Olivia de Havilland (1916-2020)

Hollywood’un Altın Çağı’nın son büyük kadın yıldızlardan birisiydi Olivia de Havilland. 49 sinema filminde, çoğunlukla başrollerde yer aldı; vefatına kadar “yaşayan en yaşlı Oscar ödüllü aktris” unvanını korudu. Yarım asır süren oyunculuk kariyerinde, defalarca endüstrideki cinsiyetçi zihniyetle savaşmak zorunda bırakıldı. Lakin Jack L. Warner’a kafa tutacak kadar gözü pek, kendisine layık görülen “saf kız” rollerine hapsolmayacak kadar yetenekli, Cannes Film Festivali’nin (1965) ilk kadın başkanı olacak kadar prestij sahibiydi. 104 yaşında, Paris’teki evinde hayata gözlerini yumduğu açıklandı.

İngiliz-Amerikan asıllı de Havilland 1 Temmuz 1916’da, sahne tozu yutmuş oyuncu bir anne ile profesör bir babanın ilk çocuğu olarak, Tokyo’da dünyaya geldi. Küçük Olivia annesi sayesinde küçük yaşta okuma yazmayı öğrendi; bale, drama ve piyano dersleri alarak kendini yetiştirdi. 17 yaşındayken bir amatör tiyatro topluluğu için Alice in Wonderland’in baş karakterini canlandırdı. Bir reji asistanının kendisini fark etmesiyle profesyonel tiyatroya, oradan da sinemaya geçiş yaptı. 1934’te Warner Bros. yetkilileri kendisiyle, -haftalık 200 dolar karşılığında- beş yıllık bir sözleşme imzaladı.

Aktör Errol Flynn ile kimyaları tutunca, Captain Blood (1935) ve The Adventures of Robin Hood (1938) adını geniş kitlelere duyurmasına vesile oldu. Bu başarı Jack L. Warner’ı oldukça memnun etmiş, de Havilland’ın benzer rollerle yola devam etmesine karar vermişti. O ise yeteneğini kanıtlamak istiyor, oyunculuğunu geliştirecek yapımlarda yer almayı düşlüyordu; ama imzaladığı kontrat nedeniyle eli kolu bağlıydı. Gone with the Wind (1939) uyarlaması için Metro-Goldwyn-Mayer tarafından düşünüldüğünü öğrendiğinde ipleri eline almaya karar verdi ve projede yer alabilmek için Jack L. Warner’ı ikna etmeyi başardı. Kuzen Melanie Hamilton rolü, ona ilk Oscar adaylığını getirecekti.

Bu başarısı sayesinde “saf genç kız” rollerinden kurtulmayı başarabilmiş, rüştünü tüm dünyaya ispatlamıştı. Ertesi sene gelen Hold Back the Dawn sayesinde bir Oscar adaylığı daha elde etti. Yükselen bu grafik, endüstrinin korkulan ismi Jack L. Warner’ı artık rahatsız etmekteydi. de Havilland büyük bir risk aldı ve 1943’te Warner Bros.’u mahkemeye verdi. Benzer sebeplerle adalet arayan çoğu oyuncunun kaybettiği davayı kazandı fakat bu zaferi cezasız kalmadı: Jack L. Warner’ın baskısıyla iki yıl sinema sektöründen afaroz edildi. Birden fazla Oscar adaylığı bulunan, popüler bir oyuncu olarak resmen iş bulamıyordu.

Neyse ki 1946’da vizyona giren To Each His Own ile şeytanın bacağını kırdı; hem kariyerini diriltmeyi başardı, hem de ilk Oscar heykelciğine kavuştu. The Snake Pit ile bir adaylık daha elde edecek, The Heiress ile 1950’de ikinci Oscar’ını kazanacaktı. Bir yandan da sahne ve televizyon çalışmalarını sürdürmeye devam ediyordu.

1950’lerde Paris’te yaşamaya karar verdi ve kariyerinin zirve yıllarını deneyimledi; Ulusal Sanat Madalyası ve Légion d’honneur ile onurlandırıldı, Britanya İmparatorluğu tarafından “Dame” ünvanına layık görüldü. 1980’lere kadar daha çok Broadway çalışmaları ve televizyon işleriyle oyunculuğa devam etti, 1988’de emekli oldu.

Kariyeriyle birlikte özel hayatındaki kimi detaylar da, de Havilland’ı her zaman çok konuşulan bir oyuncu yapmıştı. Küçük yaşlardan beri sorunlar yaşadığı kız kardeşi Joan Fontaine de onun gibi başarılı bir oyuncuydu, hatta Hitchcock’un gözde yıldızlarından biriydi. Ama ömrü boyunca ablasının gölgesi altında yaşamak zorundaydı. Aralarındaki çocukluk yıllarını, kariyerlerini, aşk hayatlarını, Akademi Ödülleri’ni kapsayan rekabet bir dönemin magazin basınının favori konuları arasında yer aldı.

Yazı: Merdan Çaba Geçer