Gelecek sinema

46. Toronto Film Festivali pazar günü sona erdi. “Yeni normalimiz”deki festivaller gibi sosyal mesafeli fiziksel gösterimlerle ile çevrim içi gösterimler aynı anda gerçekleşti ve toplam 200 film gösterildi. Eski yıllardaki parıltı, patırtı, partiler, uzun sıralar ve dedikodular olmasa da sinema salonlarına geri dönmenin dayanılmaz hafifliği ve neşesi vardı. Auteur yönetmenler, yeni keşifler, mayınlı filmler ve festivalin 2017’den bugüne yürüttüğü kamera önü ve arkasındaki kadınları öne çıkaran, “Share Her Journey” projesi. TIFF’in altı yaşında olan, tek bir resmi yarışma bölümü var, o da Platform. Ama onun ödülü Seyirci Ödülü’nün yanında önemsiz kalıyor. Akademi Ödülleri’nin habercisi veya fırlatma rampası olarak kabul edilen ve o yüzden de her yıl merakla beklenen Seyirci Ödülü (geçen seneki Nomadland gibi) bu yıl Kenneth Branagh’ın kendi büyüdüğü şehrin adını taşıyan filmi Belfast’a gitti. 1960 sonları Kuzey İrlanda’daki politik çalkantıda geçen ergenlik yıllarına dayanan yarı otobiyografik bu hikâye de Platform’un galibi olan Endonezyalı yönetmen Kamila Andini imzalı Yuni de büyüme hikâyeleri. 

Anadolu Leoparı
Emre Kayiş’in ilk uzun metrajı Anadolu Leoparı, dünya prömiyerini yaptı

Bu yılki filmleri bir şeride dizebilseydik sancılı büyüme hikâyeleri gibi küresel travmanın izlerini taşıyan ağrılı filmler de vardı. Yas, melankoli gibi ruhsal enerji dolaşımlarının, kayıp, depresyon, yalnızlık gibi acıların işlendiği hikâyeler… Buna ilk örnek festivaldeki Türkiye’den tek film olan Anadolu Leoparı. Alef dizisinin yaratıcısı olarak tanıdığımız Emre Kayiş’in yazıp yönettiği ilk uzun metrajı, dünya prömiyerini Keşif bölümünde yaptı ve festivalden FIPRESCI (Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Federasyonu) ödülüyle döndü. Anadolu Leoparı, Türkiye’nin en eski hayvanat bahçesinin müdürü olan Fikret karakterini incelerken aslında modernleşme ile eski görgü, yolsuzlukla namus arasında paralanan bir ülkenin de portresini çiziyor. Özelleştirilme sürecindeki hayvanat bahçesinin en eski üyesi olan Anadolu leoparı ile idealist kişiliğiyle neslinin son örneği olan Fikret arasında özel bir bağ var. Fikret ait olduğu mahmur ama onurlu, neon ışıklarıyla kara film şehrine benzeyen Ankara gibi, içi boşalan vatanseverliği ve ahlak değerleriyle yeni dünyada yer bulamıyor. Filmin, insanın doğaya karşı yenilmez oluşunu, kuvveti simgeleyen Herkül (leoparın adı) gibi Yunan mitolojisinden Shakespeare göndermesine sembolizmi iyi kullanan bir metni var. Anlatımı ve kurgusu incelikli, Uğur Polat, Tansu Biçer gibi oyunculukların etkisiyle de iz bırakan Anadolu Leoparı’nın Türkiye’deki ilk gösterimi Antalya Altın Portakal Festivali’nde olacak. 

Întregalde
Ülkesinin arızalarını araştıran, keskin bir drama: Întregalde

Gelenek ile modern arasındaki çetrefile bakan bir diğer film de Cannes’ın “Yönetmenlerin 15 Günü” bölümünde ilk gösterimini yapan Radu Muntean’ın yedinci filmi Întregalde. Yardım derneğinde çalışan Maria, Dan, and Ilinca, Apuseni Dağları’ndaki ücra köylere yemek dağıtmak için giderken SUV arabaları çamura saplanıyor. O sırada yarı bunak, yaşlı adam, Kente (profesyonel oyuncu olmayan Luca Sabin’in müthiş oyunculuğuyla) ile yolda karşılaşmalarıyla hem planları hem de filmin seyri değişiyor. Talihsiz kaza, Kente’nin tutarsız söylem ve davranışları, yakıcı soğuk ve gecenin inmesiyle bu üç gönüllünün empati sınırları zorlanıyor. Muntean’in kamerası karakterleri arasındaki davranışları ve öyküsünün detaylarını yavaş yavaş kurarken kır/kent, varlık/yokluk, kadın/erkek gibi karşıtlıkları gösteriyor. Gece ormanda geçen gerilimli bir hayatta kalma hikâyesi olarak başlayan Întregalde, empati yoksunluğu ile özgecilik arasında kalan karakterleri üzerinden aslında ülkesinin arızalarını araştıran kara mizahlı, keskin bir drama dönüşüyor.

Diários de Otsoga
Wavelengths bölümündeki deneysel yapımlarla “geleceğe” bakış

TIFF’in daha deneysel filmler için ayırdığı Wavelengths bölümündeki iki film direkt pandemi çıkışlı. Zaman algısının bozulduğu, günlerin birbirini tekrar ettiği bir döneme not atmak isteyen iki film. İlki Otsoga Günlükleri (Diários de Otsoga). Özel hayatlarında da partner olan Maureen Fazendeiro ve Miguel Gomes’in üzerinde çalıştıkları büyük bütçeli projeler salgın yüzünden duraksar. Portekiz’in kapanma süreci üzerine devletin sanatçılara desteğinin neredeyse yok kadar az olması çifti bir şey yapmaya tetikler. Ve yanlarına arkadaşları olan bir grup oyuncu ve ekibi alarak filmin yapımcısının çiftlik evine kendilerini kapatırlar. Bütçeleri çok düşük olduğu için aşçıdan görüntü yönetmenine kadar tüm ekip aynı ücreti alır. Tecride, hapsedilmeye tepki olarak doğan film senaryosuz, günlük kararlarla ilerliyor, oyuncuların karakterleri de yok. Bazıları ekip olarak yaşadıkları gerçek olaylar, bazıları o gün yazılmış sahneler. Hatta bir noktada yönetmenlik el değiştirip oyunculara geçiyor. Örneğin yakınlaşmanın yasak olduğu bir zamanda öpüşme sahnesi çekmek nasıl bir şey? Filmin baştan beri net olan tek bir seçimi var, o da kurgu. Hikâyeyi tersten, yani sondan başa anlatıyor. Dolayısıyla izlerken filmi kafanızda bir daha, başka şekilde kurguluyorsunuz. İki yönetmenin bağlantı kurma ihtiyacından, yalnızlığa panzehir olsun diye yola çıktıkları Otsoga Günlükleri, sinema ile hayat arasındaki sınırı kaldırırken “yaz hiç bitmesin” dedirtiyor.

Pandemi bağlantısı olan başka bir Wavelengths filmi de yine bir kolektif çalışma ve yine günlük formatında. Çağdaş İtalyan sinemasının üç parlak ismi Pietro Marcello, Francesco Munzi ve Alice Rohrwacher güçleri birleştirip bir belgesel çektiler. Cannes’ın yine “Yönetmenlerin Günü”nde açılan Futura, İtalyan gençliğinin gelecek hakkındaki görüşlerini araştırıyor. Gelecek kişisel bir mesele mi yoksa kolektif mi? Bu soruşturma yönetmenleri kırsaldan kente, İtalya’nın bir ucundan diğer ucuna, 15-20 yaş arasındaki gençlerle buluştururken, bizi de hem bu anlamlı buluşmalara hem de 16mm estetiğiyle ülkenin mimari ve doğal güzelliklerine davet ediyor. Gençler geleceğin muğlaklığından, endişelerinden bahsederken, pandeminin patlamasıyla film başka bir yere seyreliyor. Yönetmenlerin de kameraya bakan gençlerin de hayalleri ve tavırları değişiyor. Artık asıl soru “geçmiş mi gelecek mi daha çok korkutuyor?” oluyor. Futura, istemeden pandeminin hâletiruhiyesini kaydetse de çıkış noktası Pasolini’nin, İtalya’yı gezerek insanların aşk üzerine fikirlerini topladığı Aşk Buluşması (Comizi d’amore, 1964) belgeseli. Filmin yolculuğu boyunca, tamircilerden oyuncu veya güzellik uzmanı adaylarına, ünlü veya anne olmak isteyenlere gençlerin verdikleri cevaplar ergenliğin çekingenliğiyle birlikte o kadar doğru ve içten ki! Kariyer seçimleri, ırkçılık, futbol, aşk, direniş gibi farklı konulara değinen röportajlar İtalya ile ilgili bir çalışma gibi dursa da bugün her yerden, her yaştan insana dokunuyor. Ne de olsa gelecek dediğimiz, korkular kadar sonsuz arzulara da gebe. Açlığın, barbarlığın ve korkunun olmadığı bir ütopya da vaat ediyor. O gün kameraya konuşan gençler de artık arşiv malzemesine dönüşürken, geçmiş ile geleceğin akordu kaysa da umudu da yanında getiriyor. Bu da tam “insanla mevcut olan zaman ve mekân”ı kaydeden sinemanın özüne dair.

Yazı: Müge Turan