Hale Tenger’le, “Sandık Odası” ve Türkiye’nin yakın tarihinden bugününe sürekli yeniden üretilen şiddet sarmalı üzerine…


Hale Tenger’in 1997’de Artpace için yarattığı “Sandık Odası”,eylül ayında SALT Galata ve Beyoğlu’nda açılan Nerden Geldik Buraya sergisi kapsamında ilk kez Türkiye’de tekrar yaratıldı. Geçtiğimiz mayıs ayında ise Tenger’in 3. İstanbul Bienali için 1994’te yarattığı , “İçeri girmedik çünkü hep içerdeydik / Dışarı çıkmadık çünkü hep dışardaydık” enstalasyonunu  New York Protocinema’da tekrar sergilenmişti. Hale Tenger’le 90’larda yarattığı ve 2015’de tekrar sergileme fırsatını bulduğu bu iki iş arasındaki diyaloglardan ve Türkiye’nin yakın tarihten bugününe sürekli yeniden üretilen şiddet sarmalına dair bir sohbet ettik.

Image

Foto: Ali Erdemci  

“Nerden Geldik Buraya” sergisi kapsamında Salt Galata’da bulunan “Sandık Odası” işiniz ilk defa 1997’de San Antonio’da Artpace için yaratılmıştı. Aslında sizin mekân odaklı enstalasyonlarınızın yeniden sergilenmesi söz konusu olduğunda sık sık karşımıza çıkıyor bu durum; bir işin başka bir zamanda baka bir mekân için tekrar kurgulanması  durumu. Gerek aradan geçen zamanın getirdiği anlam katmanları ve kaymaları, gerekse yeni mekânın fiziksel koşulları açısından düşündüğümüzde, sizin için nasıl bir sürece işaret ediyor bu uyarlama / yeniden yaratma durumu?

“Sandık Odası”nı Nerden Geldik Buraya sergisi kapsamında Salt Galata’da göstermek istediklerini ilettiklerinde çok heyecanlandım. Türkiye tarihi ve kişisel geçmişimin harmanlanmasıya oluşan bu üç odalı yerleştirme bugüne kadar sadece 1997 yılında Artpace’te sergilenmişti. O günlerin koşullarında işi saklama imkânım yoktu ama hep Türkiye’de gösterilmesini arzu etmiştim. Yeniden kurulum sürecinde ilk kurulumuna çok sadık kaldık. Ancak mekân planına göre küçük uyarlamalar yaptım. Eşyaların hepsi yeniden araştırılarak birkaç aya yayılan bir süreçte toplandı. Aradan 19 yıl geçmiş olmasına rağmen maalesef günümüz Türkiye’sinin içinde bulunduğu siyasi ve sosyal atmosfere hiç uzak düşmedi. Aksine 1980 darbe haberlerinin benzerlerini gene duymak zorunda kaldığımız bir döneme denk geldi. 

Türkiye’de yakın tarih ile günümüzün toplumsal ve siyasal “gerçekliğinin” beraber okunması, kritik-analitik düşünme açısından epey bereketli, bir o kadar da trajik bir konum sunuyor okuyucuya; özellikle günümüzde Türkiye toplumunun bir parçası olan birey için. Bugün, tam da bütün bu olan biten acı sürecin içinden geçen bizler, “Sandık Odası”na girdiğimizde, odadan odaya doğru ilerlerken bir yandan geçmişimizle günümüz arasındaki odalardan, koridorlardan da bir ileri bir geri geçip duruyoruz. Türkiye’de Türkiye’nin 80’lerine dair, 90’larda üretilmiş bir işi 2015’de deneyimlemenin yaratabileceği varoluşsal bir klostrofobi, sürekli yeniden üretilen şiddet sarmalında hapsolmuşluk hissi yaratan bir etkisi var. Serginin ismi ve bugün yaşananlarla beraber düşündüğümüzde, “Sandık Odası”yla zaman ve mekânda yarattığınız koridorun ucu toplumsal bir hapishanede bireysel bir hücreye mi çıkıyor, ne dersiniz?

“Sandık Odası”nın kurgusu bu sarmala işaret eder. İzleyici ilk girdiği yemek odasında maruz kaldığı yüksek volümlü radyo yayınını ikinci odada daha düşük volümlü olsa da duymaya devam eder. Ancak sandık odasına girdiğinde radyo yayınından ve ilk iki mekânın soğuk ve baskıcı, tekinsiz atmosferinden uzaklaşır. Üç mekân içinde en ufak alan olmasına rağmen sandık odası birdenbire izleyiciye renkli, canlı ve güvenli bir ortam sunar. Ancak izleyici, girerken izlediği yoldan geri çıkmak zorundadır, yani sizin de dediğiniz gibi “toplumsal bir hapishane” atmosferinden kaçamayacağı bir kurgu sarmalına maruz kalır.

Image
Image
Image
Image

Sandık Odası
1997
İnşa edilerek kurulmuş üç oda, mobilya, radyo, ev eşyası, lamba, kitap, giysi, diğer tekstil ürünleri gibi bulunmuş objeler ve ses, değişken ölçüler.   


4. İstanbul Bienali için 1994’de yarattığınız, “İçeri girmedik çünkü hep içerdeydik / Dışarı çıkmadık çünkü hep dışardaydık”  isimli enstalasyonunuz da geçtiğimiz mayıs ayında New York’ta Protocinema tarafından sergilendi. Aslında bu işle ilgili de ikinci soruya dönmek istiyorum, zira bu enstalasyonda da deneyimin gene o varoluşsal klostrofobiye (bekçi  kulübesine sığdırılmış ve tellerle çevrilmiş bir dünyaya) odaklanmasının “Sandık Odası”yla yarattığı bir bağlantı var bende.  “Sandık Odası”ndaki yolculuğumuz da en küçük odada, giyinme odasında, günlük bireysel hayatın dünyası ve kendimizle baş başa kaldığımız bir odada sonlanıyor. Bu bağlantı “Nerden Geldik Buraya?” ve “İçeri girmedik çünkü hep içerdeydik / Dışarı çıkmadık çünkü hep dışardaydık” başlıkları arasında; sizin işleriniz üzerinden, düşünmek değil de hissettiğim diyelim, bir etkileşimle de güçleniyor aslında. Siz 90’larda ürettiğiniz ve 2015’te başka şehirlerde yeniden yarattığınız bu iki iş arasında diyaloglar görüyor musunuz?

“İçeri girmedik çünkü hep içerdeydik / Dışarı çıkmadık çünkü hep dışardaydık”  benim 3. İstanbul Bienali için 1992’de ürettiğim “Böyle Tanıdıklarım Var II” adlı çalışmam yüzünden mahkemelik olmam sonucunda ürettiğim bir iş. 1992, 1994 ve 1997 tarihli bu üç iş arasında bağlantılar kurmak tabii ki mümkün. Özellikle içerinin ve dışarının iç içe geçmişliği, toplumun ve bireyin birbirinden ayrılamazlığı, baskıcı atmosferler, geçici ve dolaysıyla sahte “korunmuş alanların” varlığının altının çizilmesi açısından “İçeri girmedik çünkü hep içerdeydik / Dışarı çıkmadık çünkü hep dışardaydık”  ve “Sandık Odası” arasında çok güçlü bağlantılar var. Geçen mayıs ayında New York’ta “İçeri girmedik çünkü hep içerdeydik / Dışarı çıkmadık çünkü hep dışardaydık”  sergilendiğinde üzerinden 20 yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ günümüz Türkiye’siyle kurduğu güçlü bağlantılar karşısında insan bunun nasıl bir tuhaflık olduğuna şaşırıyor, bu coğrafyanın her zamanki hâlleriyle tekrar yüz yüze gelmek zorunda kalıyor. Maalesef sadece geçmişe bakış olarak var olamıyorlar henüz.

Image
Image

Dışarı Çıkmadık, Çünkü Hep Dışardaydık / İçeri Girmedik, Çünkü Hep İçerdeydik
1995-2015
Bekçi kulübesi, dikenli tel, cep radyosu, çay bardağı, fan vs. ve ses, 1400 x 600 x 240 cm.


