Büyük Ev Ablukada’nın çoğunluğunun azınlığı Canavar Banavar, Galvaniz ve Aslan, Ezhel’le derinlemesine lafladı. 


Geçtiğimiz mayıs ayında yayınladığı Müptezhel’le bu yaza gerçek anlamda damgasını vuran (önceleri Ais Ezhel olarak bilinen) Ankaralı Ezhel; Türkiye rap’inde estirdiği trap dolgulu devrim niteliğindeki rüzgârla bir yıldız mertebesine erişti. Üretimini 2015’te kurulmuş Kökler Filizleniyor adlı reggae grubuyla iki koldan sürdüren Ezhel, prodüksiyonu için Bugy’le çalıştığı Müptezhel’de kendi hikâyelerini anlattı ve sıra dışı yetenekleriyle hiç zorlanmadan bir damar yolu yakaladı. Bu heyecandan hareketle Türkiye müzik dünyasında benzemezliğin adresi Büyük Ev Ablukada’nın çoğunluğunun azınlığı Canavar Banavar, Galvaniz ve Aslan, bir ağustos günü Ezhel’le bir araya gelerek derinlemesine lafladı.

Ezhel: Siz beni nerden buldunuz?

Canavar: Ordan bir başlayalım. 

Galvaniz: Ben seni “Amına Koyim” şarkından buldum. Şarkı VooDoo Records’dan çıktı ve bütün yılbaşını onunla geçirdik. Şarkı da güzel şarkı. Vapurda müthiş gidiyor. 

C: Evet, yollarda söylüyordun. Ben sanırım o zaman çok sevmemiştim. 

G: Ardından üç ay evvel de “Küvet” parçası çıktı karşıma Spotify’da. 

C: Aslan’la ben stüdyoda otururken Galvaniz senin şarkını açtı. Hemen biraz geriye döneyim burada kesip; seni henüz dinlemeden önce Aslan’la beraber Kendrick Lamar’ın yaptığı kafiye numaralarına, flow’una, kelime kırmalarına kafa yoruyorduk. Sonrasında da Türk şiirinde var mı böyle şeyler diye araştıralım dedik… 

Aslan: Ben Türkçede bu işlerin tam olmadığını söylüyordum. Çünkü İngilizce’de kelimeler kendileri kafiye yaratıyor. Türkçe’de ekler sona geldiği için, hep sona eklenen hecelerde kafiye yaratmak gerekiyor. 

C: Yani cümleyi devirmezsen ya fiillere ya da zaman eklerine kafiye oluyor. Türkiye’de Rock müzik bunun çöplüğüyle dolu. Biz biraz kurulduk buna artık… Neyse kestiğim yere geri döneyim, stüdyoda rap çalışıyoruz… Ve biraz old school oldu. Canımız sıkıldı. Bir şeyleri kesip ekleyerek inner rhyme falan yapabilir miyiz diye araştırıyorduk. Galvaniz senin şarkını açtı. Dinledik. Azıcık uyuz olduk gibi de oldu. Stüdyoyu bir sessizlik sardı. Sonra göz göze geldik Aslan’la ve “İyi lan bu” dedik. 

A: “Şehrimin Tadı”nı dinlemiştik ilk.

C: Evet “Puşt çözmüş işi” dedim ben. Ne zaman uyandın son heceyi bozmaya, kafiye davasına?

E: Çocuktum herhalde. On beş on altı yaşında filandım, haydi on yedi olayım… O zamanlar da yazıyordum. Sonradan ilk yaptığım rap’leri dinleyince, o zamanlar da arada farkında olmadan yaptığımı fark ettim. Çünkü aslında Amerikan rap’i hep bunun üzerine kurulu, bizimki gibi değil. Ben o zamanlar da çok fazla İngilizce rap dinlediğim için kafam açıldı herhalde. Kulak kafiyesi diye dediğimiz şeye dönüştü. Kulak kafiyesi, yazı kafiyesiyle aynı şey. Kelimeler kafiye yapmasa da kulağa kafiyeli geliyor. Mesela, “Ben giderim adım kalır, dostlar beni hatırlasın”, Aşık Veysel de yapmış. Bu gibi şeyler kendi kendine çıkıyordu. Kulak kafiyesi kelimesini ilk duyduğum zaman her şey yerine oturdu. O zamanlar bunu yapan rapçiler de vardı Türkiye’de tek tük. Sonra tamamen buna yoğunlaştım. İngilizce bizimki gibi köşeli ve sondan ekli olmadığı için kafiye mantığı bunun üzerine kurulu. Mesela Eminem izlediğim bir röportajında dedi ki: “Derler ki ‘orange’ ile kafiye yapamazsın. Sinir oluyorum.” Türkçede de aslında her şeyle kafiye yaratacak bir şeyler bulabilirsin. Sadece kafiye yapısı bize ilkokulda öyle öğretildiğinden… 

C: Biraz bozarak yapabilirsin tabii. 

E: Evet. Sonuçta “flow” diye bir şey var. Rap de aslında enstrüman çalmak gibi; uzunluk, kısalık, esler… 

C: Biz bunu kovalarken, senin bunu çoktan çözüp üzerine küvet, seks filan yazdığını görünce gerçekten çok hoşumuza gitti. 

