Son sessizdeki vurgu: Public Image Ltd.

Yazı: Utkan Çınar

Doğruya doğru, Sex Pistols punkseverlerin başat grubu olmadı hiç. Hatta bir hayli tepki de görmüşlerdir. “Malcolm McLaren’ın kuklalarıydı.” “Ergen öfkesinden nemalanıyorlardı.” “Gerçek punk olmamışlardı hiçbir zaman.” Evet, hepsi doğru olabilir. Ben nedense Sid Vicious öncesi dönemlerini iyi bulurum. Şarkılar evet, aslen poptur ama John Lydon’ın (Johnny Rotten) o ikonik görünüşü ve sesi; istesek de istemesek de anaakımdaki en önemli punk figürü olmasını sağladı. Zaten ‘80’lerde İngiltere müziğinde söz sahibi olacak birçok insanın seyircileri arasında yer aldığı 1976 Free Trade Hall konseri efsanesi de iyi bilinir. Etkilerini göz ardı edemeyiz. “I hate Pink Floyd” (Pink Floyd’dan nefret ediyorum) tişörtüyle 19 yaşında Londra sokaklarında gözükmesinden sadece birkaç sene sonra San Francisco’da “This is no fun… (Bu eğlenceli değil) diyerek kapatmıştır bu dönemi.

Artık John Lydon’dan bahsederken Johnny Rotten dönemini biraz hafifletmek lazım. Ama tıpkı George Costanza karakterinin Jason Alexander’ı rahat bırakmaması gibi, 40 seneden uzun süredir grubu PiL ve başka ortaklıklarla gayet saygıdeğer bir külliyat oluşturmasına rağmen Rotten da Lydon’un hala peşinde. O da bundan “artık” rahatsız olmalı ki yakın zamanda İngiltere’nin saygın yönetmenlerinden Danny Boyle’un* çok da iş yapmayan dizisi Pistol’da müziklerinin kullanılmaması için eski grup arkadaşları ile tatsız bir şekilde davalık oldu. Medyatik personası ise tabii önemli. Siyasi konularda yer yer muhalif olmak için muhalif olduğunu biliyoruz. Son yıllardaki Trump ve Brexit yanlısı sözlerinin ne kadarı samimi ne kadarı trolleme (Biden ve Clinton’a “şampanya sosyalisti” demesine gülmüştüm ama) emin değilim. Hoş, eskiden çok sevdiğimiz birçok müzisyenin son yıllarda siyasi ve kültürel bazı konularda sapıttığını da görmezden gelmek zor. Kendisinin sivri zekasıyla baş etmek kolay değil, bunları okusa da perişan eder eminim.

Gelelim Public Image Ltd.’ye (PiL). 1978’deki “Public Image” isimli ilk 45’likleri gayet sübjektif bir şekilde tüm zamanların post-punk türü müzik toplamasında Joy Division’ın “Disorder”ıyla en başa yazılacak şarkıdır kanımca. Grubun ilk üç albümü, geçen kasımda kaybettiğimiz Keith Levene ve başka bir dahi Jah Wobble’ın da katkılarıyla grubun mirasının belirleyici dönemidir demekte bir sıkıntı yok sanırım. Ancak 1992’den sonra gelecek 20 yıllık araya kadar “Rise” gibi birkaç hit çıksa da sürekli düşen bir müzikal kalite vardı ortada. 

1992 sonrası dönemde Lydon, reality şovlarda kendini gösterdi, bol bol çıkıntı açıklamalar yaptı. Ha bir de 1996’da Sex Pistols’ı “paracıklarımız” için tekrar bir araya getirdi. 2012’deyse PiL geri döndü ve o yıl saygın bir geri dönüş albümü diyebileceğimiz (“One Drop”ı az çalmadık) This Is PiL ve 2015’te de benzer telden, keyifli What the World Needs Now…’ı yayımladılar. Bu kadar aradan sonra açıkçası beklediğimden daha güçlü ve kaliteli işlerdi. 

Sekiz yıllık arayı takip eden yeni albüm End of Worlde gelince; son şarkıdan başlamalı. Ocak ayında yayımlanan ilk 45’lik “Hawaii” PiL külliyatının en efkarlı şarkısı. Lydon’ın nisan ayında hayatını kaybeden 44 yıllık eşi Nora Forster’a bir ağıt. Nora’nın son üç senedir Alzheimer’la olan mücadelesi sırasında Lydon da onun tam zamanlı bakıcısı oldu. Bunun da insanların hayatındaki en zor işlerden biri olduğu aşikar. “Hawaii”de bu zorluğu ve hüznü hissedebiliyorsunuz. (Lydon’ın özel hayatında birtakım başka zorlu zamanlar da oldu. Kendinden 14 yaş büyük olan Nora Forster’ın kızı Ari Up’ın, ki kendisini The Slits’ten biliriz, 2009’da kansere yenik düştüğünü ve çocuklarının vesayetini Lydon çiftinin aldığını da ekleyelim. Hatta bu yazı için bakınırken enteresan bir bilgiye de rastladım. Lydon-Forster çifti 1988’de, Lydon’ın dediğine göre Forster’ın valizlerini geç toplaması sonucu Lockerbie faciasına kurban giden uçağa binmekten son anda kurtulmuşlar.) 

Joy Division’ın “Atmosphere”inin “atmosferiyle” bezeli “Hawaii” ile PiL’in İrlanda adına Eurovision’a katılım için başvurması da enteresan bir hikâye. Seçilmedi ama zaten Lydon’u Eurovision sahnesinde böyle bir şarkıyla dinlemek herhalde absürtlüğün fevkinde bir durum yaratırdı. Diğer bir 45’lik “Car Chase” de gene 80’leri, belki daha çok Madchester soundunu hatırlatan minimal bir synth pop/rock şarkısı. Albümü de taşıyan şarkı. Kanımca ileride yapılacak bir best of’a da girecektir. 

Albümün geri kalanında 80’lerin farklı tarzlarından (glam, şamatalı funk, new wave vs.) izler bulmak da kolay. Ama son 10 yılda çıkardıkları üç albümde de acele edilmiş, “filler” (yani, biraz da önyargılı bir bakışla, albümü belli bir sayıda şarkıya ulaştırmak için üzerine çok düşünülmediği belli şarkılar) hissiyatı veren numaralar da mevcut. Lydon’ın ve grubunun eski çıkıntılığından bir nebze geri çekildiğini düşünüyorum. Lydon’ın vokalleri ise daha karakterli, daha da teatral ve ilk günkü gibi güçlü. Önceki iki albümdeki gibi ona eşlik eden gitarist Lou Edmonds, basçı Scott Firth ve davulcu Bruce Smith, ki 80’lerin sonunda iki albümde daha çalmıştı; işlerini layıkıyla yapıyorlar. Ama dediğim gibi albüm boyunca fikirlerin olgunlaşamadığı yerler, bir hamlık hissi var. Belki de bu isimlerindeki post da olsa punk tavrının bir yansımasıdır. Gene de onlardan hâlâ “Penge”, “Car Chase”, “Hawaii” gibi şarkılar duymak keyifli. 

Bundan sonra başka bir PiL albümü duyar mıyız, şüpheli. End of World içine girmesi en kolay albümleri. Genellikle PiL albümleri için de iltifat değildir bu. Ama Lydon’ın acısını anlamak lazım. Ve hâlâ cümlelerin son sessizlerini yaramazca vurguladığı vokalleriyle o güçlü sesini duymanın da kimseye zararı olmayacaktır. “Car Chase”de dediği gibi: “Rahatsız olmam, sıkılmam, umursanmam”


Yazarın notu: Çok daha fazlası için 2017 tarihli The Public Image is Rotten isimli John Lydon ve PiL belgeselini de öneririm. 

Yazarın notu 2: Bahsini geçirmek isterim;  John Lydon’ın tek beyazperde tecrübesi Harvey Keitel’li Copkiller; Roberto Faenza’nın yönettiği 1983 tarihli bir İtalyan filmi. Beğeneni de, The Room muamelesi yapan da var. Garip bir film olduğunu itiraf etmeli. Lydon çok da bir oyunculuk yeteneği gösteremiyor. Zaten yer aldığı tek uzun metraj olması da bunun kanıtı. Ama kült film meraklısıysanız bir göz atılmayı hak ediyor. Lydon’ın sahne, video klip ve röportaj performansları oyunculukta da iş yapabileceğini düşündürüyor ama gerisi gelmedi. Batman’lerden birinde “bilmececi” olsaydı mesela…

*Danny Boyle için ayrı bir yazı lazım aslında. Evet Trainspotting, Sunshine (ki favorimdir), 28 Days Later gayet güzel ama son 15 senedir, belki 2012 Olimpiyat törenleri dışında içi dolu bir iş yaptığını söylemek zor. Slumdog Millionaire, Trainspotting 2 gibi en bilinen işleri bile kanımca eski dönemlerini çok arattı. 127 Hours ve Steve Jobs da kötü filmler olmayabilirler belki ama orijinal hikâyeler değiller tabii. Yesterday’den hiç bahsetmiyorum. Pistol’dan yukarıda bahsettik. Bu da kolaycılığa kaçma hissini yaratıyor insanda. Sanırım kendi stilini oturtmak yerine hep bir arayışta olması ve eklektik yaklaşımı bu istikrarsızlığı yaratan.