Kerem çok karışık, Kerem çok tanıdık: Kibritin Ucunda

Yazı: Aysu Uzer

Kibritin Ucunda, Rıza Kocaoğlu’nun Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde oynadığı tek kişilik oyunu; yazarı Murat Mahmutyazıcıoğlu, yönetmeni ise Kayhan Berkin. Beyaz yakalı bir işletme mezununun çocukluğu, babasının ölümü, iş hayatı ve evlilik hazırlığı aynı gece sorgulanıyor, izleyiciye de eş zamanlı olarak aktarılıyor oyunda. Hem Ayşe Sedef Ayter’in elinden çıkan ışık hem de Ömer Sarıgedikin üstlendiği ses tasarımı metnin gücünü birkaç kat artırıyor; izleyicinin akıl ve ruh sağlığını tamamen Kocaoğlu’nun kalp atışlarını hızlandıran bir performansla canlandırdığı Kerem’in insafına bırakıyor.

“Evet! Beklenen kar geldi. İstanbul’da yoğun kar yağışının yarından itibaren daha etkili olması bekleniyor. Tüm vatandaşların özellikle sabah trafiğe çıkacak sürücülerin çok dikkatli olmasını diliyoruz.”

Konu nedir?

Orta yaşlı bir beyaz yakalı çalışanın ailevi sorunları, ergenlik döneminde yaşadığı hayal kırıklıkları, asla hak ettiğini düşündüğü karşılığı alamadığı işi ve evlilik hazırlığı karmaşası içinde yaşadığı sorgulamalar olarak özetleyebilirim oyunun konusunu.

Kerem çok tuhaf. 

Kerem çok tanıdık: İşletme mezunu, bir şirkette üst düzey yönetici; İstanbul’da ihtiyaç duyduğunda sokaklarda taksi arasa da bulamayan, bulsa bile şoförün kaprisleriyle uğraşmak zorunda kalan, kafasında kuyruğu birbirine değmeyen binbir tilki ve kırk yıldır susmayan seslerle nefes almaya devam etmeye çalışan biri o. Kerem tüm bunları yaparken, apartmanın sürekli konuşan ve kendisini, işten arabayla dönüp dönmediğini bilecek kadar dikkatli izleyen teyzesinden çalıştığı şirketin kapıdaki güvenlik görevlisine kadar uzanan bir çeşitlilikte, birileri tarafından sürekli olarak small talk saldırısına uğruyor. 

Bireysel yorumuma gelecek olursam; tüm o çocukluk ve gençlik döneminden canlı hayaletler olarak çıkıp Kerem’in karşısına dikilen mutsuz ve öfke dolu anılardan, gerçekte hiç ilgisini çekmeyen evlilik hazırlıklarından ve nefret ederek yapsa da emek emek tüm dosyasını hazırladığı projenin toplantısına çağrılmamasından bile daha çok içim sıkıldı bu zorunlu small talklarda. Göğüs kafesim daraldı olabilecek en büyük kaçışlara ihtiyaç duyduğumuz anda yakalandığımız o mecburi gülümseyiş ve selamlayışlar esnasında.

Kimler sever?

Kerem tam da Levent’te, Maslak’ta plazalara hapsolmuş, tüm yaşamını ve çocukluğunu böyle bir koltukta bir bilgisayara bakıp geçirebilmek için uğraşmış binlerden biri aslında. Zaten izleyicilerin çoğu da gömlek ve ceketleriyle sandalye sıralarına dizilmiş, benzer işlerinden çıkıp oyuna yetişmeye çalışmış gibiydi. Kerem tüm detaylarıyla ilgilendiği dosyanın toplantısına çağırılmadığında patronunun takım elbisesinin kendisinin üç aylık maaşına eşit olduğunu söyleyince, bunun gerçekte de bir karşılığı olduğunu biliyorduk. Dolayısıyla istifa etme arzusu belki başka bir lokasyonda deneyimlenemeyecek kadar yoğun bir özdeşleşmeyle vuku buldu.

Oyunun sonunda iki farklı yoruma denk geldim: Biri tuvalet sırasında “İyi ki istifa etmemişiz, bak sonumuz böyle olacaktı.” diye kahkaha atarak tezahür etti. Diğeri ise aynaya bakıp makyajlarını tazelerken “Hazırladığın dosyanın üstüne çökülüp projeden isminin çıkarılması ne kadar tanıdık değil mi? İyi ki ayrıldım o işten!” diyordu. Yani kurumsal hayatta var olmaya çabalayan herkes, kendi perspektifinden sevecek bir yerini buluyor bu metnin.

En çok neyi sevdin?

Kerem’in kafası çok karışık. Alternatif bir Aslı ile Kerem hikâyesinin içinde aslında bir yandan da: Bir turizm acentesinde çalışan ve son dakika yeni toplantılar ayarlanmasından yakınan Aslı ve gençliğinde müzik okumak istemiş ama babası tarafından zorla işletme tercih ettirilmiş Kerem… Aslında ikisi de ilişkinin kurumsallaştırılmasına karşı. Ama bir gün Aslı, acaba hiç düşünmez mi diye soruyor Kerem’e. İkisi de aynı filmleri seviyor, aynı kitapları okuyor, muhteşem sevişiyorlar elbette ve hatta öyle ki uyku saatleri bile aynı… Uzun bir ilişkinin ardından aralarında çok farklı bir “sinerji” olduğu için evlenme kararı almışlar(!) diyelim.

Aslı, Kerem’e bunları açıklarken Kerem sadece içindeki karanlığı düşünüyor. Aslı’nın asla karşılaşmasını istemediği karanlığını… Ve aç olmadığını ve babasıyla en büyük kavgasını ve yaptığı araba kazasını ve kazadan kalan büyük borcu ve geçen yaz tatilinin kredi borcunu ve annesinin onun için yaptığı fedakarlıkları ve sevgi sözlerini…. 

Bizim kızlar gecelerinde bağıra çağıra dans ettiğimiz uzun saatlerden sonra kokteyllerin sonunu görünce açılan o malum konumuz geliyor aklıma: “Nasıl yani? Yani gerçekten boşluğa dalıp gittiğinde ‘Ne düşünüyorsun hayatım? Dalıp gittin.’ dediğimde hiçbir şey düşünmüyor mu? Gerçekten mi?” Biz bunu hep konuşuruz ama muhteşem bir hayranlıkla bahsederiz aslında. Çorbayı karıştırırken “Acaba bu ülkede yaşamak istiyor muyum?”, tırnaklarımı törpülerken “Hayatımı bu işi yapmaya devam ederek mi sürdüreceğim?”, duşta saçıma maske yaparken “Sahiden bu kişi tamam mıdır? Yaşamımı bu ilişkiyle mi sürdüreceğim?” diye düşünür düşünür ve düşünürüz. Sonra oturup bu histerik zihin jimnastiklerimizi, üzerine aşırı derecede düşündüğümüz bu konuları hep birlikte tekrar sorgular ve artı eksi çizelgesi çıkararak geceyi noktalarız.

Peki Kerem bizim bu büyük sırrı çözebileceğimiz bir örneklem olabilir mi? HEPİMİZİN ASLINDA DÜŞÜNDÜĞÜNÜ ve hatta tam da irdeleye irdeleye, boğula boğula ve kanatacak biçimde SÜREKLİ DÜŞÜNDÜĞÜNÜ göstermiş olabilir mi? Kısacası kardeşlerim, büyük gizem çözüldü!

En az neyi sevdin?

Gerçeklik algısını tamamen kaybetmemizi sağlayan Kerem, akıllı ile deli arasındaki git gelleri, geçmiş ile şimdiyi aynı anda yaşaması, öfkesi ve üzüntüsü ile tüm muhakeme yeteneğimi zapt etmişken aklımda tek bir soru kalıyor: Kerem, Aslı’ya gerçekten âşık mı olmuş, yoksa Aslı’nın varlığı ve talepleri Kerem’in kafasının içindeki diğer tüm sesleri susturabilen tek şey mi? Sadece bu işlevin, Aslı’nın ona yüklediği gereksiz meşguliyetlerin, Kerem’in sonsuz ve karanlık mutsuzluğunun biraz gölgelenmesine yardımcı olması mı bu hikâyede Aslı’ya bir yer veriyor?