A: Kulak kafiyesi denmesi çok iyiymiş. O farkında olmadan durumunu biz de keşfetmiştik ama senden sonra bayağı iştahımız kabardı. Zamanında mesela herkes Illmatic’ten bahsetmiş, biliyoruz ki iyi bir albüm ve devamlı dinleyip duruyorum. Aslında farkını anlamak için çağdaşlarıyla karşılaştırılarak dinlenmesi gerek. Mesela 1994 yılında çıkan albümlerin parçalarına bakıyorum, Illmatic gerçekten çok acayip. 

E: Bunu İngilizce rap’te bulan insan da Rakim’dir. Yani kulak kafiyesi dediğimiz bu tarz, “complex ryhming” kısmını o bulmuş. Öncesinde, 1980’lerdeki disco, funk rap daha düz kafiyeler kullanılıyor. Vox diye bir kanalın kafiyeler üzerine bir videosu var, bir ara onu da izleyin. Bu cevapları anlatmışlar, müzikal açıdan, müzik terimleriyle… Çok güzeldi. Rapping, Deconstructed sanırım ismi. 

C: Rap çalışıyoruz resmen. Rap cahilleri rap öğreniyor. “Ezhel’le Rap Öğreniyorum!” Sen liseyi nerede okudun?

E: Lise 1’de bıraktım, açıktan bitirdim. 

C: Peki senin İngilizce kafası nerden geliyor? 

E: Çocukken TED’de okudum, % 75 bursum vardı. Okuma yazmayı üç yaşında söktüm. Baktılar pırıl pırıl bir çocuğum, “Tamam, burs verelim biz sana” dediler. Sonra her geçen yıl bursum biraz daha düştü ve derslerim daha da boktanlaştı. 

C: Biz çünkü senin bu kafiye mevzusuna uyanmandan İngilizceyi çözmüş olman gerektiğini düşündük. 

E: İngilizce derslerimden de son zamanlarda 1 ya da 2 alıyordum. 

C: Evet ama zehri bir şekilde aldığın belli çünkü Türkçe rapçilere baktığım zaman, “Osmanlıca sözlükleri açalım da kafiye bulalımcılık” var gibi geliyor bana. Sinir oluyorum. 

E: Sagopa Kajmer ekolü…

C: Yani kelimeler yetmiyor gibi mi geliyor acaba? Öyle olunca da biraz gerçekliğini yitiriyor durum. Aramızda “İstirham ederim” gibi konuşmuyoruz ki biz. O yüzden araya Osmanlıca girdiği zaman biraz sinir oluyorum. Sende fazla yok. Bir ara rapte ne kadar hızlı söylersen, o kadar iyisin muhabbeti vardı. 

E: O bizi yıllarca yaktı. Bitirdi bizi, düşürdü; rezil, pespaye etti. O ekol bizi yaktı! Türkçe’deki ulamaları kullanıp yapmaya çalışmalar filan… İngilizcede öyle bir şey yok, bizde var. “Anana, babana, bacına…” diye gidiyor. 

C: O da Ceza’nın sürdürdüğü bir şey oldu. 

E: Saltanat. 

C: Evet aynen, saltanat oldu. 

E: Ama hakkını veriyor. Hiçbir şey diyemem o konuda. 

G: Bu arada, benim başka bir grubum daha var. Orada Ağaçkakan’la birlikte çalışıyoruz. 

E: Ooo, adamım! Çok severim. 

C: Ağaçkakan’da mesela kelimeleri sözlükten çıkarmış değil de gerçekten bildiği için konuşuyormuş havası var. Sonradan yapılmış gibi durmuyor. Neticede, benim en çok ilgimi çeken şey de gerçekle bağ kurmak oluyor; 17 yaşındaki liseli de Ezhel’i yakalıyor, reklamcı kadın da, tezgahtar çocuk da, sokakta ruj sürüp gezen erkek de…

E: Süper bir şey bu! 

A: Ben 37 yaşında bir mimarım, ben de devamlı dinliyorum. 

C: Herkesi nereden yakaladın acaba? 

RAP CAMİASINDA BAZI İNSANLARIN ANLATMAYA ÇALIŞTIĞI PEK BİR ŞEY YOK, DERTLERİ DE YOK AMA ASLINDA VARMIŞ GİBİ YAPABİLİYORLAR. BEN OLANI YAZDIM, BAŞKA BİR ŞEYİ DEĞİL.” – Ezhel

E: Ben kendim bunu tanımlayabilir miyim bilmiyorum çünkü göremediğim, kendime dair bilmediğim çok şey var… Ama şu olabilir: Ben olan şeylerle olmak istedim, olmayan şeylerle değil. Rap camiasında bazı insanların anlatmaya çalıştığı pek bir şey yok, dertleri de yok ama aslında varmış gibi yapabiliyorlar. Ben olanı yazdım, başka bir şeyi değil. Belki ondan olabilir. Müziğin veya herhangi bir sanatın tutmasının sebebi, kişilerin bir şeyine dokunabilmesi… Kendinden bir şeyler bulmuştur insanlar, ondan sevmişlerdir.

G: Senin müziğinde birazcık da “Biz neler yaşadık, neler yaşattık be” durumu var; ağır bir yanı var. Ben seviyorum da bir kısmını, özellikle arabesklileri. Zaten sen taze bir yerden çıkıp söylüyorsun. Hepsi de hoş şeyler değil ama biraz yeni bir şekilde anlatıyorsun. Üstten bakmıyorsun. Aynı seviyedesin dinleyenle. Acıların çocuğu kafası yok. 

E: Gerek yok. 

G: Arabesk damarın var senin. 

“Albümünü 17 yaşında dinleseydim herhalde beş katı kopardım.” – Galvaniz 

E: Bir okurum şimdi, görürsünüz. Zaten dertliyim, “Çıkarın darbukaları!” 

G: Beni alan “Şehrimin Tadı”nın nakarat kısmıydı mesela. Orada her şeyi söylüyorsun. İs, pas, kir kömür, plastik, çöplük, lastik, egzoz, esrar… “Esrar” sözünü duyunca insan bir şaşırıyor, heyecanlanıyor. Albümünü 17 yaşında dinleseydim herhalde beş katı kopardım. 

E: Herkes yapıyor, ben de yapmak istedim. Amerika’da çok karşıma çıkıyor, kimse onlara bir şey demiyor. Özgür dünya anlayacağınız… Ama tabii burası Türkiye, bir yandan da korkuyorum. 

C: Bir N.W.A röportajında Ice Cube diyor ki; “İnsanların evde, salonda yaptığı bir muhabbeti sanata çevirip, hiçbir şeyden korkmayıp ‘Fuck the Police’ demeseydik, şu an South Park izleyemeyecektiniz.” 

E: Bence her şeyi özgürce söyleyebiliriz. 

A: Şarkı yazarken çekindiğin veya korktuğun, “Bunu yazmayayım” dediğin şeyler oluyor mu? Durduruyor musun kendini? 

E: Büyük ihtimalle ben böyle sözler yazmaya hep devam ederim. Kimseyi uyuşturucu kullanmaya teşvik etmiyorum. Esrarın uyuşturucu olmadığını söylemeye çalışıyorum. Bunu anlatacağım şarkılar da var, bekliyorum, bunu anlatmak zorundayım. Bunu anlamaları lazım.

G: Çok derinlere inmen lazım, petrole kadar gider… 

E: Evet, olabilir. Saçlarım tekrar uzasın, rasta yapayım, reggae bir şarkıda söylemek güzel olur. 

C: Peki, senin bu reggae muhabbeti nasıl başladı? 

E: Benim kuzenim ve eşi arkeolog. Rap’ten nefret eden, Iron Maiden’cı bir tayfa; Ankara’nın eski rockçılarındanlar. Bana bir gün, “Bu ne böyle? Bol giyiniyorsun. Ne bu hal? Madem öyle, git Bob Marley dinle” dediler. Ben de gittim, neymiş diye baktım. Bir dinledim ki kafam, her şeyim aydınlandı. Bir daha eskisi gibi olmadım. 

C: Bana da aynısı Jim Morrisson’da olmuştu.

E: Reggae’yle ilişkim böyle başladı ama sonrasında Bob Marley’den ibaret kalmadı. Müzik türleri arasında reggae’yi bir kültür sayıyorum. Reggae her şeyiyle, yaşam felsefesine dönüşmüş bir şey. Bildiğiniz gibi hip hop’un da direkt öncüsü. Rap yapmak bile “toasting” kültüründen geliyor. Jamaikalı DJ Cool Herc, dans kulüplerinde iki hece söylüyor. İki kafiye, iki bar… Sonra da adam bu kültürle beraber geliyor Amerika’ya. Daha sonra break kısmının üzerine konuştukları yerler uzamaya başlıyor. 

C: Burada rap bir kültür olabilecek mi sence? 

E: Bence asla olamayacak. Belki bir yere kadar olabilir. 

C: Sen bu müziğe bir vites atlattın mesela. Benim etrafımda rap dinlemeyen birçok insana bu geçti. 

E: Katkımız olduysa ne mutlu bana. 

G: Bence olacak gibi çünkü ülkenin hali de biraz kötü. 

E: İnsanlar artık daraldı. 

G: Senin anlattığın yerlerde yaşayan o kadar çok insan var ki… “Sosis ve salam” lafını alalım mesela. Yaşadığın şeyin bir başkasına dokunması mesele.

A: Gerçeklikle ilgili bu. 

E: Eyvallah! 

C: Turgut Uyar’ı ele alalım örneğin; sosis dediğini gördüğümde çok şaşırmıştım. Edebiyatta garip akımıyla attıkları tokat da o bence. Şeyler, şehirde gündelik yaşamdaki halleriyle şiirde karşımıza çıktı; Uçak, sosis, telefon… 

E: Günlük bir şeylerin kullanılıyor olması lazım. Hayat bazı şeylerden ibaret değil. Dizilerde filmlerde insanlar tuvalete gitmez ya…

G: Senin albümün böyle zehir gibi bir şeyi var. Ben mesela sevdiğim bir şeyi sık dinlerim. Seni de dinliyorum. Bir anda ortasından başlıyorum, oradan devam ediyorum, hepsini dinliyorum. Biz bir şeyleri buldukça hep birbirimize gönderiyoruz; “Çubuklu Yaşar kimmiş biliyor musun?” filan diye…

E: Bu arada Çubuklu Yaşar Ankara oyun havası çalanlar arasında benim en sevdiğim isimlerden biri. 

G: “Başkent” diyormuş adam şarkıda. Uzun süre onu “basket” anlamıştım.

E: “Bas Kent“ yapacaktım albümün adını bir ara ama vazgeçtim.

Image

C: Benim artık kafamda o kadar fazla dönüyor ki albümün, “Acaba dinleyip mi kurtulmam lazım yoksa unutmak için başka bir şey mi dinlemem lazım?” diye kafayı yedim. 

E: İntikamımı aldım… Biz de yaşadık bunları başkan!

C: Bugün biraz baktık bizde eski ne var ne yok diye. “Çek Bi’ Fırt” çıktığında delirmiştik. Sonradan Kabus Kerim’le birlikte söyleme şerefine Çeşme’de eriştik. Müthişti oğlum! Bir baktım sahnedeyim ve Kabus karşımda, çok iyiydi… O dönem mesela Cartel’den, Karakan’dan başka ne dinleyebiliriz diye bakınıyorduk ve Nefret çıkmıştı. Lisede Aslan’la bizim evin mutfağında dinliyorduk sürekli. Onlara ne diyorsun? 

A: Biz yaşımızdan dolayı Cartel’i, Karakan’ı ayrı bir seviyoruz. Yani 1995 yılında ben on beş yaşındaydım, ilk dinlediğim gruplardandı. Senin hayatının neresindeler veya sen ne dinlemiştin ilk? 

E: Benim ilk dinlediğim Eminem’di. Türkçe olarak da Ceza’nın rap olduğunu birkaç gün sonra anlamıştım. Altı yedi yaşındaydım. Arkadaşın evine gitmiştik ödev yapmak için. Bizim evde televizyon yoktu, onlarda MTV vardı. “Oha” dedim, “müzik kanalı, çok iyi!” Hiç unutmuyorum, ilk önce Marilyn Manson’dan “Tainted Love” çıktı. “Bu ne?” dedim. Sonra D12 çıktı: “Purple Hills”. Ardından biraz daha ileri zamanlarda kaset dönemine yetiştim ben, Silahsız Kuvvet, Nefret, Yeraltı Operasyonu albümleri elime geçti. Sonra 8 Mile filmi çıktı ve 50 Cent’ler, 2pac’lar derken, internetten kaçırdıklarımıza bakmalar başladı. Sonrasında da onları hatmetme dönemi…

A: İnternetin, yeni medyanın önemi de büyük diyelim. Bundan on sene önce aynı albümü yapsaydın, belki bize kadar ulaşamayacaktın. 

E: Ulaşsaydı da çatal atarlardı. 

A: Artık çat diye bir şeyi upload ediyorsun bütün stream kanallarına. Bundan faydalanıyor musun? 

E: Kesinlikle. O olmasa çok zor olurdu. 

C: Müthiş bir özgürlük! 

E: İnternet bize onu sağladı. En büyük olayı o. Ama işte bir yandan da hiç istemiyorum plak şirketleriyle çalışmak. Ben özgürlük istiyorum. Yıllık anlaşma istemiyorum.

C: Biz sadece plak basmak için plak şirketi kurduk. Birilerine bağlı olmak istemedik. O zamanlar Spotify vb. de bu kadar yaygın değildi. Albüm çıkardığımızda buyukevablukada.com’da bedava yayınlamıştık. Yani bu anlamda internetin büyük bir kıyağı oldu hepimize. 

G: Ben şimdi şunu düşünüyorum: Sana bir plak şirketi çok büyük paralar verdi ve daha paralı bir yaşantıya geçtin diyelim. O zaman yine bulunduğun yerden bir şeyler anlatacaksın herhalde, öyle mi?  

E: Sanırım. Yani ben de bilmiyorum neler olacak. 

C: Ben ilk albümünden beri Kendrick Lamar’da takip ediyorum bunu. Pimp A Butterfly albümüyle birlikte artık içinde bulunduğu ortamla ilgili çok iyi tespitleri, parmak gösterdiği çok iyi yerler var insanlar için. 

“RAP ŞİİRDEN BİRKAÇ KAT DAHA GÜÇLÜ. SESLE DE VURUYOR KARŞIDAKİNİ, RİTİMLE DE VURUYOR. SAMİMİ. ROCK’TAKİ GİBİ ÜÇ LAF ETTİM, POZ KESTİM, YARAMA TUZ BAS ŞEKLİ YOK.”– Canavar Banavar

E: Evet, kesinlikle. 

C: “Parayı bulduk, alem yapıyoruz” değil de ortamıyla ilgili bayrak taşıyan, önemli biri olma özelliği var. Çünkü rap’in acayip de bir gücü var. Bu kadar çok insana ulaşırken bunu yararlı bir şeye dönüştürmek çok önemli. Bir keresinde Can Yücel’in bir röportajını okumuştum ya da bir şiirinde geçiyordu, tam hatırlamıyorum… “Bir tek caz gibi şiir söyleyemedim” diyordu, cazın spontanlığında söylemek isterdim der gibi. Şimdi düşünüyorum da, “rap” o yani. Gerçekten caz gibi; hem spontane, hem bir ton lafla karşısındakiyle çok güçlü bir bağ kuruyor. Şiirden birkaç kat daha güçlü. Sesle de vuruyor karşıdakini, ritimle de vuruyor. Samimi. Rock’taki gibi üç laf ettim, poz kestim, yarama tuz bas şekli yok.

A: Sen de sattın iki dakikada bizim janrı!

C: Hazır janrı da satmışken rap’e döneyim tekrar. Bizim için rap Cartel’le başlıyor. Öncesinde ne var, bilmiyoruz. 

E: Ondan önce Boe B var. (Kolundaki Boe B dövmesini gösteriyor.) İlk Türkçe rap yazarı. Bülent İpek. Onun bile var şarkılarında bazen kulak kafiyeleri. “Olma parana fazla düşkün ve düşün olma parana fazla düşkün, hayat bazen üç gün sürebilir, seni deli edebilir…” Islamic Force diye de bir grupları vardı. İsim yanıltmasın, bayağı protest Alevi müziği. 

G: Ne zaman tam olarak? 

E: 1994 ya da 1992 olması lazım. 

C: O zamanlar 1980’lerin sonu zaten Amerika bir çalkalanmış, bize de Almanya üzerinden vurmuş gibi.

A: 1994’teki kırılma öncesinde herhalde geriye gidebileceğimiz isimlerde Public Enemy gibileri var. Onlar da daha düz kafiye kullanıyorlardı. Rakim’i çok iyi bilmiyorum, belgeselde görünce hatırladım. 

E: Hangi belgeseli izledin? 

C: Hip Hop Evolution.

E: Müthiş belgesel. Bir bölüm izleyeyim diye açtım, sonra bütün gece sabaha kadar onu izledim. 

C: Ben bir bölüm izledim. Sonra Aslan olmadan izliyorum diye içim rahat etmedi ve durdurdum. Sen madem izledin, bir şey sormak istiyorum. Belgeselde Brooklyn’de ortalık karışıyor, çeteler çıkıyor. Los Angeles, Compton karışıyor. Atlanta sahnesi yeşeriyor. Rap müziğin oldukça yerel bir çıkış dinamiği var. Şehirden de öte bazen mahalleye kadar küçülebiliyor. Bizde de öyle. İzmir’de birtakım hareketler var. Burada, Bağcılar’da Heijan kopuyor ve her şehrin ayrı bir tadı, bir gerçeği var. Türkiye’de de herhalde gerçeği bu kadar sağlam savunabilen başka müzik yok. Bunu çok etkileyici buluyorum. Senin albümünde Ankara’nın etkisi ve gerçekliği hissediliyor baya.

E: Ankara güzel, Ankara bir üs gibi. Ankara’da eğlenilir de. Ben insanlarını da ayrıca seviyorum. Şehir çok politik, ondan kaçış yok. Ama biz hep İstanbul’a taşınmamız gerekmesin istedik çünkü bir şeyler yapmak isteyen hevesli çocuklarla dolu oldu etrafımız. Video montajcısından rockçısına, herkes bir şey yapmak istiyor orada ama bazen imkân olmuyor. İmkân ne demekse artık, lanet olsun. Bir yandan da Ankara’dayken işime net bir şekilde odaklanabiliyorum. İstambul’da tek yapmak istediğim şeyse serserilik. Yorgunum. Hala atlatamadım, atamadım üzerimden yorgunluğu. 

A: Peki sen beat’leri nasıl yapıyorsun? MPC gibi controller’lar mı kullanılıyor? 

E: Fruity Loops’la yapıyoruz. 

A: Fruity Loops bayağı eski bir program. 1990’lı yıllarda ilk bilgisayar aldığım zamanlarda kullanırdık.

E: İnanılmaz bir program, ara yüzü çok sağlam. 

C: Sizin dönemde BPM’ler (tempo) düştü, değil mi? 

E: Evet! Yine aynı yere geleceğim ama aynı şey Ankara Havası’nda da oldu! Çok anlamadığım bir şekilde downtempo’luk geldi. Bizim müzik de düştü. Yıllardır Amerika’nın güneyinde, Atlanta’sında veya Tennnessee’sinde olan bir şeydi. O zaman daha yavaş plaklar da çalıyorlardı. 

C: Söze daha çok yer açılıyor BPM düşünce. 

A: Çünkü bence konuşmanın hızı aşağı yukarı 80 BPM’lerde. 100 BPM üzerine konuşmaya çalışırsan hızlı hızlı söylediğin bir şeye dönüşüyor ve kafiyeden uzaklaşıyor. Senin de var mı 80 BPM’in altında şarkın bilmiyorum ama… 

E: Belki bir iki tane 75 olabilir. Beat’in yavaşlaması sözlerin hızlanmasına da neden oluyor aynı zamanda. “Double time” yapınca araya es’ler de koyabiliyorsun. Es vermek çok önemli bir şey. 

C: Kesinlikle! BPM yavaşladıkça flow’un çeşitliliği artıyor. 1990’lardaki rap’te buna uyanamamışlar mesela. 

E: 90-100 arası orada BPM’ler zaten. 

C: Şarkı yazarken o şarkının neyle ilgili olacağını biliyor musun?

E: Değişiyor. Mesela albümün dışında “Bombok” diye bir şarkım var. Gitarlarla o an yaptığım şarkıların sözleri de o esnada çıkıyor. Onun dışında prodüktörüm Bugy bir beat yaptığında ya da ben bir beat yaptığımda da o aşamada kafamda bir şeyler oluşabiliyor. Çünkü ritim belli, BPM belli, melodilerin verdiği hissiyat belli. Ona göre ilk önce güzel bir nakarat, bir slogan, bir konsept düşünüyorum. O gelgitten sonra da parça şekilleniyor. 

C: Neden bahsedeceğini düşünüyor musun yani? 

E: Çoğunlukla o an geliyor işte. Ama her zaman da öyle olmuyor. “İyi Bil” parçasını yazmaya başladığımda nasıl bir giriş olsun diye düşünüyordum. Güzel olduğunu düşündüğüm bir giriş yazdıktan sonra açıldım bir anda. Yazmaya başladıkça devamı geldi ve nakarat da öyle ortaya çıktı. “Küvet”i de aynı şekilde yaptım. Ya konsept önceden belli oluyor ya da nakarat. 

C: “Nefret”te doğrudan bir nefret konsepti söz konusu olsa gerek!

E: Evet. Onu yazarken canım çok sıkkındı. Bir barda deli gibi içki içtim, kuruldum ve orada yazdım. 

C: Kâğıda mı yazdın? 

E: Evet mutlaka kâğıt kalem kullanıyorum. Başka türlü olmuyor. 

A: Saklıyor musun o kağıtları? 

E: Zamanla yok oluyorlar. Hak ettikleri değeri verdiğimi düşünmüyorum. Bir şekilde yok olup gidiyorlar.

C: Ama rapte elde buruşuk kâğıtla mikrofon karşısında söyleme kafası var zaten. 

E: “Nasıl olsa kaydediyorum” diye düşünmekten herhalde bu densizlik. 

C: Mesela şarkıyı tam olarak bitirmeden, üzerine takılarak kaydettiğin de oluyor mu? 

E: Öyle yaptığım iki üç şarkı oldu. Albümden hemen sonra hiç durmamak adına bir single yaptım. Yoksa paslanacaktım. Albüm çıkar çıkmaz yaptım ve üçü de yarım kaldı. 

A: Fikir alıyor musun değer verdiğin birilerinden, yoksa tamamen senden mi çıkıyor her şey? 

E: Tamamen ben. Bizde raconsal durumlar var. “Hayalet yazarlık” yok yani bizde. Başkası senin yerine yazamaz ya da sen ondan alamazsın. 

C: İyi olmuş mu diye sorduğun, güvendiğin ve danıştığın birileri var mı? 

E: “İyi olduklarını biliyorum” dermişim!

C: Rapte böyle bir taçlandırılma durumu oluyor, biliyorsun. Sence sen rapin kralı mısın? 

E: “Birinciyim”, “En üstteyim” ya da “Diğerleri altımda” anlamında bir kral değilim de, hani dersin ya “Adamın kralısın” diye… O anlamda bakarsak, evet, kralıyım! 

C: Bence rapte birilerinin dönem dönem çıkma raconu var. Genellikle Amerika böyle şeyleri yapmayı sever ya. Mesela çocukken Cartel’den sonra ne dinleyeceğiz diye düşünürken Eminem çıkmıştı. Bir belgesel izlemiştim, bir sürü siyah rapçiyle Eminem’i konuşuyorlardı. Herifler diyor ki, “İlk defa diss atmaya korktuk”. Siyahların hepsi adamın hakkını verdiler. Kimse laf etmedi. 

E: Çünkü eşek gibi rap yapıyor. 

C: Ama mesela bugünün gözüyle Eminem’e baktığım zaman bazen kıl oluyorum çünkü çok nakarat bazlı parçaları da var. “My name is… My name is…” Şarkılar dört defa nakarata dönüyor misal.

E: O tamamen endüstriyel bir bakış açısı bence. Ben de nakaratçılık yaptım. 

A: Çok doğal duruyor seninkiler. 

C: Dört kere oraya dönmüyorsun sen. İki kere yapıyorsun ve anlıyoruz onu veya tansiyon değişiyor. Mesela “Alo”da bir üste çıktıkça, gittikçe artıyorsun tansiyonunu alo’nun. Nakaratı kopyalayıp yapıştırmak gibi değil.

E: Ben rap dışında grup müziği de yaptığım için, bunu oradan öğrendim. Afra Tafra diye bir grubumuz vardı. Onlarla beraber öğrendim durmayı, kalkmayı, trafiği, bir şeylerin değişmesi gerektiğini. Yoksa dümdüz rap yazıyordum. 

C: Ben mesela ilk Büyük Ev Ablukada’yla şarkı yapmaya başladığımda bir ara nakarat olmayacak diye takmıştım. Yolculuk gibi olsun diye kasıp, birkaç şarkıyı öyle yapmıştık. “Tayyar Ahmet‘in nakaratı yok sanırsam. “Bil”in filan yok. 

G: İlk yaptığım şarkılar direkt dümdüz, verse-nakarat-verse-nakarat şeklinde oluyordu. Sonrasında uğraşmak gerekiyor tabii böyle olmaması için. 

A: Hiç konser verebildin mi Ankara’da? 

E: Daha veremedim ama vereceğim. Eylül’e doğru daha çok konser olacak. 

G: Sahnede iki kişisiniz, değil mi? Bugy ve sen. 

E: Evet. 

C: Peki İngiliz rap’iyle alakan var mı? 

E: Severim Dizzie Rascal filan. 

C: Kate Tempest var biliyor musun? Biz onu çok seviyoruz. 

E: Yok, bilmiyorum. 

C: Şu an sana bir şey göstereceğiz diye çok heyecanlandım! 

Peki albümde en çok sevdiğin şarkı hangisi? 

E: Bir düşüneyim… Sanırım “İyi Bil” çünkü kendime yazdım onu. Şarkılarımda, “bak şöyle yap, böyle yap” dediğim şarkıların yüzde doksanını kendime diyorum. 

A: Soracağımız şeylerden biri de buydu bu arada. Kendine mi yazıyorsun, birilerinin onu dinleyeceğini hayal ederek mi yazıyorsun? 

