Boy vermeden dalınan sular: Regra 34

Yazı: Zeynep Naz Günsal

Yedi ay önce Locarno Festivali’nden Altın Leopar ile dönen editör, senarist, yapımcı ve yönetmen Júlia Murat’ın üçüncü uzun metrajı 34. Madde / Regra 34;  Pendular (2011) ve Found Memories (2017) gibi yapımlarından da anımsayabileceğimiz sinemacının şimdiye kadarki en provokatif işi. Görüntü yönetiminde uzun soluklu ortağı Leo Bittencourt, senaryonun ardında ise Murat’ın yanı sıra Gabriela Capello, Rafael Lessa ve Roberto Winter var.

Bu yazı, henüz Regra 34 filmini izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Zaman dilimi ve mekân

Günümüz Brezilya’sı; Simone’un hukuk eğitiminin ilk yılı. 

Konu nedir?

Kamu avukatı olmaya hazırlanan 23 yaşındaki Simone, kalan vaktinde ise kamera striptizciliği ve çevrimiçi seks işçiliği yapmakta. Bir akşam internette gezinirken denk geldiği porno filmi ile BDSM’e karşı artan bir ilgi duymaya başlar. Kadınların mağduru olduğu şiddet vakaları üzerine aktif çalışan bir öğrenci olarak; dürtülerinin onu yönlendirdiği, gittikçe daha da fazla şiddetlenen cinsel faaliyetleri Simone’un görmezden gelemeyeceği bir benlik çatışması yaratacaktır.

İzlemeden önce bilinmesi gerekenler

*Film, büyük ihtimalle çoktan anlaşıldığı üzere cinsellik, cinsel şiddet ve buna dair gerebilecek imaj ve sesleri bol bol içeriyor. 

*Brezilyalı feminist aktivist, rapçi ve şarkıcı MC Carol, filmde Simone’un çalıştığı ilk vakanın mağduru Nill’i canlandırıyor. 

İlk intiba

Simone’un hayatını gece gündüz diye ayıran, bu iki gerçekliği birbirine iliştiren yegâne karakteristik meşruiyet olgusu. İki mecranın da herkesin menfaati adına biat edilmesi gereken kurallar ve doldurulması gereken roller üstüne kurulu olması; bununla birlikte iki bağlamın da beklentilerin, hazırlıksızlığın ve idealizmin insanı duvara toslatabildiği, yarı yolda bırakabildiği yerler olduğu bağlamı, filmin odak noktası denebilir.

Öyküde sadece, Simone’un hayatını oluşturan bu iki mecra arasında hareket ediyoruz. ”Kink” ve “hukuk” dünyaları arasında gidip gelinen bir düzlemde Simone’un camgirllük yaptığı seanslarda ya da okuldan arkadaşlarıyla arasında geçen kimi zaman sempatik, kimi zaman da -ki bol miktarda asfiksi sahnesi içerdiği için kelimenin tam anlamıyla- nefessiz hissettiren anlar; yerini aniden okuldaki etik ve hukuka dair ciddi konuların tartışıldığı bir derse bırakabiliyor. Bu anlamda Regra 34’nun öncelikli olarak bu iki evreni karşı karşıya getirmek ya da ikisinin ortaklıkları üzerinde durmak misyonu fazlasıyla pekişiyor. Gayet doğrudan ve salt gözlemci bir bakışla, bu ikircikli durumun analizi değil; tasviri yapılıyor daha ziyade. 

Simone’un BDSM’e dair aktivitelerden faydalanma biçimi, gördüğümüz kadarıyla aslında hiç meşru değil: Etrafında bu dünyayla deneyimli, onu önlem almaya yönlendiren insanlar olmasına rağmen Simone ne yapıyorsa bu çerçevenin dışında yapıyor ve çok istismarcı olabiliyor. Kendisine de, başkalarına da… Tüm birlikteliklerinden önce herhangi bir rıza alıp vermeye şahit olmuyoruz. Kontrolsüz ve regülasyonsuz bir BDSM izliyoruz; bu yüzden de esasında BDSM izlemiyoruz. Nitekim hikâyede Isabelle karakteri aracılığıyla bu tip bir ayrıma çok vurgulanmadan da olsa değinilmiş.

Filmin kırılma noktasında ise Simone’un iki dünyada da hissettiği güven yerle bir oluyor: Coyote’yle şakayken kaka olan münasebeti ve ardından Nill’in başına gelenler; başta hiç sıkıntı görmeyerek rahatlıkla ayrıştırabildiği iki farklı varoluşu birbirine toslatıp karakterin iki dünyada da istismarı ve sonuçlarını, “oyunsallık” ya da herhangi bir istatiksel soyutlama olmadan, azımsamadan deneyimlemesine sebebiyet veriyor. İki dünya için de hazır, güçlü olduğunu ve ikisinin de hakkını vereceğini zannederken sadece kendi idealizmine kurban oluyor neticede. Her şeyi kaldıramayacağını, inandığı sistemin herkese yardımcı olamayacağını gördüğünde sembolik biçimde kendini imha ediyor.

Karaktere dair

Sayfasına uğrayanların -hatta bir noktada ciddi yakınlık kurduğu Coyote’nin de- Simone’un sınırlarını tanımaması, chat odasında bilmem kaç kişinin onu yalvar yakar tek başınayken erotik asfiksasyon denemeye ikna etme çabası… Bu tip durumlara karşı ziyaretçilerine konuyu kapatıp ortamı terk etmeye sevk ettiren tepkisi, ona tüm bunları merak ettiren dürtüleriyle iç içe aslında. Bir sınırını tanıdığı anda onu aşmak istediği bir döngüde sürekli. 

Kendinin yahut bir başkasının duygularına, güvenliğine, sağlığına aykırı ve aşağılayıcı olan bir davranışa kucak açışıyla; onarmaya çalıştığı bir acizlik hissi var. Başkasına bunu yapma izni verdiğinde, boyun eğdiği ya da eğdirdiğinde yaşadığı doyum değil asıl tabu olan. Güvencesiz rıza verme ve kanunlardan feragat etme eyleminin kendisi onu güçlendiren şey.

Hayatının iki alanını da doğrudan tanımlayan bu yoğun meydan okuma itkisi her ne kadar onu başarılı ve hırslı bir öğrenci, ayrıca arzularını onaylayıp bunları keşfe çıkma cesaretinde biri yapsa da aynı zamanda Simone’u -ya da bir başkasını- bir noktada tümüyle tüketebilecek bir dürtüye dönüşüyor. Nitekim film de Simone gaza mı basacak, frene mi bilmediğimiz bir ikilemde sonlanıyor zaten. 

En çok neyi sevdin?

Müzik baya iyiydi. (Gizli gizli Shazam açtırdı, bir iki kez.) Maria Berlado’nun orjinal bestesi “TRUCO” uzun süredir dinlediğim en iyi açılış jeneriği parçası. 

En az neyi sevdin?

Görsel anlamda çığır açtığını söyleyemem. Çok alışılmış ve tekdüze bir dili vardı. Ayrıca, konusu gereği hukukla ve sosyo-politik gündemle epey alakalı bir içeriği olmasına rağmen işin politiğine neredeyse hiç dalınmamış olması -hayal kırıklığı yaşatsa da- pek şaşırtmadı. 

Modunu nasıl etkiledi?

Yordu, hâliyle.

Bunları seven şunları da sever

Benzer şeyler düşünürken kafam farkında olmadan hep 31. İFF’nin seçkisinden kimi filmlere gitti. Bu dönemden A Dangerous Method (2011) , Whore’s Glory (2011), Elles (2011) ve  Michael (2011) ahlak, cinsel dürtü, etik ve seks işçiliği gibi konuları irdeleyen süper filmlerdi bence.