Eggers’in yaklaşımı cezbedici: Nosferatu

Yazı: Utkan Çınar

Yönetmenliğini Robert Eggers’in üstlendiği; oyuncu kadrosunda Bill Skarsgård, Nicholas Hoult, Anya Taylor-Joy, Lily-Rose Depp, Willem Dafoe ve Emma Corrin’i buluşturan Nosferatu, ilgi çekici fragmanlar ve tanıtım sürecinin ardından 3 Ocak’ta vizyona girdi.

*Bu yazı, henüz Nosferatu filmini izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.


Zaman dilimi ve mekân

1838’in Wisborg, Almanya’sı. Tabii Transilvanya’ya da uğruyoruz iş gereği.

Konu nedir?

Aslen bir ev alım satımı söz konusu. Şaka bir yana vampir mitolojisinin en bilinen karakterlerinden Drakula’nın bir versiyonunu izliyoruz. Karpatlardan Almanya’ya ziyaretinde yanında kara vebayı getiren Kont Orlok’a karşı mücadele. 

İzlemeden önce bilmemiz gerekenler

Çoğunluk biliyordur tabii ama yine de belirtelim; Nosferatu aslen Bram Stoker’ın herkesin bildiği Dracula romanının adaptasyonu. 1922’de F.W. Murnau ilk uyarlamayı Nosferatu: A Symphony of Horror adıyla yaparken telif hakları yüzünden isimleri değiştirerek kullanmış. Hatta Stoker ailesinin açtığı davalar nedeniyle tüm kopyalarının yok edilmesine de karar verilmiş. Neyse ki birkaç kopya kurtarılarak korku janrının “büyük patlaması”nı yaratma şansını elde etmiş. Sonrasında sayısız Dracula işi yapılsa da hem Murnau’nunki hem Werner Herzog’un 1979 tarihli, müthiş bir Klaus Kinski’nin yer aldığı Nosferatu, Phantom der Nacht’ı bu hikâyenin öne çıkan yorumları diyebiliriz. Coppola’nın “Dracula” ismini kullanarak 1992’de çektiği ve Gary Oldman’ı tüm dünyaya tanıtan film ise yaklaşım olarak Nosferatu’dan farklı bir noktada. Özellikle The Lighthouse filmiyle tanıdığımız son dönemin yetenekli isimlerinden Robert Eggers bu projeyle 2015’ten beri haşır neşir. 

İlk intiba?

Nazaran yaşça genç popülerliğe ulaşan bir yönetmen olan Eggers’in önceki filmlerinin işçiliğini oldukça beğenirken Nosferatu gibi “efsane”ye el atmak biraz riskli bir adım gibi gelmişti onun için. Dokuz yıllık bir süreç sonunda Day-Lewis, Mortensen gibilerinin de adının karıştığı yapımın neler getireceğini merak etmemek mümkün değildi. 

En çok neyi sevdin?

Eggers daha önceki filmlerinde de olduğu gibi doğayı çok iyi kullanıyor. Hava durumu kendi başına bir aktör gibi. Murnau’nun kadrajlarına selam çakan seçimler, dönemin mimarisi ve sokakları çok iyi kotarılmış. It’teki Pennywise performansıyla korku janrında önemli bir aktör olabileceğini kanıtlayan Bill Skarsgård, tabii ki yüksek kalite makyajın ve aksanının yardımıyla, Kont Orlok rolünün hakkını ziyadesiyle veriyor. Belki bu kadar çok “gölge”de kalmasa daha iyi olabilirdi. Önceki filmlerde Orlok’u kapalı mekânlarda da olsa rahatlıkla görebiliyorduk. Lily-Rose Depp de özellikle fiziksel oyunculuğuyla başarılı. Daha önce de Eggers ile çalışan Robin Carolan’ın baskın müzikleri de filmin önemli bir öğesi. Diyalogların şiirselleştiği anlar da iyi çalışıyor. Son olarak Harding’lerin kızlarının ve kedilerin kısa ve öz performansını da unutmamalı. 

En az neyi sevdin?

Willem Defoe Eggers’in has adamı. Son üç filminde de yer aldı. Özellikle The Lighthouse’daki performansından oldukça keyif almıştım. Ancak burada filmin genel havasına çok uyan bir tercih olduğundan emin değilim. Fazla dışa dönük, yüksek volümlü oyunculuğu yapımın gerilimine tezat oluşturuyor. Hatta neredeyse komediye yaklaşıyoruz. Bu aslında sadece Defoe ile alakalı bir durum da değil. Ralph Ineson’un çok iyi bir performansla can verdiği Dr. Sievers’ın film boyuncaki sakinliği bile alttan alta mizahi bir ton taşıyor gibiydi. Yer yer, hakkıyla, seyircilere kahkaha attıran anlar oldu. Bazen Indiana Jones-vari bir macera “hafif”liği de hissettim. Bu da genel tonun, atmosferin bozulmasına yol açıyor gibi. Nosferatu, dolayısıyla Drakula ciddi bir konu. 

En çok hangi sahneye yükseldin?

Orlok’un ölümü ziyadesiyle etkileyiciydi. Şehri yukarıdan gördüğümüz sahnelerinin işçiliğini de çok beğendim. 

Kimler sever?

Tabii ki bir aile filmi değil. Genel geçer korku severler için de özellikle önerilecek bir film değil. Ama Nosferatu’nun sinema tarihindeki hikâyesine aşinaysanız ve eski filmlere özel bir ilginiz varsa Eggers’in yaklaşımını sizi cezbedecektir. 

Bunu seven şunları da sever 

Yukarıda da bahsettiğim yapımları tekrardan önereyim. Özellikle Werner Herzog’un yaklaşımı ve Kinski’nin performansıyla Nosferatu, Phantom der Nacht önemli. Ayrıca Eggers de filme ilham veren işler olarak Polonyalı yönetmen Andrzej Zulawski’nin Possession ve The Devil’ini göstermiş.  

Soru işaretleri / varsa açtığı tartışmalar… 

Tekrardan çevrim kültürü her zaman tartışmalı. 100 yıl önce, sinemanın emekleme çağında büyük bir etki yaratmış bir filmin günümüzde aynı etkiyi yaratması zor elbette. Evet, elimizdeki teknolojilerle o zamanlar aklın hayalin alamayacağı şekilde bu filmleri çekmek mümkün. Ama aynı ruhu veya heyecanı yakalamak o kadar da kolay değil. Bir yandan da “iyi ve orijinal” senaryo açlığımıza da çok yardımcı olduğunu söyleyemeyeceğim. 

Yönetmene bir soru soracak olsan ne olurdu?

Kendisi çok spesifik bir stile sahip oldu artık. Konular değişse de filmlerinin atmosferleri hep belli bir yakınlık taşıyor. Acaba artık Nosferatu’yu da aradan çıkardığımıza göre yeni bir şeyler denemenin zamanı mıdır?