E: Kendim dinleyecekmişim gibi yazıyorum, sanki en sevdiğim şarkıymış gibi. Bazı şarkılar vardır ya, “Art arda beş yüz kere dinleyeceğim” dediğin, ben de şarkıyı öyle görüyorum. Bir yandan kendi şarkım değilmiş gibi yapmam lazım onu, benim sürekli dinleyeceğim şeyi yapıyorum aslında. 

G: “Küvet”teki kız şarkıyı ona yaptığını biliyor mu? 

“Punk bir arkadaşımıza, ‘Nefret hissiyatının olduğu bir şarkıyı o kadar uzun zamandır dinlememişiz ki bunun kendisi bile bende merak uyandırdı, bizim dinlediğimiz ve yaptığımız şarkıların içinde nefret gibi şeyler genelde yok’ dedim. O da bana ‘Yıllarca punk dinledin ama anlayamamışsın, daha yeni anlıyorsun’ diye kızdı.” – Aslan

E: Biliyor.

A: Bence “İyi Bil” şarkısını dediğin gibi başka bir şekilde yazdığın gerçekten hissediliyor. Gerçeklikten bahsediyor, bir hisse ait. O şarkının yeri başka. Sen kendine yazdığını söylüyorsun ama ben banaymış gibi hissediyorum. 

C: Ben de aynısını “Nefret”te hissediyorum. 

G: Benim şarkım “Alışamadım”. 

C: “Duyduğum en kirli haz” tanımı çok iyi. 

A: “Nefret”le ilgili şöyle de bir durum var. Punk bir arkadaşımıza, “Nefret hissiyatının olduğu bir şarkıyı o kadar uzun zamandır dinlememişiz ki bunun kendisi bile bende merak uyandırdı, bizim dinlediğimiz ve yaptığımız şarkıların içinde nefret gibi şeyler genelde yok” dedim. O da bana “Yıllarca punk dinledin ama anlayamamışsın, daha yeni anlıyorsun” diye kızdı.

C: Rap ve punk çok farklı bence. Punk’ta verse’de söylenen, burada bir satırda söyleniyor. Şiiri yok punk’ın sanki. Rap’in şiiri var. O yüzden bu herifin şarkıları daha konsantre oluyor, üzerine su ekleyecekmişsin kıvamında oluyor, rakı gibi.

E: Vay be! 

A: Aslında ben de Canavar Banavar’la tartışırken rap’in gerçekliğinin punk’ta da var olduğunu düşünüyordum. Ama sonra yine Türkiye’de tam karşılığını bulamadım. 

E: Benim de ergenliğim punk dinleyerek geçti. 

A: Açtık mesela Sokak Köpekleri’ne baktık. Tam aradığımız karşılığı bulamadık. The Clash’te ancak bulabildik sonuçta Joe Strummer da Ankaralı.

E: Aynen. Onlar da Ankaralı sayılır. 

G: Ankara havalarından kimleri seviyorsun? 

E: Çubuklu Yaşar’ın anlatım tekniklerini çok beğeniyorum, hikâye anlatımı çok enteresan. Aralardaki bağırmaları inanılmaz.

C: Videoları filan da ilginç. 

A: Bilmediğimiz bir dünya var orada. 

E: Çok değişik bir sahne yani. 

C: Dün bir sürü video izledik Türkiye rap’inden. Amerika’da olduğu gibi “tayfacılık” muhabbeti hâkimdi kliplere genelde. Bir ton laf söylediler ama şarkı bittiğinde Aslan dedi ki; “Hiçbir şey demediler”. Harbiden hiçbir şey söylemediler bize. Sen daha ilk satırdan alıyorsun, ilk satırda bir şey demiş oluyorsun. 

E: O benim taktiklerimden biri oldu her zaman. Bir rap iyi başlamazsa, iyi rap değildir. Kesinlikle. 

C: Kendrick Lamar da Ice Cube’dan öğrenmiş; “İlk lafta kancayı takacaksın” diyor. 

E: Evet, kesinlikle. Bu yıllardır üzerine düşündüğüm ve kesinliği olan bir şey. 

C: Dün senin parçaların ilk laflarına baktım, bayağı yakışıklı hepsi. 

A: Evet, çalıştık resmen. 

E: Vay be! Ben neymişim. Utandım ağbi. 

C: Galiba sorularımız bitti. Başardık sanırım. Röportaj da böyle yapılıyormuş demek ki. 

G: Kesin böyle yapılmıyordur…

*Büyük Ev Ablukada Eylül ve Ekim aylarında, Bursa, Ankara, İzmit, Bandırma ve Çanakkale’de çeşitli mekânlarda dinleyicileriyle buluşacak. Ezhel’se İstanbul, Ankara, İzmir, Muğla, Antalya ve Eskişehir’de konserler yapacak.

  1. Chewbacca ve arkadaşları aramızdalar: Mako Miyamoto

    Star Wars sayesinde tanıştığımız nazik dev Chewbacca ve arkadaşları dünyamıza gelse ne olurdu? Amerikalı fotoğraf sanatçısı Mako Miyamoto’nun Wookies / Neon Werewolf serisi bu sorunun cevabını hepsi birbirinden eğlenceli, atmosferik, ince detaylarla örülü fotoğraflarla belgeliyor.

