı üzerine

    Geçtiğimiz aylarda Cannes Film Festivali’nde en iyi kısa film ödülü için yarışan dokuz filmden biri olan Salı’nın yönetmeni Ziya Demirel’le Cannes tecrübesi, çelişkili karakterler, tiyatro ve endüstri mühendisliği üzerine akıp giden bir sohbet...

  12. Cannes Film Festivali’nin ardından: Tüm sezon konuşulacak 15 film

    Geçtiğimiz mayıs ayında tüm dünyanın gözünü çevirdiği ve en klişe tabirle sinemanın kalbinin attığı Cannes Film Festivali, her ne kadar son 20 yılın en heyecansız yarışmasına ev sahipliği yapsa da, geriye çok konuşulacak bir avuç film bıraktı.

  13. Yeni sezonda da sancılar içinde: Ergen karakterler

    Büyüme sancısı içindeki ergen yavruların kendini keşif öyküleri, karşılarına örülen engelleri aşıp geçme hikâyelerine özel bir ilgi duyanlar için yeni sinema sezonunda bolca örnek mevcut. Bu örneklerin kahramanlarını çeşitli kategoriler altında inceleyelim…

  14. Evde yedi başına: The Wolfpack

    Doğdukları günden beri Manhattan’daki apartman dairelerinden, babalarının yasağı nedeniyle yalnızca birkaç kez çıkmış olan ve hayatı izledikleri filmler kadarıyla bilen Angulo ailesinin altı erkek ve bir kız kardeşinin tüyler ürperten hikâyesine tanık olmaya hazır mısınız?

  15. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] yazı işleri müdürü Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler