Hassas bir zamandan Spoon şarkıları

1993’ten bu yana sırtını alternatif rock estetiğine yaslayarak her albümüyle başka yöne kulaç atan Spoon, beş yıllık aranın ardından geçtiğimiz şubat ayında Lucifer on the Sofa isimli, tam 10. uzunçalarını yayımladı. Son albüm Hot Thoughts’un (2017) ardından rota yeniden oluşturulmuş tabii. Bu kez başrolde sözlerin yer aldığı daha sade, hatta daha alışılmış şarkı formlarıyla nitelikli bir modern rock albümüyle çıkageldiler.

Bir yandan “Bu dünya kırılgan.” derken, diğer yandan onun vahşiliğinden yakınıyor. Bir durakta düzenin içinde kendine ait bir yer bulamamanın sıkıntısını çekiyor; bir başkasında ise arzulara, tutkulara teslim olmaya çağırıyor. Zamanın ruhunu ve kafa karışıklıklarını açıkça yansıtan, keyifli bir dinleme tecrübesi vadediyor Lucifer On The Sofa.

Prodüktörlüğünü, daha önceleri Adele, Queens of the Stone Age ve Harry Styles ile de çalışmış olan Mark Rankin’in üstlendiği, Matador Records etiketli albümün yaratım sürecini, Spoon’un gitarist ve klavyecisi Alex Fischel’den dinledik.

Lucifer on the Sofa, grup Austin’e taşındıktan sonra kaydettiğiniz ilk albüm. Aynı zamanda Gerardo Larios ve Ben Trokan eşliğinde kaydettiğiniz de ilk albüm. Sürecin aynı anda hem yeni hem de tanıdık olduğunu tahmin ediyorum. Daha önce turnelerde de birlikte çalmıştınız ama yeni müzisyenlerle stüdyoda olmak nasıl bir deneyimdi?

Harikaydı. Çaldığım gitarlar bugüne kadar hiç olmadığı kadar sert duyuluyor ama Gerardo grupta olmasaydı bu tür gitar soloları olmazdı. Hiçbirimiz öyle gitar çalmıyoruz, virtüöz gibi biri. Gitarı eline alıp istediği her şeyi yapabilecek türde bir müzisyen. O olmadan bu albüm mümkün olmazdı. Benny de Rob’a (Pope) kıyasla farklı bir ritim stiline sahip. Rob’u seviyorum ve çok özlüyorum ama Benny beat konusuna kendine özgün bir şekilde yaklaşmanın yolunu bulmuş. Yani bahsettiğin deneyim, doğal olarak epey farklıydı.

Yeniden Austin’e dönmüş olmanın albüme nasıl bir etkisi olduğunu düşünüyorsun?

Ben aslında Los Angeles’ta yaşıyorum ama albümü kaydetmek için Austin’e taşındım. Orada o kadar çok zaman geçirdim ki artık benim de ikinci evim gibi. Bir “grup” albümü yapmak istiyorduk ve orada bir arada olmak bunu mümkün kıldı. Herhangi bir acelemiz olmadan, rahat bir şekilde takılabildik. Birlikte bol bol vakit geçirdik; bir akşam bara, bir akşam bir konsere gidiyorduk. Eğer istediğimizi hissediyorsak çalışıyorduk. İstemiyorsak da sıkışan bir takvim olmadığından, bunu yapma zorunluluğu olmuyordu.

Yine değişen bir ses paleti de söz konusu. Özellikle Hot Thoughts’la kıyaslayınca. Parçalar çok daha riff odaklı, Britt’in (Daniel) şarkıları yazdığı dönemde çok fazla ZZ Top albümü dinlediğini okumuştum.

Evet, dinlediğine eminim. Hatta Hot Thoughts albümünden sonra onları canlı izlediğini de hatırlıyorum. Bu albüm bir anlamda bir Teksas albümü. Austin’e geri dönüp Jim’in stüdyosunda çalışmak… Grubun büyük kısmı orada tam zamanlı yaşıyor. “The Hardest Cut”, üzerine çalışmaya başladığımız ilk şarkılardan biriydi ve ilk başta kod isim olarak “Texas Riff Song” diyorduk; sırf içinde o ZZ Top hissi olduğu için. Hot Thoughts şarkıları büyük oranda stüdyoda bir araya gelen farklı parçalardan oluşuyordu. Bu da güzel bir metot, nitekim bu şekilde turnede çaldıkça şarkılar değişmeye ve daha iyi hâller almaya başlıyor. Bu fikirleri de muhafaza edip bir sonraki albüme koymak istiyorsun. Yeni albümdeki şarkılardan en az üçünü kayıt seanslarına başlamadan önce defalarca çalmıştık bu sayede.

Parçalar, çalması da eğlenceli gibi tınlıyor.

Kesinlikle evet! Bu da işin önemli bir parçası. Şarkıların sahnede de keyif verdiğinden emin olman gerek ve şimdiye kadar öyle oldu.

Konserlerde dinleyicilerin yeni şarkılara verdiği tepkiler nasıl?

Şu ana kadar epey iyi olduğunu söyleyebilirim. Albüm çıkmadan önce birkaç kısa turne yapmıştık. İnsanların yeni şarkıların videolarını çekip YouTube’a yüklediğini görmek çok güzeldi. Biliyorsun, büyük fanlar araştırıp bu videolara bakıyorlar. Konserlerde de insanların daha yayımlanmamış bir şarkıya eşlik ettiğine tanık olmak baş döndürücü bir şey. Hepsine çok büyük saygı duyuyorum.

2019’da hazırlıklar başlasa da COVID pandemisiyle birlikte uzun bir ara veildi ve toplamda üç yılda tamamlandı Lucifer on the Sofa. Bu şimdiye dek Spoon’un bir albüm için ayırdığı en uzun zaman. Sen kişisel olarak bu süreci nasıl deneyimledin? Albüme odaklanmakta sıkıntılar yaşadığın bir dönem oldu mu?

Her şey başladığında neredeyse albümü yarılamıştık. Bir canlı grup albümü yapmaya çalışıyorduk ve bir anda her şey kapandı; artık aynı odada bulunmamız bile mümkün değildi. 2020’nin mart ve ekim ayları arasında hiçbir şekilde çalışamadık. Birkaç kez bir araya gelmeye çalıştık ama olamadı. Neler olacağını bilemediğin, nasıl test olabileceğin hakkında bir fikrinin bile olmadığı boktan zamanlardı. Eninde sonunda bazı yollar bulundu ve biz de yeniden çalışmaya başlamak üzere planlar yapmaya koyulduk. Benim adıma, sadece evde zaman geçirebilmek iyi bir şey gibi görünüyordu. Los Angeles’a döndüm. İlk önce “Bunu yapabilirim, sadece iki hafta, yalnız kalabilirim, sıkıntı yok” diyordum kendi kendime. İki hafta sonunda aynı binada yaşadığım birisi COVID oldu. Bunun ne anlama geldiğini tam olarak idrak edemediğin zamanlardı ve çok korkutucuydu. Evde kendi başına kalmanın güvenli hissettirdiği bir dönemdi.

Prodüktör Mark Rankin’le çalışmaya nasıl karar verdiniz?

Britt, bizimle çalışmaya uygun olduğunu düşündüğü birçok farklı prodüktörle toplantılar yapıyordu. Kimyanın tutup tutmayacağını, tam olarak birlikte çalışmaya başlamadan anlamak gerçekten zor. Yine de önceden tanışıp birlikte iyi vakit geçirmek iyi bir işaret. Mark gerçekten harika birisi; etrafında olmak çok kolay ve oldukça yetenekli de. İyi bir uyum yakaladık.

“The Hardest Cut”ın bu koleksiyon için yazdığınız ilk parçalardan biri olduğunu söylemiştin. En akılda kalıcı Spoon şarkılarından olduğuna da şüphe yok. Bu şarkının albümün nihai yapısının oluşmasında yol gösterici olduğu söylenebilir mi?

Evet, muhtemelen. Zaten bir grup işi yapmak istediğimizi biliyorduk. Bu şarkı da çok rahat bir şekilde ortaya çıktı. Bir riff şarkısı, gerçekçi bir gitar solosu var. “Tamam, bu şekilde bir şeyler yapabiliriz” fikrine varmamızı sağladı. Bu önemli, çünkü çoğu zaman yapmak istediğin şeye dair bir fikrin olduğunda; denemeler her zaman iyi sonuç vermez ya da başka bir şeye evrilir. Bu parçayı yapmak ise bizim kendimizi ikna etmemizi sağladı.

Albümün açılış şarkısı da güzel bir sürpriz. En azından benim gibi Smog hayranları için! “Held”i yıllardır konserlerde çaldığınızı biliyorum. Albüme dâhil etmeye, hatta açılış şarkısı yapmaya nasıl karar verdiniz?

İyi bir başlangıç enerjisi var. Yüksek tempolu ama çok da hızlı değil. Sonraki birkaç şarkıda tempoya dair daha heyecanlı şeyler yapmamız için de bir alan yarattığını düşünüyorum. En baştaki stüdyo içi muhabbet kayıtları ve tuhaf seslerle birlikte, sanki unutulmuş bir kalıntı gibi tınlıyor. Başlangıç noktası için iyi bir seçim olduğunu düşündük. Şarkıyı çalması çok eğlenceli ve çok da iyi bir şarkı. Ayrıca Bill Callahan da Austinli bir müzisyen. Austin temasını da pekiştiren bir detay oldu.

Yazarlarından biri olduğun “Lucifer on the Sofa”nın da nasıl ortaya çıktığını merak ediyorum. Biraz Morphine hissi yayıyor, Mark Sandman’ı bu melodileri söylerken canlandırabiliyorum zihnimde.

Müzik kısmını Britt’le birlikte önceden yazmıştık. Karantina günlerinde tamamladığımız şarkılardan biri. David Fridmann’la birlikte çalıştık ve sadece e-postalarla yazışıyorduk; hiç aynı odada bulunmadık bile. Britt bana şarkının birkaç farklı versiyonunu yolladı, yazdığı sözlere ânında tutuldum. Dolaysız bir şekilde net bir resim çiziyor. Nelerden bahsettiğini anlayabiliyordum, hatta söyledikleriyle ilişki kurabiliyordum, referans verdiği yerlerin hepsini biliyordum. Hassas bir zamanda yazılmış, alabildiğine açık ve kırılgan bir şarkı. Ona da “Bunlar şimdiye dek yazdığına tanık olduğum en iyi şarkı sözleri, çok sevdim” dedim. Sonrasında hangi enstrümanların bu şarkıya uygun olacağını düşündük ve çalışmaya koyulduk.

Hazırlık sürecinde yaklaşık 30 civarında şarkı eskizi biriktiğine dair söylentiler de var.

Çok fazla şey vardı. Britt karantina döneminde ruh sağlığını şarkı yazımının içinde kendini kaybederek koruyabildi. Eğer şarkı yazıyor ya da şarkılar üzerine çalışıyorsa, dikkatini dünyada olup biten boktan şeylere vermiyor. Bu sebeple şarkıların içinde kendini serbest bırakabiliyor. Biz albümü yarıladığımızı düşünürken Britt kaydedecek bir başka grup şarkıyla çıkageldi. Bence Lucifer on the Sofa’ya girmeyen şarkılar arasında mutlaka yeniden dönüp değerlendirmeye değer şeyler var. Bazıları sadece kırıntılar ama şimdiden neye dönüştüreceğimizi merak ettiğim, aklımda kalan bazı parçalar da var. Bunlardan bazılarını B-yüzü parçaları olarak yayımlayacağımızı da düşünüyorum.

Bu seneki Avrupa turnenizde Britt’le birlikte duo olarak kimi akustik konserler verdiniz. Hatta bazıları plak dükkânlarındaydı. Son soruda birlikte bir plak dükkânına gidelim, hangi albümü almak isterdin?

Bahsettiğin konserler bizim için de bir ilkti. ”Elimize gitarlarımızı alıp ne yapabiliriz, bakalım” diye başladık ama şarkıları farklı bir şekilde düşünmemize yol açtı. Arada sırada yine yapmak isteriz.

Plak dükkânı konusuna gelirsek. Bu konuda biraz suçlu hissediyorum çünkü en çok Discogs’ta vakit geçiriyorum. Kulağa biraz bayat geldiğinin farkındayım ama hep orijinal baskıları toplamak istiyorum. Yeniden basımların da olması güzel ama çoğunlukla Discogs’a girip ilk baskıları bulmaya çalışıyorum. Birkaç ay önce Underworld’ün A Hundred Days Off albümünü aldım ama satıcı plağı asla göndermedi, bana bir takip numarası bile vermedi, mesajlarıma cevap vermedi. Bu plak dükkânında bulursam onu mutlaka alırdım.

Röportaj: Cem Kayıran
Bant Mag. No:78 (Eylül 2022)