  2. Bir kamusal pratik olarak banyo: Ruth Kaplan

    Fiziksellik, sosyallik, mahremiyet, ritüeller, duyusal erotizm, röntgencilik, utanç, arınma gibi katmanlar ve Kanadalı fotoğraf sanatçısı Ruth Kaplan’a göre teatral tabloları andıran kamusal banyolar...

  3. Kişisel dürtüler ve bilimsel merakların hayal gücüne açılan kapıları: Dışarıdan Gelen

    Ankara doğumlu araştırmacı, yazar ve sanatçı C.M Kösemen’in yeni solo sergisi Dışarıdan Gelen 23 Eylül’de Bina/Bant Mag Havuz’da açılıyor. Resmin yanısıra zooloji, paleontoloji, tarih ve mistisizm gibi alanlarla ilgilenen ve araştırma kitapları yazan Kösemen’le yeni sergi, çalışma teknikleri, çok yönlü üretim ve işlevsiz karamsarlık üzerine sohbet ettik.

  4. “Bir rap iyi başlamazsa, iyi rap değildir”: Ezhel ve Büyük Ev Ablukada

    Büyük Ev Ablukada’nın çoğunluğunun azınlığı Canavar Banavar, Galvaniz ve Aslan, Ezhel’le derinlemesine lafladı. 

  5. A’dan Z’ye: Gary Numan

    Kariyerinin yirmi ikinci albümünü yayınlayacak Gary Numan’a dair A’dan Z’ye bilinmesi gerekenler.

  6. Nesilden nesle aktarılan bir müzik dayanışması: A-WA

    Yemenli kadınların sözlü tarihi ve eski yıllara dayanan dayanışma kültürünü İsrail’de liste başına taşıyan ve dünyaya yaşamı kucaklayan pozitif enerjisini salan Haim kardeşler Türkiye’deki ilk konserlerine hazırlanırken, gelenekselle kurdukları bağları nasıl güncele taşıdıklarını ve 2018’de yayınlanacak yeni albümün detaylarını anlattılar.

  7. Bir ideoloji mezarlığı ve müzik: Berlin

    İlginç bir şekilde son on yılda Berlin’in techno, endüstriyel müzik, karşı-kültür, squat hareketi gibi mevzularını konu edinen hiçbir yazar bu ağır yükün altından kalkabilmiş değil ve Berlin’de yaşamış bir Amerikalı olan Paul Hockenos’un kaleme aldığı, geçtiğimiz Haziran ayı yayımlanan Berlin Calling de bir istisna yaratmıyor.

  8. Yeni albümler, konseptler ve yaratıcı süreçler üzerine: Goralı ve Reverie Falls On All

    Müzikal serüvenlerinde birçok kez yolları kesişen Goralı, Reverie Falls On All’u, yeni üretimleri üzerinden bir sohbete koyulmaları için bir araya getirdik. Yılın en etkileyici kayıtlarından Qualia ve Stellar Stream’in perde arkasına buyurun.

  9. Teftiş: Bu ay ne dinlesem?

    Yakın zamanda keşfettiğimiz, etkilendiğimiz ve paylaşmak istediğimiz müziklerden bir seçki.

  10. Tansiyon oynatan filmleriyle: Michael Haneke

    Gerçeğin soğuk tokadını, burjuvazinin iki yüzünü ve kibrin karanlık geçmişini çektiği akıl almaz filmler üzerinden akıl ve ruh sağlığımıza enjekte eden, sinemanın eşsiz mucizelerinden Michael Haneke’nin ilk filminden, bu ay Filmekimi’nde izleyeceğimiz son filmi Happy End’e uzanan gergin bir yolculuğa hazır mısınız?

  11. Cebi sorular ve yanıtlarla doldurmak: İşe Yarar Bir Şey

    Yönetmen Pelin Esmer’le buluştuk ve kendisinden 36. İstanbul Film Festivali’nden FIPRESCI Ödülüyle ayrılan, 27 Ekim’de vizyona girecek, senaryosunu Barış Bıçakçı’yla yazdığı son filmi İşe Yarar Bir Şey’i dinledik.

  12. Türkiye sinemalarından küçük mutluluklar: Yeniden gösterim furyası

    Yaz aylarında yeniden sinema salonlarına yolu düşen Kieslowski şaheseri Three Colors üçlemesi, Jim Jarmusch harikası Night On Earth, bilim-kurgu klasiği Terminator 2: Judgment Day ile hararetlenen yeniden gösterim furyası, yeni sezonda da güçlü bir sinefil coşkusu yaratmaya devam edeceğe benziyor.

  13. Gözden kaçmaması gerekenler: 15. İstanbul Bienali

    Elmgreen ve Dragset’e emanet edilen 15. İstanbul Bienali bu yıl “İyi Bir Komşu”yu tanımlamaya çalışıyor. Bu vesileyle bienale göz atıp atlanmaması gerekenlere baktık.

  14. “Rick and Morty” fırtınasından önce: Animasyon dostlukları

    Adult Swim’in fenomen animasyon serisi Rick and Morty’den önce hayatımıza giren ikililer.

  15. “Sayborglar hâlâ hayatta ve keyifleri yerinde”: Joe Dumit

    California Üniversitesi Davis kampüsünde antropoloji, bilim ve teknoloji çalışmaları ve performans sanatları programlarında dersler veren Joe Dumit, sayborglara “değiştirilmiş insanlar” olarak yaklaşıyor ve hepimizin birer sayborg olduğunu iddia ediyor.

  16. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler