Müzikal serüvenlerinde birçok kez yolları kesişen Goralı, Reverie Falls On All’u, yeni üretimleri üzerinden bir sohbete koyulmaları için bir araya getirdik. Yılın en etkileyici kayıtlarından Qualia ve Stellar Stream’in perde arkasına buyurun.


Nekropsi ve Daire 2: General Gramofon ekiplerinden tanıdığımız Gökhan Goralı, tamamlanması uzun bir süreye yayılan ilk solo albümünü dijital platformlar aracılığıyla dinleyicilerle paylaştı. Döngüselliği tematik olarak ustalıklı bir şekilde işleyen Qualia ile kendine yeni ve sınır tanımayan bir ifade biçimi geliştiren Goralı’nın albümünün prodüksiyonunda parmağı olan Replikas üyeleri Burak Tamer ve Barkın Engin’in Reverie Falls On All projesi de bu ay yeni bir EP yayınlıyor. Her daim kabuk değiştirme ve farklı estetikler deneme cesaretini gösterebilen Reverie Falls On All, fazlasıyla sürükleyici ve zihin açıcı detaylarla bezeli beş şarkıdan oluşan Stellar Stream’le kulaklarımıza bir ziyafet sunuyor.

Müzikal serüvenlerinde birçok kez yolları kesişen Goralı, Tamer ve Engin’i, yeni üretimleri üzerinden bir sohbete koyulmaları için bir araya getirdik. Yılın en etkileyici kayıtlarından Qualia ve Stellar Stream’in perde arkasına buyurun!

Image
Fotoğraf: Bram Mönster

ANILARIN ÇAĞIRDIĞI SESLER VE SESLERİN ÇAĞIRDIĞI ANILAR: Qualia

Barkın Engin: Gökhan’la Burak’ın hikâyeleri benimle olduğundan daha geriye gidiyor esasen. Yanlış hatırlamıyorsam aynı grupta çalmışlığınız var değil mi?

Burak Tamer: Aslında aynı grupta çalmadık, sanırım. Gökhan’ın zamanında beraber çaldığı grup arkadaşı vokalist Derya (Çağlar) ve davulcu Özgür’le (Yücel) benim bir grubum olmuştu. Biz Beyoğlu’nda bir barda çalarken Gökhan misafir gitarist olarak bazı şarkılarda benim yerime sahneye çıkardı diye hatırlıyorum. O zamanlar Gökhan’ın Darklight isimli bir grubu vardı, İTÜ şenliklerinde konserleri olmuştu…

BE: Goralı’yı ilk defa 1998 yılında  İTÜ’de konser esnasında gördüm. Sahneye en yakın olan iki insandan biriydi diye hatırlıyorum. Zaman içinde dost olduk. 2006 – 2009 arasında Harbiye’de stüdyomuz olduğu zamanlarda üçümüz birlikte bolca doğaçlama yaptık. Bazı kayıtlar arşivimde mevcut. Heavy metal coverları yapmak gibi bir eğlencemiz de vardı.

Gökhan Goralı: Özgür, Daire 2: General Gramofon’un davulcusuydu aynı zamanda. D2GG sizin bar grubu zamanları Gökhan Deneç’in de tenor saksofon çaldığı bir trioydu. Benim anımsayabildiğim Tool’un “Sober” şarkısını çalmak üzere pek de sober [ayık] olmayan bir halde sahneye yürüdüğüm. Gerisi yok. Barkın ve Replikas’la da 1998 İTÜ Şenlikleri ya da o zamanki adıyla İstanbul Rock Festivali’ne katıldıklarında tanışmıştım. Soundcheck’te Pink Floyd’dan “Lucifer Sam”i çalmışlardı ki bizim de o aralar sevdiğimiz bir şarkıydı. “Lucifer Sam”i  ve Selçuk’un (Artut) eski ütü kablolarını andıran jakını nedense unutmadım.

BE: Qualia’nın altı yıla yayılan bir yapım süreci var. Genelde ilk albümlerin yapımı daha uzun süreye yayılır, sonrasındaysa bu süre göreceli olarak kısalmak durumunda kalır. Merak ettiğim bundan sonra belirli aralıklarla düzenli solo işler yayınlamayı düşünüyor musun? Düşünüyorsan, stilistik ya da metodolojik açıdan ön gördüğün değişiklikler var mı?

GG: Evet, arada sene boyutuna varan boşluklar olan bir yapım süreci oldu. 1-2 günlük sprint’ler şeklinde ilerledim hep. Yapım süreciyle ilgili notlar aldım. Bazı iyileştirmeler var kafamda. Ancak stilistik olarak döngüler, döngüsellik meselesi hemen bitmeyecek gibi. Eğer olursa bir sonraki albümde “ilk albüm iyiydi, sonra bozdu” dedirtecek şeyler yapabilirim. Bu albüm bir gitar albümü oldu diyebiliriz. Synthesizer dünyasında da harcadığım mesailer var. Qualia’ya giremeyen bir parça var mesela. Belki bir sonraki sadece synthli olur. Öte yandan “Push Push Push”un açtığı benim için sürpriz olan sıcak ev metali tarzı var. O yoldan da devam edilebilir.

BE: “Sıcak ev metali” tanımı çok güzelmiş.

