Bir diyalog yaratma girişimi: Inshallah A Boy

Röportaj: Meltem Demiraran

Amjad Al-Rasheed, etkileyici bir sosyal gerçekçilik örneği olan Inshallah A Boy / İnşallah Erkek Olur filmiyle izleyiciyi sarsmaya devam ediyor. Özenle yazılmış senaryosu ve doğal performanslarıyla dikkat çeken film, yönetmenin kendi deneyim ve gözlemleri ile harmanlanarak vücut bulmuş. Al-Rasheed ile film yapım süreci, performans yönetimi ve Cannes serüvenine dair bir sohbete koyulduk. Inshallah A Boy, 1 Aralık itibarıyla MUBI’de gösterimde.


“Amacım sorular sormak, diyalogu yaratmak ve insanları düşünmeye yönlendirmek. Yasalar, kültür, gelenekler aracılığıyla neyin normalleştirildiğini tekrar değerlendirmeye ve düşünmeye yönlendirmek.” 

Filmin oldukça özenli yazıldığı belli. Gerçek hayattan birçok farklı insanın hikâyesine şahit olduğuna ya da en azından onları dinlediğine eminim. Bu hikâyeler, Rula Nasser ve Delphin Agut ile birlikte senaryoyu yazarken, perspektifinizi nasıl etkiledi?

Büyük bir etkisi oldu çünkü gerçek bir konuyu vurgulayabileceğim gerçekçi bir drama filmi yapmak istiyordum, onlar da olabildiğince gerçeğe sadık olmamı istedi. En başta, neredeyse aynı durumu yaşamış olan yakın bir akrabamdan ilham aldım. Film kişisel bir deneyime dayanıyor yani. Ayrıca bunu şahsen gözlemledim. Ardından; filmin gelişme sürecinde Ürdün’deki, Orta Doğu’daki ve dünyadaki farklı kadınların hikâyelerinin peşindeydim. Çevremde benzer veya farklı baskılara dair vakalar vardı. Ayrıca birçok diyalog gerçek durumlardan esinlendi. Amaç da buydu, mümkün olduğunca gerçekçi olmaktı.

Nawal ve kızının mücadelesini tasvir etmenin yanı sıra film aynı zamanda komşuları, Nawal’ın kardeşinin ve eşinin kardeşinin aileleri, Nawal’ın evlerinde çalıştığı insanlar ve özellikle Lauren gibi karakterlere de odaklanıyor. Farklı nesillerden ve farklı kültürel arka planlardan kadınları görüyoruz filmde. “Eril bakış” etrafında dönen fikirleri düşündüğümüzde, bu bakış açısını film yapma sürecinde kişisel olarak nasıl ele aldın veya yönlendirdin? 

Bu “eril bakış” tam olarak ne oluyor, bilmiyorum.

Feminist teoriye göre, erkek yazarlar veya yönetmenler kadınların hikâyelerini anlattığında, çoğunlukla orada bir “eril bakış” görürüz çünkü kadınları bir erkeğin bakış açısından anlatır ve tasvir ederler.

Bunu nasıl tanımlayacağımı bilmiyorum açıkçası. Son zamanlarda; bazen, insanlar olarak her şeyi etiketlemeyi ve her şeye bir cinsiyet atamayı seviyormuşuz gibi hissediyorum. Ve öyle bir yerden, “bu bir kadın hikâyesi” diyoruz ya da “bu bir erkek hikâyesi.” Ancak benim için hikâyelerin cinsiyeti yok; ayrıca, hangi cinsiyetten olursak olalım bütün insanlar olarak zulme ve eşitsizliğe karşı aynı duyguları paylaşıyoruz. Bunlar insanların doğal tepkileri. Toplumumu gözlemleyerek, böyle bir eşitsizlik ve baskıyı yansıtarak anlatmam benim için doğal bir şeydi. Şunu vurgulamamız gerekiyor: Bütün bir toplum olarak gelişebiliriz, erkekler ve kadınlar fark etmeksizin. Sanki kadınların hissettiği şey çok karmaşık ve söyledikleri şey dünyadan çok uzak; bu yüzden erkekler anlayamazmış gibi davranılıyor. Ancak ben bunun, erkek egemen toplumun bize dayattığı bir şey olduğunu düşünüyorum. “Biz kadınları anlayamayız, istekleri çok karmaşık” gibi bir algı da var. Aslında istedikleri şey çok basit: Eşitlik, haklar ve baskıdan kurtulmak. Bu sorulduğunda tuhaf hissediyorum aslında, neden bir erkeğin bir kadın hikâyesini anlatmasının bu kadar zor olabileceğini anlamıyorum, sanki bir kadın da bir erkek hikâyesini anlatamazmış gibi. 

Filmde, birçok toplumsal normla ilintili olarak açığa çıkan tartışma, benim de rahatlıkla bağlantı kurabileceğim konular arasında. Türkiye’de en azından yasalar lehimize diyebiliriz. Miras hakkı ve kürtaj hakkına yasal olarak sahip olmamıza rağmen, toplumda hâlâ zaman zaman bu konuların tartışıldığı oluyor. Birçok Orta Doğu ülkesinin miras yasaları karmaşık ve eşitsizlik dolu. Ayrıca çoğu kürtajı yasaklıyor. Filmde toplumsal normlar ve yasal yapıların ele alınışı göz önüne alındığında; filmin Ürdün toplumunda ve diğer Orta Doğu ülkelerinde açmasını umduğun tartışmalar veya sebep olabileceğini düşündüğün değişiklikler neler?

Öncelikle evet, ben ülkemdeki ve çoğu İslam ülkesindeki belirli bir yasadan bahsediyorum. Ancak Batı’da bulunan diğer ülkelerdeki diğer yasaları, dünyayı yankıladığını da hissediyorum. Batı’daki maaş eşitsizliği gibi basit bir örnekten bahsedebiliriz. Erkekler ve kadınlar aynı işi yapıyor, aynı çabayı gösteriyor. Ancak erkekler yine de daha fazla maaş alıyor. Bu yine bir tür baskıdır. Sadece Orta Doğu veya özellikle Ürdün hakkında konuşmamaya çalıştım, uluslararası bir izleyici kitlesiyle konuşuyorum. Almanya, İngiltere gibi ülkelerde farklı koşullardan gelen kadınlar benim filmlerime geldiğinde hep “Bu benim hikâyem” diyor. Bu benim için çok şey ifade ediyor aslında. Hiçbir şeyi değiştirmek gibi bir amacım yok. Sanatın, özellikle de sinemanın hiçbir şeyi değiştirebileceğine inanmıyorum. Amacım sorular sormak, diyalogu yaratmak ve insanları düşünmeye yönlendirmek. Yasalar, kültür, gelenekler aracılığıyla neyin normalleştirildiğini tekrar değerlendirmeye ve düşünmeye yönlendirmek. Ürdün’de hâlâ bu kurallarla yönetiliyor olabilir miyiz? Toplum modelimiz hâlâ işleyen bir model mi? Bunların tartışılmasını istiyorum. Bu diyalogların bir şeyleri değiştirebileceğine inanıyorum.

Inshallah A Boy’da izlediğimiz performanslar, özellikle de Nowhere (2020) ve The Tower (2018) filmlerinden hatırladığım Mouna Hawa’nın performansı müthiş derecede duru ve doğal hissettiriyor. Bu doğallığı elde etmek için benimsediğin yaklaşımları paylaşabilir misin? Sence bu genel anlatıya nasıl bir katkıda bulundu?

Çünkü istediğim ton çok gerçekçi bir tondu diyeceğim yine. Tam olarak böyle bir performans elde etmeye çalışıyordum. Fazladan duygular veya abartılar olmadan, tıpkı şu anda benimle senin aranda geçen normal bir diyalog gibi. Bu benim için esas hedefti. Oyuncularla çok çalıştım, pek çok prova yaptık. Genellikle çok fazla prova yapmamamız gerektiği söylenir. Fakat ben tam tersi, çok prova yaptım. Büyük duyguların bedenlerinden çıkmasını istedim, tonu aşağı çekmek istedim. Gerçekte yaşanan o durumları anlamalarını istedim. Oyuncularla çalışmak gerçekten eğlenceliydi. Bu tür bir yaklaşımı nasıl uygulayacakları üzerine çalıştık ve tam olarak istediğimi aldım onlardan. Oyuncu seçimi süreci iki yılımı aldı, çünkü yalnızca yetenek aramıyordum. Aynı zamanda insan olarak da onları anlamam gerekiyordu. Onları, vücut dillerini anlamam, nasıl baktıklarını, nasıl durduklarını, nasıl oturduklarını anlamam zaman aldı. Bu küçük detayları inceledim ve bu, prova sırasında ve çekimler sırasında doğru tonu, doğru ânı ve sahneyi, temel unsurları bulmamda bana yardımcı oldu. Biliyorum ki zaman alıyor fakat ben bu şekilde çalışmayı seviyorum. İşe de yaradı diyebilirim.

Cannes’da ilk kez yer alan bir Ürdün filmi ile elde ettiğin bu önemli başarı, yönetmenlik kariyerini nasıl etkiledi şimdiye dek? 

Dürüst olmak gerekirse, Cannes her zaman bir hayaldi. Elbette her yönetmenin hayalidir Cannes Film Festivali’ne katılmak. Cannes bu. Tabii ki böyle bir şey beklemiyordum. Çekimler sırasında, hazırlıkları yaparken sadece istediğim filmi yapmaya çalışıyordum. Sonunda istediğim filmi yaptım ve Cannes’daki izleyiciyle bunu paylaşmak çok büyük bir başlangıç oldu. Özellikle ilk filmin galasını Cannes’da yapmak büyük mesele. Cannes’dan sonra her şey daha da stresli hâle geldi açıkçası. Çünkü şimdi gelecekte yapacaklarım konusunda büyük bir sorumluluğum var. Karışık duygular içindeyim. Elbette mutluyum ama büyük mesele ve çok stresli.

Üzerinde biraz baskı mı hissediyorsun?

Açıkçası evet. İki gün evvel Camerimage’da En iyi İlk Film Ödülü’ne, Altın Kurbağa’ya uzandım, ki bu benim için dünya çapında en önemli ödüllerden biri. Şu an evimde sıradan bir şey gibi duruyor; bu gerçekten delice bir serüven. İnsanlar filmle bağ kurabildiği için çok mutluyum. Kötü bir gösterim yaşamadım hiç. Çoğu eleştiri olumlu yönde oldu hatta. Ama her şey çok delice ilerliyor ve daha çok çalışmalıyım. 

Bana kalırsa filmin kendine has bir sinematik dili var. Bu da bana özellikle ilham aldığın sanatçıları veya yönetmenleri merak ettiriyor. Eğer bir film gecesi düzenliyor olsan hangi üç filmi seçerdin?

Bayıldım bu soruya, çok eğlenceli. Bu konuda saatlerce konuşabiliriz. Top 5’imde 100 film falan vardır herhalde. Aklıma ilk gelenleri sayacağım o yüzden. Cries and Whispers’ı yakında tekrar izlemek istiyorum aslında.. Whiplash, La La Land, Phantom Thread, Schindler’s List, The Match Factory Girl, Mother… Farklı türleri seviyorum. Farklı ülkelerden farklı filmleri seviyorum genellikle. 

Filmin müziği filme duygusal derinlik katıyor şüphesiz. Bestecilerle nasıl bir iş birliği yaptın ve anlatıyı tamamlayan, izleyici ile duygusal bağı güçlendiren bu müzikal atmosferi oluşturmayı nasıl başardınız?

Temelde bu filmi müzik olmadan yazdım aslında. Ancak çekimler boyunca, görseller ve müzikal öğelerin bütünleşmesini istediğimi de biliyordum. İhtiyacım olan sesin ekleneceğini biliyordum filme aslında. Gerginliği, görseller ve atmosfer aracılığıyla sağlayacaktım. Bunu Andrew (Lancaster) ve Jerry’ye (Lane) açıkladım. Bir açılış müziği, bir kapanış sahnesi müziği ve ayrıca da rüya sahnesi için bazı müzikal efektler istediğimi söyledim. Onlar tür sınırlarının dışına çıkan bir müzik üretmek istediler, filmin görselleriyle bütünleşen bir müzik. Bence gerçekten harika bir iş çıkardılar. Film neye ihtiyaç duyuyorsa onu yaptılar gerçekten.