Haksızlık hissi her bir ânına sinmiş: Anne üzerine

Kevin Sampson’ın metninden, BAFTA adayı Born to Kill ve Murdered by My Father’dan anımsanabilecek Bruce Goodison’ın rejisiyle hayata geçen Anne; aktivist Anne Williams’ın deneyimlerine yakından bakan, dört bölümlük bir Britanya dizisi. Başroldeki Maxine Peake’e eşlik eden oyuncular arasında Bobby Schofield, Lily Shepherd, Rob Jarvis, Stephen Walters, Clare Calbraith ve Polly Kemp bulunuyor.

Zaman dilimi ve mekân

1989 – 2013, İngiltere.

Konu nedir?

Anne, 15 Nisan 1989’da yaşanan ve Hillsborough faciası olarak bilinen; yetersiz önlem ve polisin zaafları yüzünden tribündeki karmaşada ölen 97 Liverpool taraftarının hikâyesini anlatıyor. Anlatısını, -diziye ismini de veren- Anne’in (Maxine Peake) 15 yaşındaki evladı Kevin’ı bahsi geçen faciada kaybetmesini odak alarak inşa ediyor. Bu kaybın yasını izleyiciye yansıtmanın yanı sıra bu yasın nasıl bir adalet arayışına dönüştüğünü, bu arayışın nasıl bir dayanışmaya ve öte yandan da bir yalnızlaşmaya sebep olduğunu tüm sadeliğiyle aktarıyor.

İzlemeden önce bilmemiz gerekenler

Ağır bir kayıp, yas ve adalet mücadelesini konu eden Anne, izlemesi kolay bir dizi değil. Haksızlık hissi dört bölümün her bir ânına sinmiş durumda. İzleyene sürekli şunları hatırlatıyor: Dünya adil bir yer değil, hiçbir zaman da olmadı ve olmayacak. İktidarlar, her daim kendi çıkarları için, kanunları, hukuku ve kuralları eğip bükmekten çekinmez.

İlk intiba? 

İlk intiba, utancın ve adaletsizliğin yarattığı çaresizlik hissi oluyor. Öte yandan, 14 yıl içerisinde bir “anne”den bir aktiviste dönüşen Anne, daktiloyla itiraz dilekçeleri yazdığı günlerin ardından kat ettiği yol ile izleyene ve adalet arayışındaki herkese ilham veriyor.

En çok neyi sevdin? 

Mağdur aileler uzun ve zorlu bir adalet arayışının ardından, el yordamıyla topladıkları delil ve tanıklıklarla o zaman statta görevli olan polis memurları hakkında kovuşturma açtırmayı başarıyorlar. Olayın yeniden mahkemeye intikal edeceğini duydukları o an da dört bölümün ağırlığını kısa bir süreliğine de olsa üzerimizden alıyor.

En az neyi sevdin?

Anne’in vazgeçmezken yalnızlaşmasını ve çevresindeki herkesten uzaklaşmasını sevemedim. Kızının onun hastalığını öğrendiğindeki yalnızlığını ve Anne’in adalet mücadelesindeki bencilliğini içselleştiremedim.

En çok hangi sahneye yükseldin?  

Yükseldiğim değil ama alçaldığım sahne daha bol aslında bu mini seride. Ama çok yüksek bir azap duyduğum sahne, Anne’in haberleri aldıktan sonra kalabalıklar arasından koşarak büyük oğlunun aynı maçı izlediği bara gidip “bizim Kev’imiz de oradaydı” dediği ve hayatlarının geri dönülmez bir şekilde değiştiği o sahne.

Karakterlere dair neler söyleyebilirsin? 

Dizide iki karakter adalet arayışı boyunca bize eşlik ediyor: Anne ve kızı Sara. Anne ilk bölümde bir anne olarak karşımıza çıkıyor, sonrasında bir delil “avcısı”, aktivist ve bir adalet arayışının simgesi hâline geliyor. Bu yolculukta kendini kızı Sara’dan başka herkesten uzaklaştırıyor. 

Kızı Sara ise büyürken tanık olduğu bu hikâyede annesinin yanında olmaya çalışıyor; babasının buna tanıklık etmeyişini anlayışla karşılıyor ama sonunda annesinin kabullenilmiş çaresizliğini de yalnız başına kabullenmek zorunda kalıyor. Sara’nın bu farkındalığı, bıkkınlığı ve buna rağmen bırakamayışı, en az Anne’in hikâyesi kadar etkileyici.

Bunu seven şunları da sever 

Patricio Guzman’ın toprağı kazarak tanıdıklarını bulmaya çalışan kayıp yakınları ile yıldızları inceleyen astronomlar arasında paralel bir anlatı kurduğu belgeseli Nostalgie de la Lumiere / Işığa Özlem, kayıp üzerinden benzer bir yokluk ve adalet arayışı hikâyesi anlatır.

Formu dolduran: Olcay Özer