GG: Teşekkürler. Galiba son senelerde çok baskın olan hormonlu, şişik metale kendimce bir tepki oldu.

BE: Albüm yapım süreçleri bittikten sonra, ortaya çıkan işi bir bütün olarak algıladığın bir dönem gelir ya da gelmek zorunda kalır. Biraz ilk defa dinleyecek birinin gözünden bakabilmek, anlayabilmek gibi. Neler düşündün Qualia’yı bitmiş olarak dinlediğinde, ilk izlenimlerin neydi? Bir de albüm ismine yapım bittikten sonra karar verdin değil mi? Qualia ismine nasıl karar verdin?

GG: Maalesef albümden o kadar uzaklaşamadım. Mastering sonrası ilk dinlediğimde epey rahatladım, duygulandım ama bunlar albüm yapım süreci ile ilgili şeyler sanki.

Albüm ismine gelirsek. Konuyla ilgilenmiş insanlardan peşinen özür dileyerek önce hızlıca qualia kavramını anlatmaya çalışayım: Diyelim ki renkleri göremiyorsunuz ve kırmızı rengi hakkında her şeyi okuyacak, anlayacak sonsuz zamanınız var. Işık, foton, dalga boyu, göz, sinir, beyin vs. Kırmızı hakkında her şeyi biliyorsunuz. Birden renk körlüğünüz iyileşip kırmızı rengi ilk defa gördüğünüzde yeni bir şey öğrenir misiniz? Eğer evet diyorsanız işte o öğrendiğiniz şeylere qualia deniyor. Kişisel deneyimlerin özü gibi bir şey. 

Benim durumumda bu müzikle yalnız başına geçirdiğim uzun zamanı da düşünürsek anıların çağırdığı sesler  ve seslerin çağırdığı anılar söz konusuydu. Bazı sesler zamanla yok olurken bazıları hep devam etti. Sağ kalan loop’ları bazen günlerce bir hastalık gibi kafamın içinde duydum. O zaman onlar ses ya da anı olmaktan da çıkıyor. Bir “şey” oluyorlar gibi hissettim. Acaba bu “şey”leri bir albümde başkalarına aktarabilir miydim?

Bu senenin başında bir gece yolculuğunda uzaklarda yaşayan Emre (Sevinç) isimli bir arkadaşım uzun aradan sonra Ex Machina filmini tavsiye ettiği uzun bir email gönderdi. Mail’da “Filmin bir sahnesinde qualia problemi, bildiğimiz en meşhur örnekle anlatılıyor.“ demişti. Ben qualia kelimesini ve kırmızı örneğini hiç duymamıştım. Yolda uzun uzun okuyunca loop’lardaki o şeyler qualia galiba dedim. Emre albümün ismini koymuş oldu.

BE: Albüm müzikal anlamda iki ayrı uçtan oluşuyor diye düşünüyorum. Bir ucun temsilcisi olarak bizim de ilk dinlediğimiz parça olan “Mornings” ya da “Overcast” örnek gösterilebilir, diğer uç içinse albümün prodüksiyonu en son biten şarkısı olan “Push Push Push” diyebiliriz. “Yazın İlk Günü” ve “Naif” gibi parçalar da bu iki ekstremin ortasında duruyorlar. Bu çeşitliliğin nedeni ilgi alanlarının genişliğiyle ilgili sanki. Planlı bir eğilim miydi? Bu durumun dinleyici tarafından nasıl algılandı? Şu ana kadar bu çeşitliliğe dair bir geri dönüş aldın mı?

“…BENİM PROBLEMİM KISITLI SİSTEMLER DEĞİL: ALBÜMÜN DİNLENMESİ, İNSANLARA ULAŞMASI. ÜTÜYLE BİLE DİNLENSE KABULÜM.”– Goralı

GG: Bu iki ucu çok iyi tespit ettin. “Mornings” ve “Overcast” salondaki sehpada tek seferde çalınarak yapıldılar. “Pushx3” ise dev prodüksüyon: “Stüdyomu” sehpadan yemek masasına taşıdım. İki tam gün süren gitar kayıtları baya zorlu geçti. Bileğim koptu. Ayvalık’tan Serdar’dan (Ateşer) bas kayıtları geldi. O da parmağını yaraladı. Sonra Murat’ın (Gülbay) da müsait olduğu bir zaman davul kayıt ettim. Onun trampete az vurduğum ikazları sonucu sol bacağımı morarttım. Seninle yaptığımız miksi bir cumartesi gecesi Güray’ın (Topaç) Rasputin’de test ettim. Bu eğilim tabii ki hiç planlı değildi. Ama zamana yayılınca belli bir çeşitlilik kaçınılmaz oluyor. Dinleyicilerde çeşitli gruplar var “En Passant”çılar var, “Yazın İlk Günü”nü sevenler baya var. Metalci arkadaşlarım “Push Push Push”u seviyor. “Overcast” ve “Mornings”i tercih edenler de var. En “normal” parça “Naif”in de sevenleri çok.

BE: Miksaj esnasında da aramızda bolca konusu geçmiş olan, ana akım dışı albümlerin nerede dinlenmesi gerektiği sorunu hakkında ne düşünüyorsun? Qualia’nın laptop ya da telefon hoparlörleri gibi kısıtlı sistemlerde dinlenmesi müzikal algısını olumsuz etkiler mi sence?

GG: Basları duyamazsanız albümün yarısını dinlememişsiniz demektir. Fakat benim problemim kısıtlı sistemler değil: albümün dinlenmesi, insanlara ulaşması. Ütüyle bile dinlense kabulüm.

BE: Albümden elde edilen gelirin World Bicycle Relief ve Eşpedal’a bağışlanması yapım aşamasında aklında olan bir şey miydi? Fikir nasıl ortaya çıktı?

GG: Bisiklet dünyasında bir süredir adını duyduğum World Bicycle Relief, Afrika gibi ulaşım problemi olan yerlerde her gün kilometrelerce okuluna, işine yürüyerek gitmek zorunda olan insanlara kendi tasarımları olan sağlam bisikletleri dağıtan bir kuruluş. Bunun Türkiye’deki eşleniği Veloturk. Ancak Berkem Ceylan’la yazışıp bağış kabul etmediklerini öğrendim. Çeşme Gran Fondo gibi yarışlara katılım ücretiyle çocuklara bisiklet alıyorlar. Ben de geçen sene Çeşme’deki yarışa katılmıştım. Yarışa iki kişi tarafından kullanılan tandem bisikletlerle katılanlar da vardı. Bu iki kişinin arkada duranı engelli bir arkadaşımız öndeki ise engelsiz birisi. Engelli dediğime bakmayın cayır cayır sürüyorlardı. İşte bu bisikletleri ve takımları organize eden de Eşpedal Derneği isimli bir dernek.
 
Bu albümü yayınlanması için bir plak şirketiyle anlaşmadım. Bu promosyon açısından kötü bir fikir olsa da albüm istatistiklerine tam erişim ve gelirlerinin ne yapılacağı konusunda da tam özgürlük demek. Deneysel müzik albüm satışlarından sizin bizim hayatımızı etkileyecek bir miktar çıkması çok zor. Ancak destek verenler sayesinde Afrika’ya ilk bisikletlerimizi aldık bile. Orada birilerinin hayatını kolaylaştırdık. Online satın alamayan bir arkadaşımı Eşpedal’a yönlendirip elden MP3 verdim. Onlara da güzel bir bağış yapabileceğiz umarım yakında. Bandcamp’e beklerim.

BE: Bu sefer daha teknik bir soru var aklımda. Autechre sevgin ve kod yazma geçmişin düşünüldüğünde kendi müzikal yazılımlarını üretirsin diye düşünüyordum ama bildiğim kadarıyla albümde kendi üretimin bir yazılım kullanmadın. Bu konudaki fikirlerin nedir, geleceğe dair planların var mı?

GG: Autechre, işleri fazla karmaşıklaştırmama açısından albümü ters yönde etkiledi. Kendi yazılımım sayılıyorsa birkaç yerde hızlıca yazılmış Pure Data patch’leri kullandım. Ancak sıfırdan bazı küçük işler yapan modüller yazmak hep aklımda olan bir şey. Tabii basit kodcuklardan gerçek dünyada (kayıt, sahne) kullanılabilecek bir yazılıma geçiş oldukça büyük emek ve zaman demek. Ben de tam zamanlı yazılım işinde çalışıyorum. Programcılıkta doğru şeye odaklanmaya vurgu yapan Separation of Concerns (işlerin, endişelerin ayrılması) diye bir prensip vardır. Bu albümün ana endişesi kendi yazılımımla müzik üretmek değil; bir süredir benimle olan şarkıları ve loop’ları kısıtlı zamanda çıkarabilmekti. Ben de gerisini düşünmeden buna odaklandım.

BT: Oldukça keyifli bir mastering süreci yaşadık bu albümü finalize ederken. Buluştuğumuz noktalardan biri parçalardaki basları arttırmak oldu, adeta birbirimizi daha fazla bas eklemek konusunda motive ettik. Senin belki örnek aldığın, baslarını çok sevdiğin albümler, şarkılar var mı?

GG: Qualia bana bası baya sevdirdi. Öyle ki, basçı olabilirim. O derece. Şu anda ilk aklıma gelenleri sıralıyorum. Belki güleceksiniz ama James Blake – “There’s a Limit to Your Love”, Autechre’dan”recks on”, The Bug’dan “Skeng”, Skream – “Auto Dub”, Rhythm & Sound, Benga ve Burial. Ama bası anlayabilmek için ona adanmış drum’n’bass türünü çalan güzel ses sistemli mekanlara denk gelmek gerekiyor. Mesela Pixie’deki eski ses tesisatı burnumu titreten baslar üretebiliyordu. Bu arada Cevdet (Erek)’in Davul albümü de alt frekanslar açısından epey güçlü. Belli ki albümü miksleyen, masteringini yapanlar da belli bir kulüp tedrisatından geçmiş. 

BT: Albümün canlı performansını dinleyebilecek miyiz, konser vermeyi düşünüyor musun?

GG: Bilmiyorum doğrusu.

BE: Kapak tasarımı sürecini merak ediyorum son olarak. Candaş Şişman’la nasıl süreçlerden geçtiniz?

GG: Candaş zaten aklımdaki isimlerden biriydi. Tesadüfen karşılaştığımızda kendisi kapakta yardımcı olabileceğini söyledi. Bu süper oldu. Döngülerle ilgili konsepti e-mail üzerinden aktarıp bir iki imaj ve mikslerden örnekler gönderdim. Sonra tamamen koptuk. Ta ki mastering gününe kadar. Kapakta yer alan generatif imajı başta anlamasam da sonradan çok etkilendim. Dairenin etrafındaki yapılar üzerlerine düşen ışık miktarına göre renk ve uzunluk değiştiriyorlar.

Image
Fotoğraf: Berk Engin

BE: Kolektif üretime inanan biri olarak benzeri dönemlerde solo projelerle ilgilenmeye başlamamızı ilgi çekici buldum. Yaşla bir ilgisi var mı acaba? Gökhan, senin ana motivasyonun neydi onu sormak istiyorum. Başlamaya nasıl karar verdin?

GG: 2011 sonlarında Daire 2 ve Nekrop’un aktif olmadığı bir dönemde başladım. “Solo projem” diye adlandırmıyordum ama bazı fikirler vardı ve bunları ufak ufak kaydetmeye başladım. Nekropsi’ye yolladığımda çok olumlu yorumlar yaptılar, umut verdiler. O ilk dönemden “Daphnis” ve “Okonomiyaki” tüm elemanların katılımıyla epey değişerek sonradan Nekropsi’nin Aylık albümünde yer aldılar. Gökhan’la (Deneç) Daire 2’de gitardan giderek uzaklaşmamızla bu gitarlı şeyler zaten az sayıdaki konserlerimizde, kayıtlarımızda yer bulamadı. Nekropsi’nin de tekrar kış uykusuna yatmasıyla deyim yerindeyse elimde gitarımla kalmış oldum. Ekin’in de katılımıyla yaptığımız “Yazın ilk Günü” her şeyi başlatan şarkı oldu diyebilirim. Bir de zamanını tam hatırlayamadığım bir TSU! konserinde gitarın yalınlığından etkilendiğimi hatırlıyorum. Bir solo proje fikri o zamanlar kafamda netleşti.

BT: Yer aldığımız grup projeleri ve yayınladığımız albümlerin hepsi birer ifade, ancak solo bir çalışma yayınlamanın kişisel bir terapi olduğunu (ya da olacağını) düşünüyorum. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda, Gökhan sende böyle bir his oluştu mu?

GG: Solo proje, müzik üretirken hep birileriyle beraber olmamdan dolayı ve belki de tecrübesizlikten kişisel terapiden çok bir mücadele şeklinde oldu. Deadline’larını kendin koyduğun, uyamayınca da kendine kızdığın bir ödev gibi. Evde “mırıl mırıl” gitarımı çalıp duvarlara bakıp dalıp gitmek gibi değil de yorucu bir iş gününün ardından “artık şu gitarı çalalım, şu editi yapalım Gökhan’cım” şeklinde kendimi motive ettiğim bir tarz daha çok. Eskiden dağcılık yapan bisikletçi-metalci bir arkadaşım “solo faaliyet” gibi demişti. Fırtına yiyebilirsin, kaybolabilirsin, korkabilirsin çözümü kendin bulman lazım.

BE: Katılıyorum, ürkütücü bir tarafı var. Bir yandan da pratik bir yönü de var aslında. Şu an bana çekici gelmesinin nedeni, karar alma mekanizmasının daha hızlı işlemesi sanki ama sürecin içinde kaybolmak da mümkün.


SAKİN, HALAYCİ VE MELANKOLİK: Stellar Stream

GG: Öncelikle sizi Rebloomdaki “Valediction I”  ve “Valediction II”dan dolayı tebrik etmek istiyorum. Geri dönüp dönüp dinliyorum. O güzel arpej, Qualia’daki gitar kullanımına cesaret verdi. Garip bir fenomen: Bazen Beşiktaş Yıldız’daki üst geçitten Yıldız Teknik Üniversitesi otobüs durağına yürürken kafamda “Valediction II” ve Zeynep’in sesini duyuyorum. Bu sık sık oluyor. Neden orada oluyor bilmiyorum.

BE: Teşekkürler, geriye dönülüp dinlenilebilmesi gerçekten sevindirici. Geçenlerde uzun zamandan sonra Burak’la birlikte dinledik. Aradan geçen zamanla birlikte albümü farklı bir şekilde algılamaya başladığımızı fark ettik. Elbette albümün kimliğini oluşturan asıl etmen, müziğin dinleyicinin zihnindeki yansımalarıdır. Bizim açımızdan ise Rebloom yeni bir başlangıcın sembolü oldu denebilir. Albüme ismini veren şarkıyı toplumsal geleceğe dair bir ümit şarkısı olarak yorumlamak mümkün fakat albüm ismi olarak düşünüldüğünde subjektif alt metinleri de var.

Yıldız Teknik Üniversitesi konusu ilginçmiş. Eğer üniversiteye orada gitmiş olsaydın Proust’u anımsatan bir hafıza reaksiyonu mu oluşuyor diye düşünürdüm ama okulla direkt bir bağın yok sanıyorum. Kimi an, yer ve olaylarla kalıcı bir bağ kurması, müziğin sevdiğim özelliklerinden biri.

GG: Röportajların o klasik sorusunu size gerçekten sormak istiyorum: Neden müzik? Replikas’ı ve diğer etkileşimlerinizi de katarak bunca yıl, grup, albüm ve konserden sonra neden müzik? Müzik size ne ifade ediyor? Çocukluktaki algılayışınızla şu anki algılayışınız arasında ne gibi farklılıklar ve benzerlikler var?

BE: Hayalci bir çocuktum diyebilirim. İlkokuldayken müzikle beraber daha fazla hayal kurabildiğimi fark etmiştim. Bir anlamda müzik dinlemenin net bir işlevi vardı benim için. Ortaokul yıllarında ise ciddi bir dinleyiciye dönüştüm ve zaman içinde bu (bir nevi) faydacı anlayış en klişe tabiriyle bir var oluş nedenine dönüştü. Müzik yapma dürtüsü de eş zamanlı başladı diyebilirim. En saf haliyle, beni bu kadar heyecanlandıran sesleri ben de çıkarmak istiyordum. Yıllar sonra bu durumun artık sorgulanamaz derecede kalıcılaştığını düşünüyorum. Yorulduğum ve sorguladığım zamanlar oldu elbette. Fakat sonrasında asıl mutsuz olduğum dönemlerin üretmediğim dönemler olduğunu anladım.

30 yıl sonra dinleyici sıfatıyla müziği algılamamdaki temel unsurların çok fazla değiştiğini düşünmüyorum. Müziği estetik, teknik ve tarihsel bağlamda analiz edebilecek bakış açısına ve deneyime sahip oldum ve bunları gündelik yaşamda kullandığım işlerim var; ders vermek ve prodüksiyon yapmak gibi. Gene de dinlerken önceliğim, tüm bildiklerimden sıyrılıp müziği daha ilkel bir şekilde hissedebilmek sanıyorum.

GG: Stellar Stream’deki şarkı isimleri sanki ortak bir temadan türemişler: stream, shore, rivers.  Stellar Stream’e hakim olan ortak bir tema var mı? Eta Carinaeyi de düşünerek bu tema acaba uzay mı?  Stellar Stream, Samanyolu mu? “Night Soars Through Your Desolate Shore”daki kıyı bu gezegende mi?

BT: Albümün bir konsepti var ve uzay referansı da doğru bir yaklaşım aslında. Bu parçaları yazdığımız dönemde diğer albümlerimizden farklı bir biçimde parçaları sadece ikimiz çalışmak üzere bir araya geldiğimizde dinledik ve beraber çalışmalarımız dışında neredeyse hiçbir dokunuş yapmadık. Dolayısıyla ne yazdıysak o anda oldu ve sonuçlandı. Bu bakımdan daha yalın bir hali olduğunu düşünüyorum. Parçaları bir araya getirdikten sonra bu şarkıların olabileceği sonsuz versiyondan biri olarak sonuçlanmış olması kuvvetli bir özellik olarak ortaya çıktı. Stellar Stream de eskiden galaksi olan ama çeşitli etkenler sonucu saçılmış yıldız kümelerinin başka bir galaksi çevresinde yörüngede olması, bir nevi yıldızlardan oluşan bir yörünge döngüsü. Sonsuz olasılıklar, şimdi var olan ile olabileceklerin, olmuş olanların türlü biçimde iç içe geçmiş olması.

GG: Stellar stream diye bir şey olduğunu bilmiyordum. Güzel oldu. Uzaylı şarkı isimlerine benim de merakım olmuştu. “Daphnis” de adını Satürn’ün halkaları arasında bir koridorda dönüp duran küçük bir uydudan alıyor. “Desolate Shore”u dinlemiş bu sene tatil yapamamış, denize de girememiş birisi olarak bu EP bana bir yaz tatili albümü gibi geldi. Bir sakinlik bir huzur hali var. Size göre Stellar Stream’in duygusal modu nedir?

BE: Benzer yorumlar aldık dinleyenlerden, haklısın. Bana sonbahar daha çok yakışır gibi geliyor. Sakin ve hayalci bir hava hakim ama bir melankoli de var içinde. Tam anlamıyla mutlu diyemiyorum. Yakın bir dostumuz “half light” demişti, katıldığım bir yorum.

GG: Bu EP için ne kadar zamana yayılan bir emek söz konusu?

BT: Eylül 2016 – Haziran 2017 arasında tamamlandı prodüksiyon süreci. Şarkıları yazmaysa bu sürenin ilk iki ayını kapsıyor yaklaşık olarak. Daha sonra şarkı sözü için geçen bir süre oldu, ve malum stüdyoya girebilmek için uygun bir zaman bekledik. Yanlış hatırlamıyorsam gitar kayıtları üç, vokal kayıtları iki, miks iki ve mastering bir günde tamamlandı.

“TESADÜFLER, GEÇMİŞTE KOMPOZİSYONLARI CİDDİ ANLAMDA ETKİLEYEN BİR FAKTÖRDÜ FAKAT BU KAYITTA  NEREDEYSE HİÇ YOKLAR DİYEBİLİRİM.” -Barkın Engin

GG: Stellar Stream’i çok kabaca dörde bölsek: gitarlar, elektronikler (bozulmuş gitar seslerini de buraya koyuyorum), ritimler ve insan sesi şeklinde. Elektroniklerde kullandığınız programlanabilir araçlar sayesinde tesadüfi ya da generatif ses üretme metotları kullandınız mı?

BE: Tesadüfler, geçmişte kompozisyonları ciddi anlamda etkileyen bir faktördü fakat bu kayıtta  neredeyse hiç yoklar diyebilirim. Şarkıların temelini oluşturan ana fikirleri, ki genelde bunlar gitar temelli fikirlerdi, adım adım geliştirmeye çalıştık. Yeni partisyonlar ortaya çıktıkça bir sonraki adımın ne olacağını görebilmeye başladık ve bu doğrultuda denemeler yaptık. Sürecin başından beri var olan fikir, daha yalın ama tam da bu sebeple daha hacimli bir sound oluşturabilmekti. Bu fikre sadık kaldığımızı düşünüyorum. Genelde geleneksel ya da işlenmiş insan sesleri albüme son eklenen katmanlar oldular.

Synthesizerlar ve drum machinelere ek olarak Burak’ın üzerinde çalıştığı yazılımlar ile işlediğimiz sesler oldu ama tam anlamıyla generatif diyebileceğimiz bir şekilde ses üretmedik. Onun yerine dört el ile çalınmış bazı partisyonlar var, yanlış hatırlamıyorsam daha önce çok kullandığımız bir teknik değildi.

GG: Yukarıdaki bölümlemeden devam edersek, iki kişi iki laptop ve bir kaç kutucuk ile tamamen elektro moda geçip müzik yapabilecekken (bütün bunları konserlere taşımanın hamaliyesini de katarak) gitarları neden kenara bırakmıyorsunuz?

BT: Gitar ikimiz için de müzikal olarak kendimizi bir şekilde ifade edebildiğimiz bir enstrüman. Tabii ki gitar çalmaya başladığımızdan beri bu enstrümana yaklaşımımız çok değişti ve bugün klasik anlamda gitar çalmaktan kaynağı belirsiz, ses üreten bir araç olarak kullanmaya kadar uzanan şekillerde çalmayı seviyoruz gitarı. Aynı zamanda Reverie Falls On All’un oluşumunun temelinde yatan özlerden biri Barkın’la beraber çaldığımız gitarların birbiri ile ilişkisi ve bunu da kaybetmek istemiyoruz. Yoksa kimi zaman denemeler yapmak için, kimi zaman lojistik sebeplerden sadece elektronik setler çaldık, çalmaktayız. Bu performans kurulumuna gitarları da eklemek zahmetli de olsa hem sevdiğimiz hem de canlı performans ve ifade yönünü kuvvetli bulduğumuz için sahnede gitar çalmaya devam ediyoruz.  

GG: Yanılıyorsam düzeltin Clouds In Our Room’daki “Never wounded Eye”daki Orçun’un (Baştürk) çaldığı davullardan Stellar Stream’e gelene kadar ritim kullandığınız şarkı çok yok sanki. Son yıllarda giderek artan bir şekilde ritimlerin müziğinizin içine girdiğini gözlemliyorum. Bunun sebebi nedir sizce?

BE: Evet, ilk albümden Rebloom dönemine kadar daha soyut diyebileceğimiz bir müzikal hatta kaydık. Dolayısı ile Clouds In Our Room’daki glitch beatler giderek azaldı, akustik davul ise bir daha kullanmadık. 

Son üç yılda beat kullanımının artmasıyla müziğin değişimi kesinlikle ilişkili diyebiliriz. Rebloom’da başlayan şarkı yazma isteği, Stellar Stream’de de devam etti. Bu noktada belki de içgüdüsel olarak beat yazma ihtiyacı hissettik. Parçaların çıkış ve odak noktası değiller ama bir yandan da genel ritmik yapılarla yalın ama tamamlayıcı ilişkiler kurmalarını ve makro frekans spektrumunda spesifik bölgelere gelmelerini istedik. Bir yandan da akustik enstrümanlarla yaratması kolay olmayan alt frekansları üretmekten de hoşlanıyoruz.. Bu yüzden gerçek deneyim için bu kaydı, alt frekansları üretebilen bir sistemde dinlemenin daha sağlıklı olacağını düşünüyoruz biz de.

Bir sonraki projede şarkı yazma işine bir süreliğine ara verip, farklı bir metodoloji ile daha deneysel bir çizgiye dönmeyi planlıyoruz. Ön görmek şu an için mümkün değil ama beatler yazmak isteyecek miyiz, şu an bilemiyorum.

GG: Zeynep Kaya bildiğim kadarıyla Fransa’da yaşıyor. Onunla çalışmalarınız nasıl oluyor? O vokalleri kendi orada mı kayıt ediyor yoksa burada mı yapıyorsunuz? Ondan ilk gelen demo kayıtlar üzerinde “biraz daha şöyle”, “biraz daha böyle” diye konuşarak birkaç tur çeviriyor musunuz?

BT: Biz parçaların demolarını kaydettikten sonra demo vokaller ve sözler ile Zeynep’e gönderiyoruz. Zeynep ile uzun yıllardır tanışıyoruz, hem yakın arkadaşız hem de müzikal anlamda iyi anlaşıyoruz. Bu sayede Zeynep yapmak istediğimizi kolayca anlıyor ve gönderdiğimiz demolar üzerinden Fransa’da kendi çalışıyor. Ardından İstanbul’a geliyor ve kayıtları burada tamamlıyoruz.

GG: Birçok albüm ve EP yaptınız. Bence oldukça üretkensiniz. Çalışma sisteminizi çok merak ediyorum. Belli bir ajandaya göre mi albüm/EP’ler oluşuyor yoksa şarkılar biriktikçe albüm ya da EP olarak ‘paketleniyorlar’ mı?

BE: Eta Carinae sonrasında daha düzenli üretme kararı aldık ve bu karara olabildiğince sadık kalmaya çalışıyoruz. Zamanın nasıl bir hızla aktığı malum, ajandalar da oldukça dolu. Olabildiğince zaman ayırmaya, düzenli bir araya gelmeye çalışıyoruz. Yıllardır birlikte çalışmanın avantajlarından biri de giderek daha verimli bir iş bölümünü, hiç konuşmadan yapıyor olmamız sanırım. Estetik olarak da önceliklerimiz, tercihlerimiz oldukça benzer olduğu için geriye dönüşlerin minimumda olduğu bir süreç geçiyor. Prodüksiyonun tüm aşamalarını üstleniyor oluşumuz da bir başka önemli etken.

Eğer ortada İ EP’de olduğu gibi bir konsept ya da Music For Church Organ & Electronics’te olduğu gibi bir iş birliği yoksa aynı dönem içinde üretilenler bir albüm ya da EP olarak bir araya gelebiliyor. Aslında sana sorduğum soru da tam olarak bunu anlamaya çalışıyordu. İlk albümden sonra hep belki de daha kısa bir dönemi “paketlemiş” oluyorsun. Şarkılar bir dönemi sembolize ediyorlar bir anlamda.

“ZATEN MÜZİK YAPMAK YA DA HERHANGİ BİR YARATICI İŞİN İDEAL KOŞULLARDA GERÇEKLEŞMESİ GEREKMİYOR.”– Burak Tamer

GG: Clouds In Our Room’dan Stellar Stream’e şarkı yapma sisteminizde, “üretim bandınızda” değişen ve değişmeyen yöntemler neler?

BT: Çok daha rafine çalıştığımızı söyleyebilirim. Tabii ki o zaman hem bir araya gelmenin heyecanı hem de türlü deneyler yapma isteği vardı. Şimdi de bunu kaybetmiş değiliz diye düşünüyorum, zira Reverie Falls On All bu ideal üzerine kurulu. Ama artık bu tutkuyu çok daha kontrollü bir şekilde yönlendirebiliyoruz. Lojistik anlamda da çok şey değişti, eskiden elimizde gitarlarımız dışında hiçbir ekipman yoktu, o zamanki okulumuz İTÜ stüdyolarında çalışıyorduk. Şimdi ise kendi stüdyolarımız, birçok farklı enstrümanımız var. Şimdi düşünüyorum da, o dönem de çok güzeldi. Zaten müzik yapmak ya da herhangi bir yaratıcı işin ideal koşullarda gerçekleşmesi gerekmiyor.

GG: Clouds In Our Room, Passed One ve Eta Carinae’nin kapaklarında oldukça etkileyici, “konuşan” çizimlerini gördüğümüz rahmetli Duygu Tamer’in resimle ilişkisi nasıldı? Herhangi formal bir eğitim almış mıydı? Sevdiği ressamlar ya da grafik sanatçıları var mıydı?

BT: Annem 1967 Akademi – Resim mezunu idi. O zamanki adı Akademi imiş, aslında şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi. Bir süre resim üzerine çalıştıktan sonra malum hayat şartları onu düzenli bir işe girmeye sevk ediyor ve uzun yıllar resimle uğraşmıyor. Fakat emekli olduktan sonra tekrar resim yapmaya geri dönmüştü. Hatta kara kalem, yağlı boya gibi klasik yöntemlerle beraber bilgisayarda grafik yazılımları ile kolaj, fiziksel çalışmalarını tarayarak dijital ortama aktarma ve işleme gibi yöntemler de kullanmaya başlamıştı. Mezun olduğu akademi sınıfından bazı arkadaşları bugün önemli ressamlar: Komet (Gürkan Coşkun) Mehmet Güleryüz, Burhan Uygur gibi.

GG: Vay canına!

  1. Chewbacca ve arkadaşları aramızdalar: Mako Miyamoto

    Star Wars sayesinde tanıştığımız nazik dev Chewbacca ve arkadaşları dünyamıza gelse ne olurdu? Amerikalı fotoğraf sanatçısı Mako Miyamoto’nun Wookies / Neon Werewolf serisi bu sorunun cevabını hepsi birbirinden eğlenceli, atmosferik, ince detaylarla örülü fotoğraflarla belgeliyor.

  2. Bir kamusal pratik olarak banyo: Ruth Kaplan

    Fiziksellik, sosyallik, mahremiyet, ritüeller, duyusal erotizm, röntgencilik, utanç, arınma gibi katmanlar ve Kanadalı fotoğraf sanatçısı Ruth Kaplan’a göre teatral tabloları andıran kamusal banyolar...

  3. Kişisel dürtüler ve bilimsel merakların hayal gücüne açılan kapıları: Dışarıdan Gelen

    Ankara doğumlu araştırmacı, yazar ve sanatçı C.M Kösemen’in yeni solo sergisi Dışarıdan Gelen 23 Eylül’de Bina/Bant Mag Havuz’da açılıyor. Resmin yanısıra zooloji, paleontoloji, tarih ve mistisizm gibi alanlarla ilgilenen ve araştırma kitapları yazan Kösemen’le yeni sergi, çalışma teknikleri, çok yönlü üretim ve işlevsiz karamsarlık üzerine sohbet ettik.

  4. “Bir rap iyi başlamazsa, iyi rap değildir”: Ezhel ve Büyük Ev Ablukada

    Büyük Ev Ablukada’nın çoğunluğunun azınlığı Canavar Banavar, Galvaniz ve Aslan, Ezhel’le derinlemesine lafladı. 

  5. A’dan Z’ye: Gary Numan

    Kariyerinin yirmi ikinci albümünü yayınlayacak Gary Numan’a dair A’dan Z’ye bilinmesi gerekenler.

  6. Nesilden nesle aktarılan bir müzik dayanışması: A-WA

    Yemenli kadınların sözlü tarihi ve eski yıllara dayanan dayanışma kültürünü İsrail’de liste başına taşıyan ve dünyaya yaşamı kucaklayan pozitif enerjisini salan Haim kardeşler Türkiye’deki ilk konserlerine hazırlanırken, gelenekselle kurdukları bağları nasıl güncele taşıdıklarını ve 2018’de yayınlanacak yeni albümün detaylarını anlattılar.

  7. Bir ideoloji mezarlığı ve müzik: Berlin

    İlginç bir şekilde son on yılda Berlin’in techno, endüstriyel müzik, karşı-kültür, squat hareketi gibi mevzularını konu edinen hiçbir yazar bu ağır yükün altından kalkabilmiş değil ve Berlin’de yaşamış bir Amerikalı olan Paul Hockenos’un kaleme aldığı, geçtiğimiz Haziran ayı yayımlanan Berlin Calling de bir istisna yaratmıyor.

  8. Yeni albümler, konseptler ve yaratıcı süreçler üzerine: Goralı ve Reverie Falls On All

    Müzikal serüvenlerinde birçok kez yolları kesişen Goralı, Reverie Falls On All’u, yeni üretimleri üzerinden bir sohbete koyulmaları için bir araya getirdik. Yılın en etkileyici kayıtlarından Qualia ve Stellar Stream’in perde arkasına buyurun.

  9. Teftiş: Bu ay ne dinlesem?

    Yakın zamanda keşfettiğimiz, etkilendiğimiz ve paylaşmak istediğimiz müziklerden bir seçki.

  10. Tansiyon oynatan filmleriyle: Michael Haneke

    Gerçeğin soğuk tokadını, burjuvazinin iki yüzünü ve kibrin karanlık geçmişini çektiği akıl almaz filmler üzerinden akıl ve ruh sağlığımıza enjekte eden, sinemanın eşsiz mucizelerinden Michael Haneke’nin ilk filminden, bu ay Filmekimi’nde izleyeceğimiz son filmi Happy End’e uzanan gergin bir yolculuğa hazır mısınız?

  11. Cebi sorular ve yanıtlarla doldurmak: İşe Yarar Bir Şey

    Yönetmen Pelin Esmer’le buluştuk ve kendisinden 36. İstanbul Film Festivali’nden FIPRESCI Ödülüyle ayrılan, 27 Ekim’de vizyona girecek, senaryosunu Barış Bıçakçı’yla yazdığı son filmi İşe Yarar Bir Şey’i dinledik.

  12. Türkiye sinemalarından küçük mutluluklar: Yeniden gösterim furyası

    Yaz aylarında yeniden sinema salonlarına yolu düşen Kieslowski şaheseri Three Colors üçlemesi, Jim Jarmusch harikası Night On Earth, bilim-kurgu klasiği Terminator 2: Judgment Day ile hararetlenen yeniden gösterim furyası, yeni sezonda da güçlü bir sinefil coşkusu yaratmaya devam edeceğe benziyor.

  13. Gözden kaçmaması gerekenler: 15. İstanbul Bienali

    Elmgreen ve Dragset’e emanet edilen 15. İstanbul Bienali bu yıl “İyi Bir Komşu”yu tanımlamaya çalışıyor. Bu vesileyle bienale göz atıp atlanmaması gerekenlere baktık.

  14. “Rick and Morty” fırtınasından önce: Animasyon dostlukları

    Adult Swim’in fenomen animasyon serisi Rick and Morty’den önce hayatımıza giren ikililer.

  15. “Sayborglar hâlâ hayatta ve keyifleri yerinde”: Joe Dumit

    California Üniversitesi Davis kampüsünde antropoloji, bilim ve teknoloji çalışmaları ve performans sanatları programlarında dersler veren Joe Dumit, sayborglara “değiştirilmiş insanlar” olarak yaklaşıyor ve hepimizin birer sayborg olduğunu iddia ediyor.

  16. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler