M. Özgür Mutlu yazdıklarına âşık olmamayı önemsiyor

Bant Mag. No:77’deki 8 yazarın zihnini kurcaladık dosyasında, yakın dönemde yeni ya da ilk kitabını paylaşmış bazı yazarların yaratım dünyalarını keşfe çıkalım istedik. Farklı hikâye anlatıcılarının yazma pratiklerini, bu meşakkatli işi sürdürürken tutundukları farklı motivasyonları, yaratım dünyalarını besleyenleri kurcalamak bizce çok anlamlı. 

Herkesin gördüğü ancak kimsenin şaşırmadığı, hızla kanıksanan, hatta zaman zaman alkış tutulan; tuhaf, yanlış bir değişime tanıklık ettirdiği son kitabı Dönme Dolap Düşleri İthaki Yayınları bünyesinde yayımlanan M. Özgür Mutlu sorularımızı yanıtladı.

“İyi bir öyküden beklentim öncelikle okurun aklıyla dalga geçmemesidir.”

Hiçbir zaman düzenli yazabilen biri olmadım. Fakat yazmak, zaten sadece kalemle ya da klavyeyle kâğıtlara iz düşürmekten ibaret değil. Yazıyı tüm yaşama ve günlük hayata yayılan bir süreç olarak görüyorum. Okumak, not almak, günlük tutmak, düşünmek / düşlemek hepsi yazma sürecinin bir parçası. Bu nedenle sürekli yazının içindeyim diyebilirim. Kurgu metinler dışında okuduğum, gördüğüm, izlediğim şeyler üzerine de yazıyorum. Böyle bir yazıya başladığımda ne kadar süreceği belli olmuyor, peş peşe yeni okumaları zorunlu kılıyor. Yazma ve okumada da biraz dağınığım bu yüzden. Yazmak için herhangi bir ritüelim yok. Her an her yerde yazabilirim. Bu biraz tutkuyla alakalı sanırım. Eğer yazdığım bir metne tutkuyla bağlanmışsam, dış şartlardan kendimi soyutlayabiliyorum; sessizlik, gürültü, masanın üstü ya da altı fark etmiyor. Peki beni bir öykü yazmaya iten, harekete geçiren ne? Bu sorunun ne tek ne de değişmez bir yanıtı var. Bazen öfke, bazen korku, kaçma isteği, kalabalık olma isteği, kurtulma isteği. Daha genel bir perspektiften bakarsak farklı biçimlerle anlatmak, temelde varoluşsal bir problemin dışavurumu. Neler olduğunu anlamak için yazıyoruz, şu an burada olmamıza bir gerekçe bulmak için yazıyoruz, kendimizi tarih ve coğrafya içinde bir noktada belirlemek için yazıyoruz, ölmek ve ölümsüzlük için yazıyoruz. Diğer tüm nedenleri ve sonuçları içeren bir durum varoluş tedirginliği. Bu noktada ikincil ya da ardıl nedenler önemsiz diyemem ama ister bir sandalyenin kırılmasını yazalım ister toplumsal bir soruna parmak basalım, hepsinin kökeninde anlatma, anlaşılma isteği var ve bu varlığa içkin bir sorun.

Yazmaya mektupla başladım. İlkokul öğretmenim ve arkadaşlarımla uzun süre mektuplaştık. Sonra defterler tutmaya başladım. Sayfalara şarkı sözleri, dergilerden kesikler yapıştırıyor, aralara bir şeyler karalıyordum. Zaman içinde ufak öykümsülere evrildiler. 1999’da Manisa’da şair arkadaşlarımla Vesaire adlı bir fanzin çıkarmaya başladık. İki senede toplam 3 sayı çıkarıp dağıttık ama bizi hayata bağladı. Öykü ise sanıyorum sadece kendimi yazmak yerine başkalarının hikâyelerini de anlatmak istediğimde ortaya çıktı. Sonra kitaplar geldi. Dönme Dolap Düşleri dördüncü öykü kitabım. Kitaptaki öykülerin çoğu yıllar içinde edebiyat dergilerinde yayımlanmış olanlar. Öykü kitabı yazmak diye bir şey yok aslında. Öyküler yazıldıkça birikiyor, bir noktada nitelik ve nicelik olarak bir bütünlük sergilediğinde dosyaya dönüşüyor. Yoksa ben şimdi adı şu olan bir öykü kitabı yazmaya başlıyorum gibi bir durum olmuyor. Öyküler bazen yıllarca gireceği kitabı bekliyor, çoğu kez de asla bir yer edinemiyor kendine ve taslak olarak kalıyor. Bir taslağın son ürüne dönüşebilmesi için çok uzun zaman geçebiliyor. Aslında son ürün diye de bir şey yok. Bir metin üzerine ömür boyu kalem oynatılabilir. Fakat bir noktada yazar metinle arasındaki ilişkiyi bitirmek istiyor. Benim yirmi yıl önce yazdığım metinlere açıp baktığım oluyor. Nitelik olarak iyi bir duruma geldiğini düşündüğüm öyküleri kitaba alıp okuyucuya teslim ediyorum. Her zaman doğru seçimler değil belki ama kitapta yer alana kadar her öyküyle onu göremeyecek hâle gelene dek uğraşıyorum. O kadar çok tekrar okuyup üzerine kalem oynatıyorum ki bir an yeter diyorum. Editörlük kurumu bu körleşmenin önüne geçmek için gerekli ve çok önemli. Kitap çıktıktan sonra ise en azından bir süre öykülerin yüzlerini bile görmek istemiyorum. Sonra kitaplaşmış hâlde okuduğumda böyle yazmasaydım dediğim yerleri de çok oluyor. Her şeye rağmen bir rahatlama. Öte yandan işin hem en sıkıntılı hem de en keyifli kısmı metinle boğuştuğum süreç. Kitabın basılması, ele alınması, okunması, bir iki ufak geri dönüş, söyleşiler, imza günleri vs. yazarken çektiğim zorluğun ve bundan aldığım keyfin yanında devede kulak kalıyor. Bu nedenle zaten yazmaya devam ediyorum, tekrar o boğuşmanın içine girebilmek için. Okumayı ve yazmayı hayatınızın merkezine koyarsanız, günlük hayatınızı da bu pratiğe göre şekillendirebilirsiniz. Ben yazmasaydım delirecektim, ölecektim demiyorum, dönem dönem yazmamayı tercih ediyorum. Buna karşın elbette yaşamımın merkezine yakın bir yerlerde konumlanıyor okuyup yazmak. Ancak hiçbir zaman günlük hayatta yaşadığım ana, karşılaştığım insanlara malzeme gözüyle bakmadım. Sırf yazmış olmak için yazılmayacağı gibi yazmak için malzeme toplamak da garip geliyor bana. Bazen arkadaşlar başlarından geçen ilginç bir olayı anlatıyorlar, bunu yazarsın şimdi sen diyorlar. Öyle olmuyor işte. Yaşadığımız ya da dinlediğimiz şeylerin ilgi çekici olması yazılması için yeterli olmuyor. Aksine çoğu kez pek kimsenin umursamadığı ya da dikkatini çekmeyen konular, insanlar, durumlar gelip takılıyor benim aklıma.

İyi bir edebi metinden, biraz daha özelleştirirsem iyi bir öyküden beklentim öncelikle okurun aklıyla dalga geçmemesidir. Okurun aklıyla dalga geçmek nedir? Okurun bir şeyleri anlamayacağını düşünüp gözüne sokmaktır, okura metnin içine girecek, onu genişletebilecek alan bırakmamaktır. Hiçbir şey anlatmayıp, gereksiz yersiz tasvir ve laf cambazlığı ile onu etkilemeye, gözünü boyamaya çalışmaktır. Derdini kendi özgün diliyle anlatmaya çalışmak yerine bir yerlerden devşirdiği aforizmaları sıralamaktır. Anlattığı hikâyeyle arasına mesafe koymayıp yazarın görüşünü ve dehasını okura dikte etmeye çalışmaktır. Okur için yazmaktır ve okur için yazmamak adına okurun özellikle anlamaması için çaba sarf etmektir. Çok şey söyleyeceğim diye metnin dengesini bozmak, fazlalıklarla metni hormonlu hale getirmek ve bunu okura yutturmaya çalışmaktır. Kelime oyunları yapıp imla bilmediğini bilmemektir. Buna benzer durumları okur mutlaka anlar, ben de anlıyorum, anlayınca da o öyküden keyif almam mümkün olmuyor. Ben de yazarken samimi olmaya, tarafsız bir gözle yazdıklarıma bakıp sıraladığım hatalardan kaçınmaya çalışıyorum.      

Yazmak isteyenlere tavsiye vermek zor. Öncelikle bu mecrada herkes için farklı deneyimler, hikâyeler söz konusu. Ama her şeyden önce iyi bir okur olmak gerekiyor. Klasikleri ve çağdaş edebiyatı bilmek gerekiyor. Bugüne dek neler yazılmış, nasıl yazılmış, neden yazılmış bilmeden yazmaya kalkışmak beyhude bir çaba olur. Elbette herkes bir şeyler yazabilir, bir engel yok ama yazdıklarımızın edebi bir değer taşıması, okura ulaşması ve hatta kalıcı olabilmesini istiyorsak ortaya çıkan ürünün belli bir edebi birikime eklemlenmesi gerekir. Dahası sadece edebiyat da değil, her alanda meraklı olmak ve okumak gerekiyor. Bir yandan sabırlı ve inatçı olmak da bu alanda çok gereken bir meziyet. Kendi yazdıklarımıza âşık olmamak, gerektiğinde yıkıcı olmak, eleştiri kaldırabilmek -eleştiren varsa, ki pek az- önemli. Sanat bana kalırsa cesaret işi. Her şey bir yana yazdıklarına güvenip onları bir başkasının beğenisine sunmak bile cesaret isteyen bir tutum. Buradaki cesaret içinde biraz küstahlık da taşır ama asla cahil cesareti derecesinde bir aymazlık değildir.

“8 yazarın zihnini kurcaladık” dosyasının tamamı Bant Mag. No:77’de okunabilir.