Daha önce verdiğiniz bir röportajda, “Devren Satılık” (1997), “Sikimden Aşşa Kasımpaşa Ekolü” (1990) ve “Böyle Tanıdıklarım Var II” (1994) işleriniz için “tepkisel çalışmalar” diyorsunuz. Örneğin Susurluk Davası’na bir tepki olarak ortaya çıkan “Devren Satılık” işini, Susurluk Kazası’nın sizde yarattığı kusma hissinin bir projeksiyonu, sergi alanına taşıdığınız atölyenizin “galeriye kusması” olarak tanımlamışsınız. Bu röportaj Şubat 2013’ten; yani hem Gezi’nin hem de Gezi’den bu yana olan her şeyin öncesinde… Ve biz Gezi’den bu yana  günün olay ve koşullarının yarattığı tepkilerden doğan üretimlerin sesine ihtiyaç duyduğumuz bir dönem içerisindeyiz diyebiliriz. En azından bu tepkisel işlere geniş zemin oluşturan tarihsel bir süreçteyiz. Sizin için 90’larda tepki vermekle bugün tepki vermek arasında farklar var mı? Günümüzde, günümüze tepkiyle üretmek konusunda ne düşünüyorsunuz?

2013 yılında Arter’deki Haset, Husumet, Rezalet adlı sergiye “Böyle Tanıdıklarım Var III” adlı bir yerleştirmeyle katıldım. Basın ve foto-muhabir arşivlerinden topladığım 3 bin 700 küsur görselin 600 kadarının röntgen filmlerine basılmasıyla oluşmuş bir labirentti. Beyoğlu’na bakan vitrinden itibaren, o dönemde, son bir iki ay içerisinde doğuda sürmekte olan ve gündelik basında yer bulamayan sokak çatışmalarından görüntülerle başlıyor ve 6-7 Eylül olaylarına kadar geri gidiyordu. İzleyicisini devlet şiddeti ve sürekli şiddet ortamı içerisinde yaşamanın yarattığı travmanın varlığıyla yüzleştiriyordu. Bu çalışma Gezi öncesi idi. Gene Gezi öncesi Galeri Nev İstanbul’da gösterilen “Yıldızlarda Dans” adlı bir video çalışması hazırlamıştım. 30 Mayıs 2013’te René Block’la Berlin’de bu çalışmayı göstermek üzere anlaştık. Ertesi gün 31 Mayıs’ta Galatasaray’da ilk biber gazımı yedim. Arkasından gelen üç hafta boyunca şunun farkındaydım: artık dans eden görme-duyma-işitme maymunları göstermem mümkün değildi. Rene’ye haziran sonunda yazabildim, o da eğer sergiye katılmayacaksam mektubumu bir manifesto olarak sergilemeyi arzu ettiğini yazdı. Devam eden dönemde dans eden maymunlar yerine gaz maskeli maymunların, Gezi’den yaptığım bir ses kaydı eşliğinde (“Sık bakalım, sık bakalım”) gaz yemeleri üzerine, adı “¿ÜMİT?” olan bir video yaptım. Berlin’de her iki video peş peşe gösterildi. Gezi’den sonra gene tepkisel olarak nitelendirilebilecek bir şekilde ortaya çıkan bir iş oldu “¿ÜMİT?”.

Image

Böyle Tanıdıklarım Var III
2012
Basın arşivlerinden fotoğraflar, röntgen filmlerine kuru lazer baskı, pleksi levhalar, LED, metal, her bir modülün yüksekliği 210 cm, modüllerin toplam uzunluğu yaklaşık 45 metre, kurulum şekli değişken. Röntgen film ölçüleri: 35 x 43 cm, 26 x 36 cm, 20 x 25 cm.
(Foto: Murat Germen)

Image

¿ÜMİT ?
2013
Sesli HD video enstalasyonu, 56 saniye, sonsuz döngü.

Image

Yıldızlarda Dans
2013
Sesli HD video enstalasyonu (‘Swinging on a Star’ eşliğinde) 2’57”.


Son olarak tekrar Nerden Geldik Buraya? sergisine dönmek istiyorum. Sizin “Sandık Odası” işinizle beraber Halil Altındere, Serdar Ateşer, Aslı Çavuşoğlu, Barış Doğrusöz, Ayşe Erkmen ve Esra Ersen, 80’lere dair işleriyle sergide yer alıyor. Ayrıca dönemin reklam filmi, dergi, fotoğraf, video gibi arşiv materyallerinden derlenmiş geniş bir seçkiyle yaratılan bu zaman koridoruna bugünden adım atarak bakmak, daha önce de belirttiğim gibi hem Türkiye toplumunu hem de toplum içindeki bireysel konumumuzu kritik bir açıdan/açılardan ele almak adına bereketli fakat acılı bir yolculuk anlamına geliyor. Varılacak noktanın ne olduğunu asla kestiremesek de, bundan bir 20-30 yıl sonra, o varılan noktadan bugünlere dair, aynı isimle kurgulanmış bir sergi hayal edebilir miyiz? Bana pekâlâ mümkünmüş gibi geliyor. Sizi bu farazi sergiye davet etsek, nasıl bir dökümanlar dokusu, nasıl bir materyal örgüsü hayal edersiniz? Sizin hayalinizde Türkiye’nin yarınından bugünü nasıl gözüküyor? 

Maalesef çok kötü gözüküyor. Ben 55 yaşıma geldim, Türkiye takılmış bir plak gibi. Demokrasi ve özgürlükler anlamında daha çok yol gidilmesi lâzım. Ben görür müyüm artık emin değilim. Bir de şu var, Türkiye’de ileriye dair projeksiyon yapmak ve dolayısıyla oralardan bugünü hayal etmek çok zor. Çok fazla günümüz ve geçmişimiz arasında sıkışıyoruz. Ümit etmek hep zor bu coğrafyada, ama başka çaremiz de yok.

  1. Boysan, Zeliş ve Mert: Siz yoksanız çok eksiğiz…

    Geçtiğimiz ay aniden, apansızın gelen acı bir haberle dostumuz, hayatında dokunduğu herkese ihtiyacı ölçütünde ilham vermiş değerli Boysan Yakar’ı kaybettiğimizi

  2. Robert Garcia anlatıyor: Virgil Finlay’nin büyüyen mirası

    Virgil Finlay, 20. yüzyılın bilim kurgu, fantezi ve korku sanatının sadece büyük değil, “en büyük” sanatçısıydı ve karşımızda “bu illüstrasyon dâhisinin eserlerinin eşsiz sunumu” yer almakta...

  3. Ceyl’an Ertem’le Duyuyor Musun?: Nükhet Duru ve dev ruhu

    Ceyl’an Ertem’in bundan böyle her ay Radio Slow Time’da sürpriz müzisyenleri ağırlayacağı Duyuyor Musun? programı, Nükhet Duru’yu ağırlayan ilk bölümüyle star bir başlangıç yaptı. “Nünü”; tutkuları, yaşantısı, ilhamları ve coşkularını Ceyl’an’a anlattı.

  4. “Solist yok, lider yok, röportaj yok…”: Godspeed You! Black Emperor

    17 Kasım’da İstanbul Zorlu PSM'de Godspeed You! Black Emperor’ın coşkulu sesi ve öfkesine şahit olmaya hazırlanırken...

  5. Israrla yapmaya devam: Ah! Kosmos & Lara Di Lara

    Solo kariyerine Lara di Lara adı altında devam etmekte olan, sıcacık sesli Dilara Sakpınar’la, ince eleyip sık dokuyan prodüktör Ah! Kosmos’un ta kendisi Başak Günak’ı aynı masaya oturttuk ve koyu bir muhabbete soktuk.

  6. “Hiçbir zaman güneş ve papatyalarla alakam olmadı”: Angel Olsen

    12 Eylül günü Salon İKSV’de sahne alan Angel Olsen’la, konserin hemen öncesinde hem kendisinin hem müziğinin karakteri üzerine sohbete koyulduk.

  7. Yeni olmasa da bir araya gelişi çok taze: Health’ten “Death Magic”

    Health’in yeni albümünü ve geçmişini, gruba ortak bir sevgi besleyen üç arkadaştan dinliyoruz.

  8. Yeni bir yön, yeni bir bölüm: Son Lux

    Amerikalı müzisyen Ryan Lott'un yakın zamanda bir trio formu alan projesi Son Lux'la yeni albümü Bones'dan Türk Sanat Müziği'ne...

  9. Kırılgan mutluluklar dünyasında saflık arayışı: In Hoodies

    Müzik hayvanı etiketiyle yayınlanacak ilk In Hoodies albümünden hemen önce...

  10. Teftiş: Bu ay ne dinlesem?

    Yakın zamanda keşfettiğimiz, etkilendiğimiz ve paylaşmak istediğimiz müziklerden bir seçki.

  11. Yıl boyu konuşulacak 40 filmle: 40. Toronto Film Festivali

    Dünyanın en önemli ve endüstriyel anlamda en büyük beş festivalinden biri olan Toronto Film Festivali’nin çeşitli bölümlerinden merakla beklenen 24 filmi sizler için gördük ve pek önemli 16 başka filmi de sizler için göremesek de hakkında bilgi topladık. 24, 16 daha, 40 yapaaar! Ve Toronto Film Festivali’nin 40. yılı!

  12. Anti-kahraman kadın karakteriyle: Nefesim Kesilene Kadar

    Uluslararası İstanbul Film Festivali ve Adana Altın Koza’nın Ulusal Yarışması’na seçilen ve 30 Ekim’de Türkiye’de vizyona girecek olan Nefesim Kesilene Kadar’ın yönetmeni Emine Emel Balcı Türkiye’de film çekme motivasyonunu, filmin aldığı tepkileri ve kahramanı Serap’ı anlattı.

  13. Hayatın karşılaşmaya çekindiğimiz köşesinden: Mustang

    Geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yapan, ardından Saraybosna Film Festivali’nden en iyi film ve kadın oyuncu ödüllerini toplayan ve şimdi de Fransa’nın Oscar adayı olan Mustang’in, Yabancı Dilde En İyi Film dalında aday olan ilk Türkçe film olması epey olası.

  14. Norveçli bir ruh deşici: Joachim Trier

    İlk filmi Reprise ile İstanbul Film Festivali’nden Altın Lale kazanıp, ikinci filmi Oslo, 31th August ile de Jüri Büyük Ödülü’nün sahibi olan Joachim Trier, önce bu ayki Filmekimi’nde, ardından da vizyonda olacak son filmi Louder Than Bombs’la Türkiyeli genç ruhları delik deşik etmeye devam ediyor.

  15. 10 yıldan beş film: Kore Film Günleri 9-16 Ekim’de Pera Müzesi’nde

    Sinema ve sanatseverler için ekim ayında keyifli bir program vadeden Pera Müzesi için planlarınızı yapmaya başlayın.

  16. The Funambulist dergisiyle: “Askerîleştirilmiş kentler” üzerine

    Röp: 13melek, Neyir Özdemir - Foto: Léopold Lambert

  17. Zamanla maytap geçmek: Can Bonomo’dan “Anachronismus”

    Müzikal üretimlerine zaten yakından aşina olduğumuz, 2014 yılında Delirmek Belirmektir isimli şiir kitabıyla üreticiliğini başka bir dalda da kanıtlayan Bonomo’yla bu sefer de resim, illüstrasyon ve ilk kişisel sergisi üzerine lafladık.

  18. Nerden geldik buraya, nereye gidiyoruz buradan: Hale Tenger

    Hale Tenger’le, “Sandık Odası” ve Türkiye'nin yakın tarihinden bugününe sürekli yeniden üretilen şiddet sarmalı üzerine...

  19. İki sanatçı ve iki soruyla 14. İstanbul Bienali

    14. İstanbul Bienali'nin teması "Tuzlu Su" geçtiğimiz aylarda iyice şiddetlenen mülteci krizinin getirdiği insanlık trajedisiyle beraber toplumsal belleğimizde yeni anlamlar kazanıyor. Bienal'de en etkilendiğimiz işlerin mimarları Adrián Villar Rojas ve Andrew Yang'a kendi işlerine ve mülteci krizi bağlamında bienal konseptinin yeniden şekillenmesine dair iki soru yönelttik.

  20. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] yazı işleri müdürü Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler