Solo kariyerine Lara di Lara adı altında devam etmekte olan, sıcacık sesli Dilara Sakpınar’la, ince eleyip sık dokuyan prodüktör Ah! Kosmos’un ta kendisi Başak Günak’ı aynı masaya oturttuk ve koyu bir muhabbete soktuk.


Dilara: Seni kişi olarak hiç tanımıyorum. Seninle burada muhabbet edeceğimizi düşündüğümde aklıma ilk gelen şeylerden biri reenkarnasyon oldu. Reenkarnasyona inanır mısın?

Başak: Farklı boyutlarda farklı varoluşlarımız olduğuna inanıyorum. Hattâ karşılaştığımız olayların, insanların karşılaşmalarının çok farklı katmanları olduğunu düşünüyorum. Bu karşılaşmaların da kendi içimizde belki bilinçli olarak hissetmediğimiz şeyleri tekrardan çözmeye yardımcı olduğuna inanıyorum.

D: Ben mesela bazı yerlerdeyken, oraya çok ait olduğumu hissettiğimi biliyorum. Bu daha önce gittiğim ya da ilk kez gittiğim yerlerde olabiliyor. Bodrum benim için öyle bir yer mesela; tatil havasının dışında. Küçüklüğümden beri hep gittiğim bir yer olduğu için oradayken eski zamanları yaşıyor gibiyim. Sanki Karya topraklarının içindeyim. Buraya teknelerle geliyorlardı, o kaleyi yaptılar ve bir sürü topluluk buradan geçti… Hep o kökler aklıma geliyor. Mesela Bodrum’dayken hep bir şeyler yazarım ben. Bir şiir, notlar, sanki içimden hep bir şeyler akar. Onu eskiden yaşamış olduğum şeylere bağladığım olabiliyor. Acaba buradan mı geçtim bir vakit diyorum.

B: Eski bir ev gibi… Aslında ben de onu eskiden beri insanlarla çok hissediyorum. Aynı titreşimde olduğum ama o titreşimin şu anda yaşadıklarımdan çok daha öte bir yerde bağlantısı olduğunu hissettiğim insanlar oluyor. Söylediğin gibi evini, evlerini bulabilmek, “burası bana böyle bir his veriyor” dediğin yerleri keşfedebilmek çok güzel bir şey. Bir de bazı yerler sende farklı hisler uyandırıp uzun zamandır karşılaşmadığın bir tarafını ortaya çıkarabiliyor. İstanbul’da doğup büyümüş biri olarak başka bir yere gittiğimde kendi içimde İstanbul’un bastırdığı şeylerin neler olduğunu açığa çıkarıyorum. Bunları görmek adına da o eski evleri bulmak çok kıymetli.

D: Üretime en çok yansıyan yerler de öyle yerler olabiliyor.

B: Evet, hem üretime hem de “benim kendimden bile sakladıklarım nelermiş”i görebiliyorsun.

Image

D: İstanbul’da doğup büyüdüğünü söyledin. İstanbul’da içinde olduğun çevre seni etkiliyor mu? Ya da ne anlamda etkiliyor?

B: Kesinlikle etkiliyordur, yaşadığım yerden etkilenmemem mümkün değil. Ama buranın müziği mi etkiliyor, yoksa burada olanlar mı etkiliyor diye düşününce sanki burada olanlara daha yakın hissediyorum. Müzikten ziyade sokakta yürürken o dönemde İstanbul’da olan durumların hissi geliyor. Maalesef genellikle de can sıkıcı şeyler tabii ki…

D: Peki bu seni bir şeyler yapmaya tetikleyen bir durum mu?

B: Evet. Ya da evin içerisinde, kendime kurduğum evde, yaptığım hissi başka bir yere götürmeme sebep oluyor. Yaşadığım yerde bambaşka bir kaos var. Bu etkileşimle, bu ses biraz da böyle bir yere gitmeli diye dönüştürdüğüm parçalar oldu. Onun ağırlığını hissettiğim oluyor, o anlarda pozitif bir sesle uğraşmak istemediğimi fark ediyorum. Şarkının da tüm bu etkileşimlerle bambaşka bir duyguya gittiğini gözlemliyorum.

D: Ben de oldukça fazla etkileniyorum. Senin de yaptığın gibi kendime kurduğum bir dünya var. O halka içerisinde başka hiçbir şey düşünmeyip, salt orada olmaya konsantre olduğumda, aslında bilinçsiz bir şekilde, dışarıdan daha başka bir şey ortaya çıkıyor. Dışarıda olup bitenleri dahil ettiğim zamansa tamamen onların müziğe yansıdığını görüyorum. Genelde galiba daha hüzünlü ve daha soru bazlı, kendime ve dışarı birçok soru sorduğum, daha karanlık şeyler çıkıyor o zaman. Böyle olmasını istemediğim zamanlar da olabiliyor. Burada yaşamak beni çok ikileme sokuyor. Elbette şu an bir hayli karanlık bir dönemdeyiz ama hep var olan karanlığın dışında da bir şey olduğunu düşünüyorum. Sadece karanlığı almanın ötesinde, ne yapıyorsak yapmaya devam etmek de lâzım gibi geliyor. İnsanlar da çok etkiliyor beni elbette. Kurduğum ya da kuramadığım iletişimler. Karanlık pozitif diyebilirim aslında temel olarak.

B: Evet, karanlık pozitif güzel bir tanımlama. Bir de bir tarafta kurduğun ev, bir tarafta dışarıda maruz kaldıklarınla oluşan bu denklemden, bu karmaşık yapıdan dolayı, muhtemelen yaptığın müziğin de farklı bir yapısı oluyor. Senden öte bir yapı bu. Bilinmez bir şekilde yaptığın müzik, biraz da muhabbetin başında “eski evler” diye tanımladığımız reenkarnasyona doğru gidiyor. O eski evi bulmaya başlıyorsun. Aslında senin daha önce hiç görmediğin bir mekâna uyum sağlıyor. Mesela senin müziğini İstanbul içinden ziyade, daha kendimi duyabildiğim, bir deniz kenarında ya da daha sakin bir yerde dinlediğimde, katmanların çok daha fazla açıldığını hissediyorum. Farklı bir uyum sağladığını…

D: Demek ki bu hissedilen bir şey. Hoşuma gitti… Peki sen hiç söz yazıyor musun? Sanırım bir şarkıda sözler vardı… Senin yazdığın sözler mi onlar?

B: Evet, sözleri ben yazıyorum. Mesela bir parçada az önce dediğim gibi sırf o an olup bitenlerin bana hissettirdiklerinden dolayı, “Hayır bunu başka türlü yansıtmam lâzım” diye düşünmemle birlikte sözler devreye girmişti. Kimi zaman da sözler, böyle bir dış gözleme gerek olmadan kendiliğinden gelebiliyor.

D: Ama senin daha çok işin seslerle elbet.

B: Evet, içerideki vokallerin de genellikle çok anlaşılmayan tarafta olmasını tercih ediyorum şu aralar. Bozuk ve başka olmasını. Her kelimeyi anladığın bir açıklıkta değil de, daha ziyade bir ses katmanı olarak…

D: Neden öyle? Aslında kelimeleri deforme ediyor oluyorsun değil mi?

B: Kesinlikle. Kelimeyi deforme ediyorum. Aynı zamanda da bence insan sesinin orada olan diğer seslerin yanında daha farklı bir katmanda etkisi oluyor. İnsan sesini arada, eşikte bırakıp başka bir şekilde ele almak, insandan daha öte bir yere koymak ve ona kelimesel olarak yaklaşmamak bana iyi geliyor. Bazen çok da doğrudan bir şey söylemek istemiyor oluyorum çünkü.

D: Çok da vurgulamamak belki… Ben genelde hep sözlü şarkı yaptığım için söz benim için çok önemli oluyor. Dinlediğim müzikler için de geçerli. Söz varsa neden bahsettiğini merak ediyor oluyorum. Kendimde de onu fark ediyorum tabii ki. Çok belli şeyler söylediğim zamanlar oldu. Ama özellikle son zamanlarda daha belirsiz, daha kapalı söylediğim şeyler de ortaya çıkıyor ve hattâ daha çok sese yöneliyorum. Sadece kelime değil de insan sesine yöneliyorum.

B: Kelimeden öte bir enstrüman olarak gibi…

D: Aslında bir hayvan olarak. Bizim çıkarabildiğimiz sesler aslında inanılmaz. Ama belki toplum psikolojisi, belki sektörden dolayı, şarkı söylemenin de a’sı b’si olması şartmış gibi…

B: Piyasanın kabul ettiği belli şarkı söyleme formları var…

D: Aynen. İnsan ona bazen tutunuyor. Eminim sen de şarkı söylemekle ilgili olmasa da müzik yaparken, “Bunun bir a’sı olsun, b’si olsun” gibi şeyler düşünüyorsundur. Sonra onu bozuyorsundur hatta belki…

B: İster istemez. Aslında bize hep öğretilen ve ilk duyduğumuz şey olduğu için, orada, konfor alanında bir tarafım kalmak istiyordur eminim ki. Süreç bazen sanki oradan sürekli iple müziği çekme hali gibi zaten. “Hadi buradan çıkalım.” Ben aslında parçaların birçoğunun içine kendi sesimi koyuyorum. Parçaları yazarken hep kelime bazında olmasa da bir bağırma ya da melodiye dair içimden, göğsümden geleni söylemek ihtiyacı oluyor ve bunun etkisi elimle bastığım bir şeyden çok farklı. Farklı bir yerden geliyor. Sanki kalple olan iletişimi daha rahat kuruyor ve oradan yansıyor gibi.

Image

Aslında Başak da Dilara da şarkı yazma esnasındaki özgürleştirici unsurlardan, kendilerini özgür bırakmaktan bahsediyor. Müzik yaparken onlar için en özgürleştirici deneyimlerin, anların, tecrübelerin neler olduğunu öğrenmek istiyoruz.

B: Ben o özgürleşmeyi performanslarda çok açık bir şekilde hissediyorum. Hele ki yüklü olduğum dönemlerde bir performans varsa, o performans birçok açıdan dönüştürücü oluyor.

D: Benim için de öyle. Bir oda içinde birileriyle beraber müzik yapmak da öyle. O seslerin, sözlerin bedenlere çarpıp geri gelmesi çok özgürleştirici oluyor benim için. Ama kendi başıma evde müzik yaparken de özgürleştirici anlar söz konusu olabiliyor. Başka hiçbir şeyin öneminin kalmadığı anlar. Yıldızın üstünde yaşıyormuşum gibi hissettiğim oluyor!

B: Ben müzik yaparken bazen evde çok konuşan hayaletleri susturduğumu hissediyorum.

D: Evet, ne güzel dedin! Ruhların olduğunun sağlamasını en iyi kedimle yapıyorum. Yine reenkarnasyona bağlandık ama o ruhlar kesinlikle varlar!

B: Sen şu sıralar neler yapıyorsun?

D: Ben sadece yapıyorum aslında. Sürekli yeni parçalar yapıyorum. Nasıl toparlayacağımı düşünüyorum. Henüz solo kariyerime dair çok fazla paylaşımda bulunmadım. İlk EP’den sonra yeni bir şey yayınlamadım.

B: Var mı planlar?

D: Türkçe yaptığım şeyler var, İngilizce yazdığım şeyler var. Onları karıştırmak istemediğime karar verdim. Türkçe EP’den sonra diğer Türkçeleri de bir vakit EP olarak çıkaracağım. Bir yandan da İngilizceleri bir araya getirmekteyim.

Ben Türkçe sözler yazmaya İngilizceden sonra başladım. Çünkü bizim ailede çokça İngilizce konuşuluyor. Hep beraber olduğumuzda ortak dil İngilizce. Dolayısıyla aklıma ilk gelen İngilizceydi. İsveç’te doğdum ama okula falan burada gittim. Fakat bir şekilde onu çok da çıkartmak istemiyor muydum neydim… Bir gün Türkçe yazmaya başladığımda aslında hoşuma gittiğini fark ettim. Belki de bir aidiyet meselesidir. Ne olursa olsun yaşadığım dil Türkçe çünkü. Etkileri çok farklı ama ben ikisiyle de rahat ediyorum. Bazı şeyler İngilizce arka arkaya geliyor, benzer bir şeyi Türkçe düşündüğümde olmuyor. Başka şeyler Türkçe olarak çıkıyor. Bir de bende biraz da Türkçe sözlü müziklere dair önyargı da vardı galiba. Türkçe müzik dediğin şey genel algıda Türk pop gibi bir şeye varıyordu. Ancak öyle bir türden bakabiliyordum ve yaptığım müzik içerisinde Türkçe çok sert duyulabiliyordu. Belki de insanlar İngilizce yolu üzerinden Türkçe yazdığı için abes geliyordu. Ama sonradan öyle olmayan şeyleri dinlemeye de başlayınca Türkçenin de kendine has şekillerde çıkabildiğini fark ettim. İngilizce parçalarla ne yapacağıma dönecek olursam, açıkçası biraz dünyada neler olup bittiğini keşfetmek üzere düşünüyorum; ama çok da net bir planım yok. İsveçli olmamdan kaynaklanan bir İsveç var hayatımda. Belki oraya doğru gidebilirim… Sende nasıl durumlar?

B: Ben de yavaş yavaş tekrardan parçalara dönüyorum. Aslında albüm çıktığı zaman da yeni parçalara uğraşıyordum. Çünkü parçalarla iletişimin bir süre önceden kopmuş oluyor albüm çıktığında. Albüm çıkışından sonra birkaç ay bir ara verdim. Daha farklı alanlarda kendi üzerimde çalışmam gerekti. Şu an elimde parçalar var, yakında bir EP olarak yayınlayabilirim. Vakti tam olarak bilemiyorum çünkü şu sıralar her şey o kadar hızla değişiyor ki.. Çok öngöremiyorum, plan yapmayı tercih etmediğim bir zaman dilimindeyim.

D: Bence daha çok çalmamız lâzım. Paylaşacak çok şey var…

B: Kesinlikle. Ve sadece İstanbul’da değil. Türkiye içerisinde de.. İstanbul’a kapatılmış olmanın bir baskısı var.

Müzik yapmanın özgürleştirici yanlarını konuşmak bir yana, üzerlerinde hissedebildikleri başka ne gibi baskılar olabileceğini öğrenmek istiyoruz. Tek başına üretim yapmanın yarattığı stresler var mı mesela? Ya da sahneye çıkmanın?

D: Aslında müzik yaparken birileri benden şöyle bir şey istiyor diye çok düşünmüyorum. Ama sonrasında birileriyle paylaşmak için bir platforma çıktığında çok daralıyor alan. Orada bir baskı hissediyor olabilirim ben. Çok heyecanlanıyorum konsere çıktığımda. Her konser öncesi istinasız heyecandan uykum geliyor.

B: Çok güzelmiş uykunun gelmesi!

D: Konsere çıkmayı çok istiyorum, bir yandan da eve gidip uyusak mı moduna geçiyorum.

B: Ben performans evveli eğer mekânda teknik anlamda bir sorun çıkmamışsa heyecanlanmıyorum, heyecan performans bitince ortaya çıkıyor. Enteresan bir durum. Muhtemelen bende geç oluyor adrenalinin etki etmesi. Çalarken bayağı keyfinde ve o ânın içinde oluyorum. Hiç stres yaşamıyorum. Ama sonrasında büyük bir adrenalin patlaması ve çok büyük yorgunluk hissi geliyor.

D: Ben de öncesinde çok heyecanlanmama rağmen konserin ilk şarkısından sonra bunu unutmuş oluyorum ve sahneden inmek istemiyorum. Çoğu konser tek başıma geri çıkmışlığım vardır. Bayağı hiç bitmesin istiyorum. Eve döndüğümde uykumda bile kulağımda müzikler, insanları duyuyorum, o akşam gözümün önünden geçiyor. Tuhaf bir uyku oluyor. Ertesi gün de gerçekten bittiği için çok üzülüyorum.

Farklı alanlarda müzik üreten iki kadın olarak acaba nelerin üzerinde duruyor, neler geçiriyorlar sıklıkla kafalarından? Müzik ortamındaki erkek hegemonyasına dair sorguladıkları şeyler neler?

D: Ben bizim alanlarımız içinde konuşacak olursam, çok az kadın olduğunu düşünüyorum. Aslında olmamasına imkân yok ama belki de çıkamıyorlar. Bin bir tane sebep var. Kadın sanatçılar çıktığı zaman da hep erkek egemen bir topluluk varmış gibi olduğu için ya maço kadınlar tutuluyor ya da çok “girly” olanlar. Bu konuda hep ilkel bir yaklaşım var gibi geliyor. Zaten daima, “Kadın sen ne yapabilirsin ki” algısı var. Özellikle bir şey çalan kadınlar için. Şarkıcı olarak kabul görmek daha kolay. Ama enstrüman çaldığında, “Bunu sen yapıyor olamazsın, mutlaka birileri daha vardır” algısı yaratılıyor. Ve ben bunun erkeklerin de ilgilenmesi, mesele edinmesi gereken bir konu olduğunu düşünüyorum. Açık görüşlüymüş gibi gözüken erkeklerin bile sağladığı “erkek çocuk” havası söz konusu olabiliyor. Onların da o kafadan biraz çıkması hoş olurdu tabii.

B: Bu konunun kadınlar arasında konuşuluyor olması da bir problem. Türkiye’de ve yurtdışında yapılan röportajlarda bunu mutlaka konuşuyoruz. Ama bu soru bir erkeğe de gelmediği sürece ortada bir sorun olduğunu, kendi aramızda konuşulduğunu düşünüyorum.

D: Çok güzel söyledin. Bunun erkeklere de sorulması lâzım. Piyasa çok çirkin bir laf ama, bu ortamda olmak erkekler için nasıl bir şey? Bu onların pek düşünmediği bir şey olabilir.

B: Erkeklik de erkekler için bir baskı aslında. Belki onun da özgürleşmesi lâzım.

D: Bir de herkes için, hem kadın hem erkek için, önemli olan yapmak ve yaptığının bir sürekliliği olması.

B: Kesinlikle ben de sürekliliğin en önemli şey olduğunu düşünüyorum. Israrla yapmak gerek.

D: Müzik bir dışavurum şekli bizim için.

B: Bir alan bunun için.

D: Sürekliliği de ancak yapmaya devam ederek sağlayabiliriz. Mesela ben bir albüm yaptım, bir daha da seneye yaparım demekle olmuyor. Ayrıca süreç de çok önemli. İnsanlar genelde onu atlayabiliyorlar gibi geliyor bana. Kısa yoldan ünlenmek, para kazanmak, rock star olmak, bunlar hop diye parmağını şaklattığında olmuyor. Hiçbir yerde olmadığını düşünüyorum. Örnek aldığımız büyük isimlerin hepsi için geçerli bu. Onları incelediğin zaman bunu görebiliyorsun. Onun için dönemlerini takip ediyorsun. Sadece yapıyorlar, Yapmışlar ki o noktaya gelmişler.

B: Evet, ben de zamanı kendi içerisindeki geçmiş, gelecek hiyerarşisinden, o lineer çizgiden çıkarttığım zaman olanlarla baş edebiliyorum.

D: İşte klişelere ve istenenlere doğru hareket etmemek, gerçek sanatçılara baktığımda gözlemlediğim bir durum. Kalıplara uydurmaya çalışmadan yapmış. O sayede o kişi olmuş. “Birileri de böyle yapıyor” diye yaparak değil.

B: Hattâ daha ötesinde, işleyen bir formüle denk gelmiş ama onu bile tutmak istemiyor. Çünkü o an bambaşka hisler geliyor, başka şeyler denemek istiyor. Geçmişten gelen, bildiği, işleyen bir formülü tutturmuş olmasına rağmen. İşte orada bir karar ânı var. Bekleneni mi yapmak, yoksa o anda daha samimi olarak onda neler olduğunu mu yansıtmak… Buna karar vermek gerekiyor.

D: Aynen öyle. Özgünlük mevzuunun ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor burada. Yoksa sesi güzel, becerisi olan, tekniği çok iyi olan bir sürü insan var. Onu kendin gibi yapıyor olmak önemli olan. Yoksa, “Bir yol bulduk, haydi şimdi onu yapalım, sonuna kadar onu tüketelim” gibi olmamalı müzik yapmak. Hâlbuki aynılıklar değil, farklılıklar bir bütünü oluşturuyor. Prototipler üzerinden konuşuyor olsaydık, her şey çok sıkıcı olurdu gibime geliyor. 

Image
  1. Boysan, Zeliş ve Mert: Siz yoksanız çok eksiğiz…

    Geçtiğimiz ay aniden, apansızın gelen acı bir haberle dostumuz, hayatında dokunduğu herkese ihtiyacı ölçütünde ilham vermiş değerli Boysan Yakar’ı kaybettiğimizi

  2. Robert Garcia anlatıyor: Virgil Finlay’nin büyüyen mirası

    Virgil Finlay, 20. yüzyılın bilim kurgu, fantezi ve korku sanatının sadece büyük değil, “en büyük” sanatçısıydı ve karşımızda “bu illüstrasyon dâhisinin eserlerinin eşsiz sunumu” yer almakta...

  3. Ceyl’an Ertem’le Duyuyor Musun?: Nükhet Duru ve dev ruhu

    Ceyl’an Ertem’in bundan böyle her ay Radio Slow Time’da sürpriz müzisyenleri ağırlayacağı Duyuyor Musun? programı, Nükhet Duru’yu ağırlayan ilk bölümüyle star bir başlangıç yaptı. “Nünü”; tutkuları, yaşantısı, ilhamları ve coşkularını Ceyl’an’a anlattı.

  4. “Solist yok, lider yok, röportaj yok…”: Godspeed You! Black Emperor

    17 Kasım’da İstanbul Zorlu PSM'de Godspeed You! Black Emperor’ın coşkulu sesi ve öfkesine şahit olmaya hazırlanırken...

  5. Israrla yapmaya devam: Ah! Kosmos & Lara Di Lara

    Solo kariyerine Lara di Lara adı altında devam etmekte olan, sıcacık sesli Dilara Sakpınar’la, ince eleyip sık dokuyan prodüktör Ah! Kosmos’un ta kendisi Başak Günak’ı aynı masaya oturttuk ve koyu bir muhabbete soktuk.

  6. “Hiçbir zaman güneş ve papatyalarla alakam olmadı”: Angel Olsen

    12 Eylül günü Salon İKSV’de sahne alan Angel Olsen’la, konserin hemen öncesinde hem kendisinin hem müziğinin karakteri üzerine sohbete koyulduk.

  7. Yeni olmasa da bir araya gelişi çok taze: Health’ten “Death Magic”

    Health’in yeni albümünü ve geçmişini, gruba ortak bir sevgi besleyen üç arkadaştan dinliyoruz.

  8. Yeni bir yön, yeni bir bölüm: Son Lux

    Amerikalı müzisyen Ryan Lott'un yakın zamanda bir trio formu alan projesi Son Lux'la yeni albümü Bones'dan Türk Sanat Müziği'ne...

  9. Kırılgan mutluluklar dünyasında saflık arayışı: In Hoodies

    Müzik hayvanı etiketiyle yayınlanacak ilk In Hoodies albümünden hemen önce...

  10. Teftiş: Bu ay ne dinlesem?

    Yakın zamanda keşfettiğimiz, etkilendiğimiz ve paylaşmak istediğimiz müziklerden bir seçki.

  11. Yıl boyu konuşulacak 40 filmle: 40. Toronto Film Festivali

    Dünyanın en önemli ve endüstriyel anlamda en büyük beş festivalinden biri olan Toronto Film Festivali’nin çeşitli bölümlerinden merakla beklenen 24 filmi sizler için gördük ve pek önemli 16 başka filmi de sizler için göremesek de hakkında bilgi topladık. 24, 16 daha, 40 yapaaar! Ve Toronto Film Festivali’nin 40. yılı!

  12. Anti-kahraman kadın karakteriyle: Nefesim Kesilene Kadar

    Uluslararası İstanbul Film Festivali ve Adana Altın Koza’nın Ulusal Yarışması’na seçilen ve 30 Ekim’de Türkiye’de vizyona girecek olan Nefesim Kesilene Kadar’ın yönetmeni Emine Emel Balcı Türkiye’de film çekme motivasyonunu, filmin aldığı tepkileri ve kahramanı Serap’ı anlattı.

  13. Hayatın karşılaşmaya çekindiğimiz köşesinden: Mustang

    Geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yapan, ardından Saraybosna Film Festivali’nden en iyi film ve kadın oyuncu ödüllerini toplayan ve şimdi de Fransa’nın Oscar adayı olan Mustang’in, Yabancı Dilde En İyi Film dalında aday olan ilk Türkçe film olması epey olası.

  14. Norveçli bir ruh deşici: Joachim Trier

    İlk filmi Reprise ile İstanbul Film Festivali’nden Altın Lale kazanıp, ikinci filmi Oslo, 31th August ile de Jüri Büyük Ödülü’nün sahibi olan Joachim Trier, önce bu ayki Filmekimi’nde, ardından da vizyonda olacak son filmi Louder Than Bombs’la Türkiyeli genç ruhları delik deşik etmeye devam ediyor.

  15. 10 yıldan beş film: Kore Film Günleri 9-16 Ekim’de Pera Müzesi’nde

    Sinema ve sanatseverler için ekim ayında keyifli bir program vadeden Pera Müzesi için planlarınızı yapmaya başlayın.

  16. The Funambulist dergisiyle: “Askerîleştirilmiş kentler” üzerine

    Röp: 13melek, Neyir Özdemir - Foto: Léopold Lambert

  17. Zamanla maytap geçmek: Can Bonomo’dan “Anachronismus”

    Müzikal üretimlerine zaten yakından aşina olduğumuz, 2014 yılında Delirmek Belirmektir isimli şiir kitabıyla üreticiliğini başka bir dalda da kanıtlayan Bonomo’yla bu sefer de resim, illüstrasyon ve ilk kişisel sergisi üzerine lafladık.

  18. Nerden geldik buraya, nereye gidiyoruz buradan: Hale Tenger

    Hale Tenger’le, “Sandık Odası” ve Türkiye'nin yakın tarihinden bugününe sürekli yeniden üretilen şiddet sarmalı üzerine...

  19. İki sanatçı ve iki soruyla 14. İstanbul Bienali

    14. İstanbul Bienali'nin teması "Tuzlu Su" geçtiğimiz aylarda iyice şiddetlenen mülteci krizinin getirdiği insanlık trajedisiyle beraber toplumsal belleğimizde yeni anlamlar kazanıyor. Bienal'de en etkilendiğimiz işlerin mimarları Adrián Villar Rojas ve Andrew Yang'a kendi işlerine ve mülteci krizi bağlamında bienal konseptinin yeniden şekillenmesine dair iki soru yönelttik.

  20. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] yazı işleri müdürü Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler