Yılın sinema gündemini belirleyen Cannes Film Festivali’nin, usta yönetmenlerin merakla beklenen çok sayıda filmini resmi seçkisine dahil etmeyerek epey tartışma yaratan bu yılki filmleri, tek tek, özenle mercek altında…


Image

20. MUERE, MONSTRUO, MUERE (Murder Me, Monster)
Yön: Alejandro Fadel
Belirli Bir Bakış

İnsanı dehşete düşüren, vahşi ve çarpıcı bir açılış sahnesiyle başlayan ve ilerledikçe tüyler ürperten bir janr harikasına dönüşen bu Arjantin gerilimi, başarılı atmosferi ve ilgiyle izlenen hikâyesiyle bu yılki Un Certain Regard’ın en iyilerinden biri. Küçük bir kasabada birbiri ardına işlenen vahşi cinayetleri araştıran bir dedektif ve etrafında dönen korkunç suçlarla mücadelesini konu alan film, aynı zamanda hem bir seri katil filmi formu izliyor, hem de küçük bir kasaba halkının canavar avı serüvenini takip ediyor. Pek çok açıdan iki sezon önce izlediğimiz Meksika gerilimi The Untamed’i andıran ve özellikle yönetmeni Alejandro Fadel’in umut vaat eden reji kabiliyetini müjdeleyen Murder Me, Monster, bu yılın geceyarısı hit’lerinden birine dönüşeceğe benziyor.

Image

19. PLAIRE, AIMER ET COURIR VITE (Sorry Angel)
Yön: Christophe Honore
Ana Yarışma

Ma Mere, Dans Paris, Les chansons d’amour gibi filmleriyle kendine özgü bir sinema dili yakalayan Christophe Honore’un Jacques Demy esintili müzikalleri ile küçücük tuhaf filmlerinin ardından yeniden form tutmuş şekilde aramıza döndüğü yeni filmi Sorry Angel, bizi AIDS’le mücadelenin doruk noktasında yaşandığı 1993 Fransa’sına götürüyor ve epey hüzünlü ancak ajitasyona prim vermeyen, son derece mağrur bir hikâye anlatıyor. Yazar kahramanımız Jacques ile onun Jane Campion’ın The Piano’sunun gösterildiği bir sinema salonunda tanıştığı genç flörtü Arthur ile aralarındaki tecrübe ve hayata bakış açısını paylaşımı üzerine kurulu romantik bir aksı takip ederken, özgürce yön değiştiren senaryo, Jacques’ın dışarıya gösterdiği yüzünün altındaki derin karanlığa iniş yaparak, ikinci yarısında derin bir depresyon ve yasın izini sürüyor. İlk bakışta alışılageldik bir hastalık romansı gibi görünen ama derinleştikçe kahramanlarının, genellikle böyle filmlerde kameraya yansımayan kırılganlıkları ve gerçek hayata doğrudan temas eden hallerini açık etmeyi seçen yaratıcı hikâye anlatımı Sorry Angel’ın en büyük meziyeti. 

Image

18. SAUVAGE (Savage)
Yön: Camille Vidal-Naquet
Critic’s Week

Eleştirmenler Haftası bölümünün en hüzünlü filmlerinden Savage, erkek bir fahişe olan kahramanının aşık olduğu adamdan sevgi görebilme umudunu, yoksunluk, hastalık ve yoğun oranda kederle kaplayıp, duygu musluklarını bir tık fazla açsa da, başarıyla yaratılmış gerçekçi karakterleri ve seyircisini ikna etmekte bir an bile sorun yaşamayan hikâyesiyle bir solukta izleniyor. Sinema tarihinin en acayip muayene sahnelerinden biriyle açılarak, fütursuzluk konusunda daha en baştan muzır bir ton yakalaması da cabası. 2018’in en etkileyici LGBTi+ filmlerinden biri olması bir yana, başroldeki Felix Maritaud’ın da etkili performansı için de görülmeye değer bir film.

Image

17. LEAVE NO TRACE
Yön: Debra Granik
Yönetmenlerin Onbeş Günü

En İyi Film dahil 4 dalda Oscar adayı olan ve Jennifer Lawrence’ı yıldız mertebesine ulaştıran bir önceki filmi Winter’s Bone’dan sekiz yıl sonra yeni filmiyle karşımıza çıkan Debra Granik’in, dünya prömiyerini Sundance’de gerçekleştirip övgülere boğulan Leave No Trace’i, bizi bir kez daha doğa ile insan arasında kurulan ilkel ancak derinlikli ilişkinin merkezine çekerken, sosyal zaaflarıyla baş etmek zorunda kalan bir baba – kızın hikâyesine ortak ediyor. Ormanın içinde bir hayat süren ve şehrin keşmekeşinden uzakta, üzerlerinde bir çatı olmadan yaşamayı tercih etmiş genç bir baba ile onun doğduğundan beri bu yaşama ortak edilmiş kızının, gerçek hayatla yüzleşme sürecini incelikli bir dille karşımıza getiren Granik, kahramanlarını yargılamadan ve onları ameliyat masasına yatırmadan, değişim ve dönüşüm süreçlerini başarıyla gözler önüne seriyor. Başroldeki Ben Foster ile Thomasin McKenzie’nin harika oyunlarıyla içe işleyen bir seyir tecrübesine de dönüşen filmin, Lawrence gibi McKenzie’ye de bolca ödül, adaylık ve şöhret getirmesi sürpriz olmayabilir.

Image

16. LAZZARO FELICE (Happy as Lazzaro)
Yön: Alice Rohrwacher
Ana Yarışma

Bir önceki filmi The Wonders ile Cannes’dan Jüri Büyük Ödülü kazanan Alice Rohrwacher’in uzun zamandır merakla beklenen yeni filmi Cannes’da seyirciyi ikiye bölen yapımlardan biri oldu. Rohrwacher’in 16 mm. tercihiyle görsel açıdan sahip olduğu güçlü dili katmerleyen film, zaman mefhumunun dönüştürücü gücü üzerinden tuhaf bir aziz hikâyesi anlatmaya soyunuyor. İlk yarısında seyircisini bundan 30 sene kadar öncesinin İtalya kırsalına taşıyan ve bir istismar hikâyesi anlatan Rohrwacher, filmin ikinci yarısında karakterlerini -keskin bir sürprizle- günümüze taşıyor. Bu kısımda filmin esas mucizesini oluşturan meselenin etkisiyle ilerledikçe –bilinçli şekilde- daha naifleşen hikâyesi, bazı anlarda sallanmaya başlasa da Rohrwacher’in anlatmaya soyunduğu mutlak saflığın yok ediliş hikâyesi, izleyici üzerinde önemli ölçüde çalışıyor. Akıl ve mantıkla değil, kalp ve ruhla yaklaşılması gereken bir öykü takip etmeye gayret eden bir senarist ve yönetmen olarak Rohrwacher’in epey riskli bir noktada durduğunu söylemek mümkün. Bu bağlamda yapmaya çalıştığı sinemayı olduğu gibi kabul etmeyenlerin sayısının, azımsanmayacak kadar çok olması şaşırtıcı değil. Bununla beraber Cannes’da bir grup eleştirmen tarafından favori gösterilip, jüriden de En İyi Senaryo ödülünü kapması, Rohrwacher’in nüanslı işçiliğinin takdir de edildiğinin kanıtı niteliğinde.

Image

15. MANDY
Yön: Panos Cosmatos
Yönetmenlerin Onbeş Günü

Dünya prömiyerini gerçekleştirdiği Sundance Film Festivali’nden bu yana epey şamata koparan, Panos Cosmatos imzalı bu akıl almaz beyaz perde tecrübesi, Lynchvari bir atmosfere sahip ilk 40 dakikasından sonra öyle tuhaf bir intikam şölenine dönüşüyor ki, seyircisine çığlık çığlığa bağırmakla bolca kahkaha atmak arasındaki ince çizgide gezinip durmak düşüyor. Nicolas Cage’in uzun zaman sonra gördüğümüz en eğlenceli performansını görmek bir yana (özellikle tuvalette şok geçirdiği sahne), ünlü besteci Johan Johansson’ın da ölmeden önce yaptığı son nefis film müziğini duyma açısından da kaçırılmaz bir tecrübeye dönüşen Mandy, yılın en sıradışı seyir maceralarından birini yaşatıyor. 

Image

14. CLIMAX
Yön: 
Gaspar Noé
Yönetmenlerin Onbeş Günü

Gaspar Noé hayranları kadar sadık ve coşku dolu bir yönetmen fan grubu çok az çıkar. Noé‘nin bir yönetmenden çok bir rock’n roll yıldızı gibi takılıyor olması ve kendi filmlerinden daha belirgin bir markaya kendi kendini yalnızca dört filmle dönüştürebilmiş olması, kuşkusuz seyircisiyle arasındaki alışverişin eli bayraklı neticesi. Bir önceki filmi Love‘ın Cannes’daki prömiyerini hatırladığımda aklıma -ne yazık ki son derece vasat- filmin kendisinden çok, Lumiere salonunu gece yarısı 01.30’da ağzına kadar doldurmuş smokinli, abiyeli ve -yönetmenin Cannes’a ricasıyla- serbest giyimli hayranlarının çığlık çığlığa coşkusu ve kahramanımızın 10. dakikada fışkıran spermlerinin 3D teknolojisiyle seyircinin yüzüne yağmasıyla kopan alkışlar geliyor… Climax‘te de bu toplu histerik dalgayı yaratacak malzeme, çok daha fazlasıyla mevcut. Gaspar Noé, yine elinden gelen Gaspar Noé‘liği yapmış. Üstelik bu kez Love‘daki gibi ağlak bir romans değil, sıkı bir dans filmi var karşımızda. Ancak Noé‘nin kahramanlarının kimyasal uyarıcılar ve bunların başlarına açtığı felaketleri bilirsiniz… Climax’te de ortalığın savaş alanına dönüşmesi ve kahramanlarımızın sağa sola savrulması çok vakit almıyor ve bu bir buçuk saatlik Noé gösterisi, kendisinden beklenen her tür aşırılığı fazlasıyla gerçekleştirip, bizi bitap düşürdükten sonra bir anda perdeden kayboluyor.

Image

13. GIRL
Yön: Lukas Dhont
Belirli Bir Bakış

Bu yılki Un Certain Regard’ın ödüle boğulan filmi Girl, Cannes’dan en iyi ilk filme verilen Altın Kamera ödülünün yanı sıra, Queer Palm, FIPRESCI ve Belirli Bir Bakış bölümünden En İyi Oyuncu ödüllerinin de sahibi oldu. Erkek bedeninde dünyaya gelen 15 yaşında bir kız olan ve balerin olma hayalleriyle yanıp tutuşan Lara’nın geçireceği operasyon öncesi, epey stresli varoluş mücadelesine odaklanan bu sahici ve etkileyici film, başroldeki Victor Polster’ın güçlü performansıyla içli ve çarpıcı bir form alıyor. Kahramanının içinden geçtiği sosyal ve tensel sınavları, herhangi bir ajitasyona meyletmeme gayretiyle, özenli ve sağduyulu bir rejiyle aktaran Lukas Dhont, sonraki işleri merakla beklenen parlak bir yönetmen olarak karşımıza çıkıyor.

Image

12. MANBIKI KAZOKU (Shoplifters)
Yön: Hirokazu Koreeda
Ana Yarışma

Bu yıl Cannes’ın resmi seçkisini domine eden örtük melodram temasının Uzakdoğu sinemasındaki en yetkin uygulayıcılarından Hirokazu Koreeda’nın böyle bir yılda festivalden Altın Palmiye ile ayrılması elbette şaşırtıcı olmadı. Koreeda’nın yakın döneminde çektiği en iyi filmlerden olması bir yana, bildik tarzını yeni bir hikâye üzerinden bir kez daha alışılageldik şekilde tatbik ettiği Shoplifters, seyircisinin kalbine çarpık, dökük ve tamamen alternatif bir ailenin varolabileceğiyle ilgili kırık ümitler serpiştiren, final bloğuna yaklaşırken sulugözlü olmaktan da çekinmeyen bir dram. Neredeyse tesadüfen bir araya gelmiş bir ‘kimsesizler’ çetesinden derme çatma bir aile resmi çıkarmış kahramanlarını, seyircisine doz doz sevdirip, onların gündelik ritmine ortak eden Koreeda, bu ‘ailemsi’nin sert ve çıkışsız toplumsal kurallarla verdiği sınavları birbiri ardına diziyor ve bunu yaparken de kimi zaman kendi kurduğu tuzağa düşüp didaktizme kaçmaktan da geri kalmıyor. Buna rağmen müziğinden kurgusuna, senaryo matematiğinden oyuncu performanslarına kadar tek bir anda bile izleyici reflekslerine aykırı bir çıkışa meyletmeden, gerçek bir seyirci gönülçelenine imza atmayı başarıyor. Formül kokan kısımlarına rağmen, önceki filmlerine aşina ve empatik kitleler üzerinde kusursuz işleyebilecek Shoplifters’a giden Altın Palmiye ödülü abartılı olsa da, Koreeda filmografisi içerisinde ‘en iyi’ diye işaret edilebilecek bir iki filmden biri olduğu gerçeğinden kaçmaz çok zor.

Image

11. LE LIVRE D’IMAGE (The Image Book)
Yön: Jean-Luc Godard
Ana Yarışma

Lineer bir hikâye anlatımı ve kurmacaya yakın bir sinema mantığını uzun yıllar önce terketmiş olan yaşayan efsane Jean-Luc Godard’ın, hâlâ yeni bir film yapıyorken Ana Yarışma’ya renk katacağı kesin ancak son birkaç filmdir o kadar “değerlendirilemez” ölçütlere sahip, özgün işlerle karşımıza çıkıyor ki, filmleri izlerken en çok jüri üyelerine üzülüyorum. Godard’ın son işini, Yomeddine‘lerle filan kıyaslarak değerlendirmek durumunda kalan Kristen Stewart’lar, Khadja Nin’ler gözümün önüne geliyor ve aklıma mukayyet olmaya çalışıyorum. Diğer yandan Godard yine muhtemelen evinden hiç çıkmadan yaptığı son filminde, son derece sert IŞİD videolarından, sinema tarihinin bazı etkili anlarına uzanan görüntülerin üstüne, bazı düşünce yazılarından pasaj ve alıntılardan, birtakım coğrafi gözlemlere uzanan dış sesi ile aniden kesilip geri dönen ve farklı ses kanallarından rastgele üzerimize yağan ses ve müziklerle örülü bir filmle daha karşımızda. Kesinlikle herkese göre olmayan bu özel sinema tecrübesi, Godard’ın seyircisiyle, son dönemlerde sıklıkla geçtiği mağrur alaylardan biri. Etkisi altına girip hipnotize olmak kadar, bütünüyle reddetmenin de mümkün olduğu, sıradışı ve değerlendirmeler üstü bir film The Image Book.

Image

10. BLACKkKLANSMAN
Yön: Spike Lee
Ana Yarışma

Uzun süredir dişe dokunur bir işle karşımıza çıkmayan Spike Lee, tutkunu olduğu topraklardaki yönetimsel değişimle epey ajite olmuşa benziyor. Hem geçtiğimiz sezon Netflix’e aynı adlı kendi filminden uyarladığı 10 bölümlük dramedi She’s Gotta Have It’te, hem de bu yılki Ana Yarışma’dan Jüri Büyük Ödülü’nü kucaklayan BlacKkKlansman’de, Trump dönemine dair keskin cümle ve gözlemlerin yanı sıra, ayrımcılık ve ırkçılık üzerine de koca koca manifestolara imza atması ve bir hayli agresif bu iki iş, Lee’yi yeniden özlediğimiz sinemasının köklerine döndürmüş gibi görünüyor. 1970’li yıllar Amerika’sında, siyah bir polis dedektifinin Klu Klux Klan’ın içine sızarak, örgütle verdiği mücadeleyi konu alan film, gerçek bir hikâyeden yola çıkıyor ve ele aldığı öyküyü seyir zevki yüksek bir macera filmine dönüştürüyor. Başka bir yönetmenin elinde herhangi bir dönem avantürüne dönüşebilecek film, Spike Lee gibi hem mizahi açıdan, hem de politik manada güçlü bir anlatım diline sahip bir yönetmen tarafından etkileyici bir işe dönüşmekte sıkıntı çekmiyor. Her ne kadar senaryosunda ufak tefek tıkanıklıklar ve bazı kaçırılmış fırsatlar olsa da, hem diyaloglarındaki ustalık, hem de izleyeni sinemanın gücüyle gaza getiren, politik doğruculuk kaygısından uzak sahiciliğiyle BlacKkKlansman’in yılın en iyileri arasında anılıp, ödül sezonunda da birkaç adaylık ve ödül kapmaması için hiçbir neden yok.

Image

9. DIE STROPERS (The Harvesters)
Yön: Etienne Kallos
Belirli Bir Bakış

Güney Afrika topraklarında yaşayan beyaz ve muhafazakar bir etnik azınlığın içerisindeki sert bir aile içi çatışmayı merkez alan bu özel film, bu yılki Un Certain Regard seçkisinin en etkileyici filmleri arasında yerini aldı. Dindar ailesi ve baskıcı çevresi içerisinde ezildikçe ezilen ve kendi kimliği ile yüzleşme konusunda son derece tıkanık ergen irisi bir erkek çocuğu, ailesine yapay yollarla dahil edilen yeni ve epey hırçın ruhlu bir kardeşin varlığıyla birlikte korkunç bir tehditle karşı karşıya geliyor The Harvesters’ta. Filmin esas hikmeti ise bu karşılaşmadan iki tarafı da ağır hasarlı uğurlarken, bir yandan aile ve toplum üzerine sert bir tartışma açıp, bu konuda keskin tespitlerde bulunmak konusunda hiçbir çekince duymaması. Etienne Kallos’un bu etkileyici ilk filmi, ailenin nasıl bir cehennem yerine dönüşebildiği ve kendini gizlemenin yarattığı sıkıntıların nelere muktedir olabileceğine dair çarpıcı bir hikâye anlatırken, dingin atmosferi ve herkes üzerinde aynı şekilde çalışmayacağı kuvvetle muhtemel rejisiyle, yılın kayda değer filmleri arasındaki yerini alıyor.

Image

8. DOGMAN
Yön: Matteo Garrone
Ana Yarışma

Gomorrah ile elde ettiği büyük başarı sonrasında Reality ve Tale of Tales gibi fantastik soslu nispeten hafif filmlere yönelen Garrone, bir kez daha kafayı erkeklik meselesine taktığı son filmi Dogman’de, gittikçe güçlenen bir korku imparatorluğu ve beraberinde gelen tahttan indirme mücadelesini, küçük ve puslu bir İtalyan kasabası fonunda, neredeyse masalsı bir atmosferde önümüze getiriyor. Kendi halinde bir köpek bakıcısı olan ve bir yandan da bazı kirli işlere bulaşmaktan geri kalmayan, içinde yaşadığı küçük zümrenin pasifize ettiği ancak örtük bir güç sevdası da taşıyan kahramanı Marcello’nun, kendisi neyse her açıdan onun tam zıttı bir karakter olan zorba Simone ile giriştiği güç ve denge savaşını merkez alan Dogman, Garrone’nin hikâye anlatma becerisini gözler önüne sererken, başroldeki Marcello Fonte’nin enfes oyunculuğundan da güç alıyor. İzleyicisini her saniye kaşıyan ve sürekli diken üstünde bir seyir tecrübesi yaşatan filmin, yılın geniş kitlelerce en çok bağra basılacak Avrupa filmlerinden biri olacağı kaçınılmaz ancak Dogman’in tümüyle orijinal ya da çok da heyecan verici bir film olmadığını söylemek lazım. Yine de bu yılki cılız yarışmanın kalburüstü filmlerinden biri, karşımızdaki.

Image

7. GRANS  (Border)
Yön: Ali Abbasi
Belirli Bir Bakış

Bu yılki Un Certain Regard seçkisinin büyük ödülünü de kazanan, gerçekten de bölümün en takdire şayan filmi filmi Border, şaşkınlık verici ve çarpıcı bir öteki hikâyesi anlatırken, kahramanına yaşattığı dönüşümü seyircisine aktarmakta en ufak bir problem yaşamayan bir atmosfer harikası. Sürprizini bozmamak için detaya girmek doğru olmayacaktır ancak yılın en tuhaf filmlerinden biriyle karşı karşıya olduğumuzu söylemek lazım. Kendine benzeyen bir ötekinin varlığıyla değişim ve dönüşüm geçiren bir güvenlik görevlisinin, kökleri ile bu yaşına dek benimsediği toplumsal kodların savaşına ortak olduğumuz bu hayranlık uyandıran film, tartışmaya açtığı meseleye yaklaşımındaki genekselcilik kokulu final yönelimiyle kusursuz olmayı ıskalasa da, yılın en kayda değer ve en özel filmlerinden birine dönüşmeyi başarıyor.

Image

6. UNDER THE SILVER LAKE
Yön: David Robert Mitchell
Ana Yarışma

Bir önceki filmi It Follows ile Critic’s Week bölümünün gelmiş geçmiş en nefis tür filmlerinden biri olarak kayıtlardaki yerini alan David Robert Mitchell’ın, onu Ana Yarışma’ya terfi ettiren son filmi Under the Silver Lake, Hitchcockyen bir atmosfere sahip bir neo-noir harikası. Karmaşık yapısı ve uzadıkça tuhaflaşan rejisiyle bir grup eleştirmen tarafından nefret objesine dönüşen film, hem yapı itibari ile Donnie Darko ile benzerlikler taşıyor, hem de Donnie Darko’nun yönetmeni Richard Kelly’nin bir sonraki filmi Southland Tales’ın Cannes’da yarışırken yaşadığı üzücü kadere ortaklık ediyor. Tıpkı Kelly gibi Mitchell da gerçekle fantezinin iç içe geçtiği tuhaf bir aşırılık paketi hazırlamış izleyicisine UTSL’te. Film, klasik Hollywood sinemasının görsel ve kurgusal numaralarını öylesine parlak bir şekilde güncelleyip önümüze getiriyor ki, hikâyenin derinliklerine doğru yol alırken, önceki adımları sorgulama ya da akla mantığa uydurma gibi bir gayreti bir süre sonra kapıda bırakmanız gerekiyor. Mitchell bir anlamda klasik bir anlatı takip etmemesine rağmen yine de büyük bir seyir zevki vereceğini henüz ilk yarım saatte garantiliyor. Bu noktada anlaşmayı imzalayıp devam eden seyirciyi benzersiz bir sinemasal tecrübe beklerken, kapının diğer tarafında kalanları muhtemelen acı verici bir ‘izlediklerini anlamlandırma’ sınavı bekliyor. Tekrar tekrar izlenecek, her defasında yeni, zihin açıcı detaylar keşfettirecek özel bir film Under the Silver Lake.

Image

5. JIANG HU ER NV (Ash is Purest White)
Yön: Jia Zhangke
Ana Yarışma

En son üç yıl önce Mountains May Depart ile karşımıza çıkan Çin sinemasının anlatım ustalarından Jia Zhangke’nin, benzer bir dokuda farklı bir on yıllara yayılan acılı hikâyeye giriştiği yeni filmi Ash is Purest White, bir mafya lideri ile sevgilisinin trajedilerle oradan oraya sürüklenen öyküsünü merkez alıyor. Son iki filmdir, güçlü kadın kahramanlarına, Çin’in birkaç on yıldır yaşadığı dönüşümü birebir tecrübe ettiren Zhangke, 2001 yılında açtığı filmini günümüze kadar getiriyor. Zeki Demirkubuz’un Kader’ini andıran bir öyküden hareketle yön verdiği filmini, Zhangkevari hamlelerle heyecan ve merak dozajını düşürmeden sürdürüp finale erdiren yönetmen, her zamanki gibi süresini de alabildiğine kullanıyor. Epizodik hikâyesi, iki buçuk saati bulan filmin süresini fazla hissettirmese de Zhangke’nin yumuşak karnının montaj masası olduğunu tespit etmek güç değil. Son olarak başroldeki Tao Zhao’nun, her zamanki gibi harika bir performansla ışıldadığını eklemek lazım.

Image

4. LETO (Summer)
Yön: Kirill Serebrennikov
Ana Yarışma

Bir önceki filmi The Student ile iki yıl önce Un Certain Regard seçkisinde boy gösteren Serebrennikov’un Ana Yarışma materyaline gani gani sahip son filmi Leto, nostaljik ancak geçmiş fetişizmine yelken açmaktan kaçınan, enfes bir punk müzikali. Özenli siyah beyaz sinematografisi, başarılı müzikal numaraları ve karakterlerinin yaşadığı evrene seyircisini hapsetmekten bir an bile geri durmayan özverili anlatım diliyle bu yılki yarışmanın en özel filmlerinden birine dönüşen Leto, dönemin politik atmosferini ve sansürle mücadele etmeye çalışan gençlerini de hikâyesinin odak noktası haline getiriyor. Tek bir karakterin hikâyesini takip etmektense, koca bir arkadaş grubunun umut dolu ruhlarını filmin ana kahramanı haline getiren Leto’nun yönetmeni Kirill Serebrennikov’un bugünlerde Rusya’da ev hapsinde tutulduğunu ise kocaman üzücü bir ironi olarak not düşelim.

Image

3. AHLAT AĞACI (The Wild Pear Tree)
Yön: Nuri Bilge Ceylan
Ana Yarışma

Nuri Bilge Ceylan’ın dört yıldır merakla beklenen yeni filmi Ahlat Ağacı, yönetmenin son altı filminde olduğu gibi yine dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nin ana yarışmasında gerçekleştirdi. Ceylan’ın kendine özgü incelikli sinemasının bu en yeni örneği, bir önceki filmi Kış Uykusu’nda olduğu gibi son derece yoğun diyalogların yön verdiği uzun bloklardan oluşan, epizodik bir senaryo kurgusuna sahip.

Üniversiteyi bitirdikten sonra Çanakkale / Çan’daki aile evine dönen ve yazdığı ilk kitabın basılması için çabalayan kahramanımız Sinan’ı (Doğu Demirkol) takip eden film, temelde Sinan’ın ‘taşra karşılaşmaları’na odaklanıyor. Kendisine karşı pek de hayırlı hisler beslemediği, altılı ganyan bağımlısı öğretmen babası (Murat Cemcir) ile ilgili hayal kırıklıkları, bir diktatör olsa ilk fırsatta üzerine atom bombası atıp yok etmeyi planladığı kasabası, gerçekleştirebilmesi için, hiçbir ortak değer paylaşmadığı güç ve iktidar sembolü karakterlerin (Kadir Çermik ve Kubilay Tunçer) maddi desteğine ihtiyaç duyduğu kitap çıkarma hayali, bu hayalini gerçekleştirmiş bir başka yazarla (Serkan Keskin) giriştiği yüzleşme, hor gördüğü ve bir statü beyanı için kullandığı ufak romantik kaçamağı (Hazar Ergüçlü), din ve ahlak üzerinden iki imamla (Akın Aksu ve Öner Erkan) içerisine sürüklendiği uzunca bir diyalog, her şeyini adadığı annesine (Bennu Yıldırımlar) sinik bakışı ve ayrı ayrı daha pek çok karşılaşma, Sinan’ın film boyu yaşadığı dönüşümü tetikleyen ve nihayetinde kendi kendisiyle karşılaşmasının fitilini ateşleyen olayların temelini oluşturuyor, 188 dakikalık Ahlat Ağacı‘nda.

Filmdeki iki imamdan birini de canlandıran Akın Aksu’nun hikâyesinden yola çıkarak Nuri Bilge Ceylan, Ebru Ceylan ve Aksu tarafından kaleme alınan senaryo, sırtını en çok Kış Uykusu‘nda olduğu gibi upuzun ve sarsıcı diyaloglara yaslıyor. Bunu yaparken de karakter gelişimi ve yan aksların işleyişi konusunda ders niteliğinde bir anlatıya dönüşüyor. Ahlat Ağacı‘nın filmin içinde bahsi geçen kitabı, filmde tanımlandığı şekliyle andırdığı söylenebilir bu noktada. Üç saati aşkın zaman zarfı içinde, bir solukça okunan ancak etkisi uzun süre geçmeyen kalın bir roman gibi film. Fakat tıpkı kahramanımız Sinan’ın kendi kitabını tanımladığı gibi ‘insana dair öyküler de denebilir ama öykü kitabı değil, deneme diyenler çıkacaktır ama öyle de değil’ Ahlat Ağacı.

Sinemanın usta yönetmenlerinden bazıları, hayatı ne kadar iyi anladıkları ve bu dünyanın zafiyetlerinin insan ruhu üzerinde ne denli keskin yaralar açtığını zarif ancak yakıcı bir etkiyle anlatıverir ya bazen, NBC’nin Ahlat Ağacı da işte o filmlerden biri. İnsan denen ego ve travma yumağının, kendine benzeyenle karşılaştığındaki vahşi korkuları ile kendine öteki seçtikleriyle burun buruna geldiğinde tenini yırtıp çıkan saldırgan güdüleri tek bir bedende karşımıza getiren filmin en büyük gücü, bu kadar edebi bir metinden, sinemasal öğelerin her an kendini hissettirdiği, metnin ruhuna paralel bir görsel anlatı da çıkarabilmesi. Ceylan’ın en güvenilir özelliklerinden biri olan, sinemasının görsel anlatım gücü, Ahlat Ağacı‘nda da son derece belirgin. Ancak bu kez görsel bütünlük, uzun zaman sonra ilk kez Sony ile çalışmayan Ceylan ve görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki’nin RED’e geçişiyle birlikte kimi anlarda güç kaybediyor. Filmin renk çalışmasında yer yer göze çarpan kimi tutarsızlıklar ve bazı görsel seçimlerin getirdiği kimi riskler, belki de ilk kez bir NBC & Gökhan Tiryaki iş birliği için ‘kusursuz’dan başka bir tanımı beraberinde getiriyor. Ceylan’ın imzasını taşıyan kurguda da bazı minik problemler kendini hissettiriyor. Her ne kadar Ceylan’ın bazı montaj sekmeleri, devamlılık problemleri ya da daha sonra alınmış dublajın kendini belli etmesi gibi bazı sinemasal hataları hiçbir zaman dert etmemeyi seçen bilinçli tavrına hakim olsak da, Ahlat Ağacı‘nda bu türde sorunlar, uzunca diyalogların varlığıyla beraber göze takılmadan edemiyor.

Neredeyse perdede görünen bir karakterin sustuğu tek bir an bile olmayan filmin, üst üste konuşmalı bloklardan bazılarında (özellikle Sinan ve imamlarla olan uzun blokta) izleyiciyi bir tık yorma riski taşıdığını da söylemek mümkün. Hemen her biri öylesine özenli yazılmış ki, bir saniyelik kopuşun dahi çok şeyi değiştirebileceği bir akış var ortada. Filmin, ana dili Türkçe olmayan bir seyirci üzerinde bizdeki kadar çalışmaması riski de tam burada devreye giriyor. Ancak bu noktada da Ceylan’ın yönetmen kimliği devreye giriyor ve hiçbir zaman yapmadığı gibi yine hesapçı bir tutum içine girmeden, filmini kendi bildiği ve istediği şekilde meydana getirmiş olmanın konforunu yaşıyor. Bu uğurda belki gediklisi olduğu Cannes ana yarışmadan ihracı ya da bugüne kadar her filmiyle önemli bir ödül aldığı festivalden eli boş ayrılması ihtimallerini de göze alıyor.

Ceylan’ın Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu sosyo-politik ortama -belki de ilk kez bu kadar fırsat veren bir hikâye anlattığından- kayıtsız kalamayarak, öykünün elverdiği ölçüde din, devlet, güç ve erk üzerine gözü kara cümleler kuruyor olması da, bu filmini önceki işlerinden bir tık daha farklı kılan bir diğer etmen. İnsanları sevmediğini açıkça beyan eden ana karakterini, dini ve milli değerlerin eli bayraklı savunucularının karşısında pasifize bir rolde değil, aksine bu türde güçlerin gölgesinde serinleyenlere alevli oklar nişan alır şekilde konumlaması, NBC’nin müdanasız tavrını da ortaya koyuyor…

Filmin tadını kaçırmamak için daha fazla detaya girmenin güç olduğu şu noktada, yönetmene hayranlık duyanları, yine zevkten dört köşe etmesi neredeyse kaçınılmaz bir tecrübenin beklediğini ve Ahlat Ağacı‘nın dört yıl boyunca beklemeye değer olduğu gibi, bundan sonraki yıllarda da tekrar tekrar izledikçe daha çok tadına varılabilecek bir film olduğunu söylemek yeterli olacaktır. Ve de oyuncu yönetimi konusundaki başarısı su götürmez bir gerçek olan NBC’nin tüm oyuncularından kariyerlerinin en iyi performansını aldığını (özellikle Serkan Keskin’li sahne filmin zirve noktası olabilir), Murat Cemcir’in film ilerledikçe tadından yenmez bir hale gelen oyununun unutulmaz bir etki yarattığını ve son olarak Ahlat Ağacı‘nın antolojik bir final sekansına sahip olduğunu da belirtmeden geçmeyeyim.

Image

2. ZIMNA WOJNA (Cold War)
Yön: Pawel Pawlikowski
Ana Yarışma

Ida ile akılları baştan aldıktan birkaç yıl sonra yine büyüleyici bir sinematografi ve etkileyici bir hikâyeden güç aldığı yeni filmi Cold War‘la Polonyalı yönetmen Pawel Pawlikowski, şimdilik yarışmanın favori filmine imza atmış durumda. Soğuk Savaş döneminde başlayan ve sonrasındaki on yıllara yayılan yürek parçalayan bir aşk hikâyesini takip eden Pawlikowski, neredeyse hüzünlü bir müzikal denebilecek filminde, öyküsünün ruhuyla organik bir bağ kuran şarkılarla, filminin görsel çarpıcılığını ses bandıyla da dengeliyor. Oyuncularından aldığı yüksek performanslarla da güçlenen Cold War, ne kadar şiirsel bir sinema diline sahip olduğunu birkaç film önce kanıtlamış Pawlikowski’nin takipçilerini epey memnun edecek ve yıl sonu en iyiler listelerinde adı en sık anılacak filmlerden de biri olacak gibi görünüyor. Cate Blanchett başkanlığındaki jüriden kazandığı En İyi Yönetmen ödülü de cabası.

Image

1. BEONING (Burning)
Yön: Lee Chang-dong
Ana Yarışma

Bu yıl Cannes’da ciddi bir başyapıt sıkıntısı olduğunu söylemek güç değil. Önceki yıl The Square, You Were Never Really Here, Good Time, The Killing of A Sacred Deer, 120 BPMThe Beguiled gibi çok güçlü filmlerin Altın Palmiye savaşı verdiği Cannes’da bu yıl ortalamanın üstündeki birkaç film belli belirsiz bir mutluluk yaratsa da, gözler çarpıcı bir başyapıtın peşindeydi. Neyse ki yarışmanın sonlarına doğru, Oasis, Milyang, Shi gibi etkileyici yapıtlara imza atmış Lee Chang-dong’un Burning’i prömiyer yaptı da yürekler biraz olsun serinledi. Cannes’da günlük çıkan Screen dergisinin meşhur eleştirmen jürisinden 4 üzerinden 3.8 ortalamayla bir rekora imza atan Burning, tertemiz ve benzersiz sinemasal gücüyle kuşkusuz ki bu yılın en iyisi. Usta yazar Haruki Murakami’nin aynı isimli kısa öyküsünü temel alan film, ilk kitabını yazmakla sınanan, hayalgücü oldukça geniş kahramanını, üçlü bir aşkın kıskacında bırakırken, tuhaf ve gizemli bir gerilimin de ortasına atıyor. İlerledikçe daha da zenginleşen hikâyesi, hayatta kendine daha pasif bir rol seçmiş kahramanının kendinden üstün bulduğu ve tam bu nedenle edimsel anlamda tıkandığı her birey ve her şeyle hesaplaşmasını, saniye saniye büyük bir soğukkanlılıkla takip ediyor. İnsanın tenine işleyen diyaloglarının yanı sıra, Chang-dong’un ustalıkla kurduğu bazı unutulmaz mizansenlerle de sinema tarihinde kendine özel bir yer edinmesi kaçınılmaz film, tek kelimeyle bir anlatı harikası. Şimdilik hikâyesinin detaylarına inmek ve daha fazla derinlerine inmek için erken ancak film muhtemelen Filmekimi’nde, olmadı daha sonraki bir festivalde bizim topraklara uğrayınca üzerine daha da uzun uzadıya laflar etmek ve neden bu kadar etkileyici olduğuna dair yeni cümleler kurmak için sabırsızlanıyoruz.

  1. Çatışma ve politikanın ötesinde bir savaş deneyimine dair: MOLLY CRABAPPLE ve MARWAN HISHAM

    Haziran ayında Bant Mag. Havuz/Bina’da açılan Syria in Ink sergisi öncesi “Brothers of the Gun"ın iki yaratıcısından kitabın yolculuğuna dair bizim için sohbet etmelerini istedik ve ortaya anı yazımına, mülteci kavramına, yanı başımızdaki savaşa ve bu savaşın etkilediği hayatlara dair yutkunarak okuduğumuz diyalog çıktı.

  2. “Olabildiği kadar herkese seslenen yerlerde olmak”: MİRGÜN CABAS ve ÖZGÜR MUMCU

    Geçtiğimiz Ekim ayından beri düzenlediğimiz "Yüz Yüze" serisi kapsamında gazeteci, yazar Özgür Mumcu, Mart ayında gazeteci, yazar ve televizyoncu Mirgün Cabas ile rahat ve keyifli bir muhabbet döndürmüştü. Mirgün Cabas'ın gazeteciliğe ilk adım attığı yıllardan başlayarak merak uyandırıcı kariyerinin çarpıcı detaylarının ve unutulmaz hikâyelerin üzerinden geçen sohbet, Türkiye’de anaakım medyanın yolculuğu adına da oldukça hafıza tazeleyici.

  3. A’dan Z’ye: Robert Plant

    Efsanenin turne rotası bir kez daha İstanbul’dan geçiyor.

  4. Uzun ömürlülük ve dinmeyen isyan: Manic Street Preachers

    Manics’in yeni albümü Resistance is Futile’ın attığı başlıkları çıkardık ve grubun kendi ağzından kaçış, sevinç ve ilhamla ayakta durmanın önemini anlamaya yoğunlaştık.

  5. Zamanı yansıtmak: Robert Glasper’la R+R=NOW üzerine

    “Böylesi müzisyenlerle sahnede olmak çok eğlenceli. Orada hiçbir ego yok.”

  6. Tutku dolu bir serüven: “Türkiye’den Kadın Şarkıcılar, 1974 – 1988”

    “Eğer daha çok şey bilirsek, duyduğumuz müzik de bildiğimiz halinden daha farklı gelecek.”

  7. 71. Cannes Film Festivali’nden yıl boyu konuşulacak 40 film (40-21)

    Yılın sinema gündemini belirleyen Cannes Film Festivali’nin, usta yönetmenlerin merakla beklenen çok sayıda filmini resmi seçkisine dahil etmeyerek epey tartışma yaratan bu yılki filmleri, tek tek, özenle mercek altında…

  8. 71. Cannes Film Festivali’nden yıl boyu konuşulacak 40 film (20-1)

    Yılın sinema gündemini belirleyen Cannes Film Festivali’nin, usta yönetmenlerin merakla beklenen çok sayıda filmini resmi seçkisine dahil etmeyerek epey tartışma

  9. Bir komün hayali üzerine soluksuz bir konuşma: Wild Wild Country

    Netflix’in 6 bölümlük belgesel dizisi Wild Wild Country, Sundance Film Festivali’ndeki prömiyerinin ardından online yayınına başladı ve tüm dünya gibi Türkiye’de de büyük ilgi uyandırdı. Diziyi çıkar çıkmaz izleyen Berrak Tüzünataç ve Melikşah Altuntaş, Osho’nun sıradışı komünü üzerinden soluksuz bir sohbete girişti.

  10. Orgullo*, Orgulho**: Latin Amerika LGBTİ+ Sineması

    Gökkuşağı renklerinin yaz güneşiyle parladığı günlerin yaklaşmış olması, son yıllarda yükselişe geçmiş olan Latin Amerika LGBTİ+ sinemasının güncel örneklerini hatırlamak için iyi bir fırsat. Hele ki Şili yapımı bir LGBTİ+ filmi, Una mujer fantástica / A Fantastic Woman En İyi Yabancı Dilde Film Oscar ödülüne yeni uzanmışken…

  11. Daha iyi yarınları umut etmeye devam: “Mr. Gay Syria”

    2017'nin ilk aylarından beri festival festival dolaşan ve Mayıs ayında Başka Sinema vasıtasıyla geniş bir izleyici kitlesiyle buluşan Mr. Gay Syria'nın arkaplan hikâyesini, sosyo-politik önemini ve geçtiğimiz bir buçuk sene boyunca aldığı tepkileri bizlere daha detaylı anlatmaları için filmin yönetmeni Ayşe Toprak ve yapımcısı Ekin Çalışır ile söyleştik.

  12. “Bu ülkede tarihin tekerrürü bir ömre birçok kez sığabiliyor”: Parçalar

    İstanbul Film Festivali 2018 Ulusal Belgesel Yarışması’nda “En İyi Belgesel” ödülüne layık görülen Parçalar’ın terapi-vari yaratım sürecini ve hikâyesini yönetmeninden dinliyoruz.

  13. Kıyılardaki kültürlerin ve kişisel hikâyelerin peşinde: Giovanni Cocco

    Fotoğraflarıyla deprem dolayısıyla terkedilmiş şehirlerin, kapanma riskiyle karşı karşıya kalan manastırların, İtalya’da yükselen burlesk sahnesinin, eski zamanlar içerisinde donup kalmış Avrupa kasabalarının öykülerini aktaran Giovanni Cocco ile “eskiltilmiş” fotoğrafçılık anlayışı üzerine.

  14. Bir iade-i itibar projesi: İsmail Saray

    Türkiye sanat tarihinin önemli figürlerinden biri olan ve kendi döneminin ötesinde bir üretim gerçekleştiren İsmail Saray, hakkında yeterli kaynak bulunmaması ve uzun yıllardır İngiltere’de ikamet etmesi gibi nedenler dolayısıyla dışında kaldığı Türkiye sanat tarihi anlatımına SALT’ın 2012’de başlangıcını yaptığı uzun soluklu bir projeler bütünü sayesinde geri kazandırılıyor.

  15. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler