Tebdil-i kıyafet performans değerlendirmesi: Severance 2. sezon 5. bölüm
Hazırlayan: Meltem Demiraran, Utkan Çınar
“Vay, az da olsa hakiki dürüstlük!”
17 Ocak’ta start alan ikinci Severance sezonunu hafta hafta kurcalamaya devam ediyoruz. Önceki bölümle ilgili yorumlarımızı okumadıysanız, buraya bir uğramak isteyebilirsiniz.
Dizinin son bölümü “Trojan’s Horse”u henüz izlememiş olanlar için de büyük harflerle SÜRPRİZ BOZAN yani SPOILER uyarısı da yapalım.

Utkan Çınar: Sezonun ortasına geldik. Bir performans değerlendirmesi yapalım diyorduk, bizzat dizi de aynısını yaptı!
Meltem Demiraran: Performance review haftası. Kim neler başarmış, kim batırmış, bir bakalım.
Utkan: Geçen hafta Milchick’e bir giydirdik, Lumon da bunu duymuş olacak ki kulak çekti. “Yemeğini de yersin bu iş uzun sürecek” falan diye bir posta koydular kendisine. Ama çok da bir sonuç çıkmadı tabii, işine devam ediyor. Ona verdikleri resimler, kültürel sahiplenme dediğimiz şey, aslında ırkçılığın bir kolu gibi bir noktada. Üstün körü şirketin bu tavrından hoşlanmadığını belli ediyor Milchick. Ya daha sertleşecek bizim ekibe karşı ya da taraf değiştirecek gibi geliyor.
Meltem: Bence tasma daha da sıkıldı. “Cold Harbor senin sorumluluğundayken olacak, sen önemli birisin” diyerek hem azarı hem de gazı verdiler. Ama son sahnede Mark’ı asansörde sıkıştırdı ya, orada bir şey değişti. Şu an korkunç bir Milchick izleyeceğiz gibi geliyor.
Utkan: Mark da geri adım atmıyor ama!
Meltem: “Geri vites yok!” modunda resmen.
Utkan: “Bullshit Gazette” repliği de harikaydı. Bu sezonun en iyi bölümü olabilir. Görsel şov yerine, diyaloglar öne çıkıyordu, minimal arka plan da bunu destekledi. Yönetmen Sam Donovan’ı tanıyoruz, istediği zaman şov yapabilir ama burada sükûneti tercih etmiş. Bir de o ihracat kapısında bir dizi ameliyat aleti gördük. Ne ihraç ediliyor, Lumon’un aslında ne iş yaptığına dair bir İlk ipucu mu acaba?
Meltem: Şirketin tek görevinin “veri madenciliği” olmadığı kesinleşti ama bu tıbbi ekipmanların çok da ne anlama geldiğine dair fikrim yok. Bir de bölüm adı “Trojan’s Horse”. Son bölüm ise “Cold Harbor.” Bu ikisi de sınırları değiştiren türden savaş stratejileri. “Cold Harbor,” Amerikan İç Savaşı’nda aptalca, birliğin çöküşüne yol açan kanlı bir taarruzdu. Lumon da Cold Harbor’u gerçekleştirmek için her şeyi, gereğinden fazla şeyi feda ediyor olabilir mi?
Utkan: Bütün imkânlarını bunun için seferber ediyorlar. Zaten en başından beri konuşuyorduk, Mark neden bu kadar değerli? Adamın ağız kokusunu çekmeye değer ne var? Meğer en kritik taşlardan biriymiş. Bu bölümde projeyi yüzde 85 tamamlama seviyesine çıkardı. İşin ironisi, Lumon onu kaybetmek istemiyor ama aynı zamanda tam kontrol altında da tutamıyor. Bir yandan “dediğimizi yapsın” diyorlar, bir yandan “aman kaçmasın” diye gerilim yaşıyorlar. Bu bölümde Helena’nın hikâyesi de iyice açıldı. Mark’la olan sahneleri ise özellikle dikkat çekiciydi. “Nereden bilebilirim ki senin gerçekten sen olduğunu?” diyordu ya…
Meltem: Şimdi yine savaş taktiği olayına bağlayacağım. Helena’nın o ofiste oturup konuştuğu sahne var ya… Üçü oturdular, atmosfer soğuk, gerilim bıçak gibi. Helena içeri dönmek istedi, “Ben devam ettiririm,” dedi. “Bunlar hayvan, beni öldürmeye çalışıyorlar, görmüyor musunuz?” diye bir feryat kopardı. Ama karşı taraf cool. Mark’ı orada tutmanın daha büyük bir planın parçası olduğunu biliyorlar. Mark’ın tavrı da ironik şekilde ters bir etki yarattı. At içeride artık çok belli. Ayrıca, geçen hafta Irving’e “Niye kendini kurban etti” falan dedik ama bu bölüm düşününce… Çok ince bir hamle yapmış. Mark’ı yalnızlaştırmak için mükemmel bir fedakârlıktı. Helena’nın elini kolunu bağladı, reentegrasyon da tamam. Bir anlamda Burt’e de kavuşmuş oldu sanırım.

Utkan: Adam evliymiş ama ona yapacak bir şey yok gibi. Bu arada, Christopher Walken’ı görmek çok keyifliydi. Kısa ama vurucu bir sahne: “Ben akşamları evime gelip bağıran insanları merak ederim, böyle bir takıntım var.”
Meltem: Daha önce “takım ruhu kalmadı, herkes kendi derdinde” falan diyorduk ama bu bölümde olay tekrar bir ekip çalışmasına dönüştü sanki.
Utkan: Evet, parçalar yerine oturdu. Yeni bir gizem eklemek yerine, var olanları biraz toparladılar. Hatırlıyor musun, ilk sezonun finalinde Helly dışarıda Lumon’un davetinde konuşma yapmıştı. Sonrasında Irving tarafından suya batırılırken uyandı. Bu bölümde de Helly olduğunu varsayıyoruz. Son yaşadıklarını düşününce; resmen deliliğin eşiğinden geçiyor.
Meltem: Onun serzenişlerine içim biraz cız etti. Tam anlamıyla bir kimlik bunalımı yaşıyor.
Utkan: Kesinlikle. En mağdur karakter o olabilir. Berbat bir durumda. Yürüyüşünden bile fark ediyorsun, daha kontrolsüz, sanki bedeni ona ait değil gibi, daha bir ergen havasında.
Meltem: Peki ya Helena? Dimdik ayakta, buz gibi, kaskatı.
Utkan: O resmen şeytanın vücut bulmuş hâli. Reentegrasyon tamamlanmamış gibi geldi bana bu arada.
Meltem: Yok, bence tamamlanmış. Ama süreç bu şekilde işliyor gibi. Bir anda her şey tamamlansa, çok Matrix-vari olurdu belki. O yüzden kademe kademe ilerliyor olabilir. Bir yandan bir şeyler içiyor, bir yandan düşünüyor. Ve bölüm sonu? Gemma’yı hatırladı! O sahne, hem anlatısal hem de görsel olarak doyurucuydu benim açımdan.
Utkan: O sahnede en çok Mark’ın yüz ifadesine takıldım. Kamera yüzünü yakın plana aldığında resmen darmadağın olmuş bir adam gördük. Sanki yıllar geçmiş gibi bir yorgunluk vardı suratında. Onun da bir mantığı vardır gibi geldi. Bence de güzeldi. O Gemma’nın söylediği şeyler ilk sezondan bir şeyler mi?
Meltem: Evet evet, ilk sezonda katıldıkları wellness sessionlarda söylenen şeyler onların tümü. Onlar da çok enteresan bir beyin yıkama taktiği gibi değil mi? Hani ne amaçlanıyor o cümlelerle onu çok merak ediyorum. Ha bir de şey de var, Devon’ın kocasına da öyle bir şey yaptırıyorlar.
Utkan: İçerdekiler içleri boş karakterler ya; normal yaşamın getirdiği tecrübeleri taşımıyorlar neticede. Onların içini doldurmaya çalışan, telkinle yaptıkları bir şey diye düşünüyorum ama bilemedim.
Meltem: Peki, bunlardan kaç tane var? Her yerde mi var bunlar? Glasgow Block’un adı mesela, Glasgow’daki ekip mi buldu da öyle adlandı? Yoksa birileri öylece oturup bu isimler mi uyduruyor? Hani dendi ya “Bütün dünyadaki Lumon merkezlerine bu kitap dağıtılacak.” E yani? Ordu mu kuruyorsunuz?
Utkan: Orada klasik “Köprüyü geçene kadar ayıya dayı deme” mantığı var gibiydi. Kardeşinin kocası da aşırı akıllı oynadı. “Şimdilik böyle yapalım da sonra bakarız, bir içeri gireyim de…” diye işi öteleme modundaydı.
Meltem: Ama bilmiyorum, bu gerçek bir plan mı yoksa kendini ikna etme biçimi mi? Sanki “Hadi canım, biraz daha para kazanıp yolumuza bakalım” kafasında da olabilir. Bir şeyi fark ettim: Diziyi izlediğimizde pandemideydik. O zamanlar ofis hayatı, iş hayatı o kadar önemli bir mesele değildi günlük rutinimizde. Ama şu an? İş hayatının tam içinde yaşıyoruz ve dizideki sistematik baskıyı daha iyi hissediyoruz. Milchick’e daha çok gülmeye başlamam da bundan sanırım. Belki de dizi tam doğru zamanında döndü.
Utkan: Ben de aynını hissediyorum. Ama bir noktada fazla hype’landı gibi geliyor bana. Breaking Bad gibi bir “açlık” hissiyatı vermiyor. Dizinin “orijinal” bir konusu var ve bu, onu felsefi olarak ilginç kılıyor. Ama bir yandan da anlatım tarzı bazen o kadar parçalı oluyor ki izleyiciyi gereksiz yere yoran bölümler olabiliyor.
Meltem: Mesela, ben Mark’ın reentegrasyonunun bir bölüm önce mi, sonra mı olduğunu bilsem ne değişir ki? Keşke “Woe’s Hollow”dan önce böyle toparlayıcı bir bölüm izleseydik. O zaman daha iyi anlardık; belki de daha çok güler, sarkastik tonunu daha iyi yakalardık. Milchick aslında çok komik bir karaktermiş ama ben ilk izlerken fark edememişim.

Utkan: Bir noktada “Bu kadar karmaşıklığa gerek var mıydı?” diye soruyorum kendime. İnternette teori okumamaya çalışıyorum ama giderek bu ofisin gerçek olmadığını düşünmeye başladım. Belki de birinin beyninin içinde geçiyor her şey. Hatırla, giriş animasyonunda da “kafasının içinde çalışmak” fikri vurgulanmıştı. Hele o son sahne var ya, eşini gördüğü an… Resmen bilinçaltının kilitli kapılarını açmaya başladık gibi geliyor.
Meltem: Ben biraz daha metaforik bir noktada kalacağını düşünüyorum. Yani, Lumon’un gerçekten aşırı zengin ve güçlü olduğu için bunları yapabildiğini varsayıyorum. Ama yine de, bu ihtimalin varlığı beni heyecanlandırıyor.
Utkan: Bir de Irving’in telefon sahnesi var. Kiminle konuşmuş olabilir?
Meltem: Aa evet ya! Cobel mi acaba?
Utkan: Benim istediğim, bu tür gizemlerin artık yavaş yavaş çözülmesi ve olayların yönünü bilerek izleyebilmek. Kime ne kadar yatırım yapacağımızı bilelim.
Meltem: Irving dışarıda büyük ihtimalle olayın tamamen farkında. Burt ile temasa geçti, belki de Cobel’i bile yanlarına alıp büyük bir plan kuracaklar. Cobel’in olaylarla bağlantısını konuşmuştuk ya, aklıma şu geldi: Gemma üzerinde denenen şey, Cobel’in annesi üzerinde de mi denendi acaba? Neticede, Mark’tan önce bu projede çalışan, hatta Cold Harbor’ı başlatan kişi zaten Cobel’di.
Utkan: Ama bir şeyi fark ettim, ikinci sezona girerken ne yazacaklarını tamamen bilmiyormuş gibiydiler her ne kadar bazı röportajlarda “nasıl bitecek, biliyoruz” tarzında konuşsalar da. Hikâyeyi tam kavrayamadan ilerliyor gibiler, sanki yorgun bir kafa karanlıkta yolunu bulmaya çalışıyor.
Meltem: Aynen! Ve bu sezonun başında izleyiciye cevap yetiştirmekle fazla vakit kaybettiler gibi geliyor bana. Seyirciyle oynamaya fazla odaklandılar.
Utkan: Uzun bir ara verildiği için bazı hatırlatmalar gerekiyordu, evet. Bir de gizemleri sürekli ağırdan vermek yerine bazı şeyleri netleştirseler daha etkileyici olurdu. Dizinin genel havası zaten klostrofobik ve psikedelik, ama bir noktada hikâyenin akıcılığı kayboluyor. Ritim çok yavaş bazen.
Meltem: Evet, bilim kurgu diyoruz, konu itibari ile de öyle elbette. Ancak bir bilim kurgu değil de sanki bir murder mystery hızında ilerliyor. Hikâyenin alegorik gücü var ama bölümler boyunca dağıtılan ipuçlarını birbirine bağlamakta zorlanıyoruz. Ama bu bölümle birlikte savaş taktikleri gibi temaların ortaya çıkması heyecan verici. Nihayet şimdi başlıyoruz gibi.
Utkan: Belki de ihtiyacı yoktur bunca gizeme. Dizinin orijinalliği zaten önceden gelen herhangi bir yapıma benzememesinde yatıyor. Gidebileceği yollar, olanaklar sonsuz ama üçüncü sezon da ofis ve koridorlar çizgisinde giderse Severance masada kalır!
Meltem: Kesinlikle, radikal bir yön değişikliği lazım. Ama bakalım, bu sezon bizi nereye götürecek?