Sürdürülebilir film endüstrisi: Neden ve nasıl?

Geçtiğimiz günlerde çekimlerinin başladığını duyduğumuz iki yerli film; Serpil Altın’ın hem anlatısı bağlamında iklim krizini odağına yerleştiren hem de çevre dostu prodüksiyonla hayata geçen filmi Bir Zamanlar Gelecek: 2121 ve Reha Erdem’in sürdürülebilir yöntemlerle çektiği yeni projesi Neandria vesilesiyle kolları sıvadık. Sinema sektöründe sürdürülebilir ve çevre dostu film prodüksiyonları ne âlemde, neler konuşuluyor, neler yapılıyor bir bakalım istedik. Üretim pratikleri açısından endüstrideki değişikler tüm dünyayı ilgilendiren iklim krizi bağlamında işin mutfağından kimselere ve izleyiciye neler ifade ediyor, daha yakından görmek için heveslendik.

Doğa için acil eylem planları yapmanın ve bireysel alışkanlıklarımızı değiştirmenin zorunluluğu her daim gündemimizde. Bu noktada imdada sürdürülebilirlik modeli yetişiyor.

İlk kez 1987’de Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nun raporu aracılığıyla tanıştığımız sürdürülebilirlik kelimesi, çok basit bir tanım ile dünya üzerindeki tüm canlılar için yaşamı hem bugün hem de yarın için mümkün kılmayı hedefleyen etik bir tutuma ve yaşam pratiğine işaret ediyor. Genellikle ekolojik bir bağlamın içerisinde düşünülen sürdürülebilirlik, esasen sosyal ve ekonomik boyutları da içeren kapsayıcı bir yaklaşımı benimsiyor. Tükenebilir kaynakların kullanımı, yeşil enerji, atık yönetimi, geri dönüşüm gibi kavramları aklımıza gelebilecek tüm sektörlerin odağına yerleştirirken; ekonomik anlamda tasarruf, verimlilik, inovasyon ve sosyal olarak da insan ve çalışan hakları, istihdam yaratımı, çeşitlilik, kapsayıcılık, sosyal adalet başlıklarını ön plana çıkarıyor.

Sürdürülebilir film endüstrisi ama neden? 

Bu noktada, Oscar ödüllü yönetmen Louie Psihoyos’un nesli tükenmekte olan canlı türleri üzerinde farkındalık yaratmak istediği belgesel filmi Racing Extinction’da yer alan bir röportajda geçen şu ironik cümleyi hatırlamakta fayda var: “Çevre için yapabileceğiniz en kötü şey, onun hakkında bir film yapmaktır”.

Film üretim sürecinin her aşamasında çok yüksek miktarda enerji harcandığını ve atık çıkarıldığını düşündüğümüzde hak vermemek elde değil. İklim değişikliğini konu alan belgesellere ve onun olası sonuçlarına odaklanan distopik hikâyelere bakalım. İklim krizi konusunda farkındalığı artırmak gibi bir misyon olmasa bile bu konuya temas etmek ne yazık ki film prodüksiyonunu “çevre dostu” yapmıyor. 2006 tarihli UCLA araştırmasına göre film ve televizyon endüstrisinin bir yılda yaklaşık 15 milyon ton karbondioksit üretmesinin yanı sıra yalnızca Londra’daki endüstrinin, 20 bin nüfuslu bir şehirle aynı oranda karbondioksit salımına sebep olduğu söyleniyor. 

Film yapmak için kullanılan enerji ve tüketilen yakıtlar ekosisteme ciddi boyutlarda zarar veriyor. Örneğin, çekimlerinde gerçek gemilerin kullanıldığı Pirates of the Caribbean: The Curse of the Black Pearl (2003) için filmin oyuncusu Lee Arenberg sette kullanılan yakıtla dünyanın çevresinin 120 kez dolaşılabileceğini söyleyerek durumun vehametini açık etmiş bir zamanlar. 

Bunun yanı sıra setlerde kullanılan malzemelerin neredeyse hiçbirinin yeniden değerlendirilemeyecek olması da büyük problem. Yani film prodüksiyonları arkalarında dev çöp yığınları bırakıyor. Rian Johnson’ın bilim kurgu filmi Looper (2012) için inşa edilmiş sahte lokanta Louisiana’da terk edilmiş hâlde beklerken, Harrison Ford’u başrolde izlediğimiz The Fugitive’de (1993) yer alan tren enkazı da hâlâ Kuzey Carolina’da çürümeye devam ediyor. Bu gibi mekânların, filmlerin sevenleri için ilgi çekici turistik lokasyonlara dönüşmesi de çevreye verdikleri zararı tolere edemiyor tabii.

Hâl böyle olunca, film endüstrisinin sürdürülebilirliği bir an önce kendi süreçlerine adapte etmesi artık bir zorunluluk. Bu adaptasyonun, film prodüksiyonunun yapısına aykırı ve ulaşılması zor bir hedef olduğuna dair genel bir kanı olsa da işin aslı öyle değil.

Sürdürülebilir film endüstrisi ama nasıl?

Sürecin düzgünce organize edilmesi büyük önem taşıyor çünkü projelerin enerji tedariğinden lojistiğe, ekipman tercihinden post-prodüksiyon sürecine, kostüm ve dekordan catering’e kadar uzanan kolları sürdürülebilirlik açısından bütünüyle iyi yönetilmediğinde sonuç, “Sette plastik şişeleri yasakladık!”tan ileri gidemiyor maalesef.

Bu noktada devreye sinemacıları destekleyen ve danışmanlık veren organizasyonlar giriyor. Dünyanın pek çok yerinden örneklerini görebileceğimiz bu kuruluşlar, sinemacıların sürdürülebilir üretim sürecine adapte olmasına yardım etmenin yanı sıra sürdürülebilir film yapımı üzerine kılavuzlar da yayımlıyorlar. Bazı durumlarda ise yapımları, karbon ayak izi, sürdürülebilirlik açısından değerlendirerek ve filmleri ödüllendirerek denetleyici ve teşvik edici mekanizmalar kuruyorlar. Örneklerine baktığımızda Green Film Shooting (Almanya), Green Production Guide (ABD), Reel Green (Kanada), Green Filmmaking (Hollanda), ALBERT (Birleşik Krallık), Earth Angel (ABD) ve Green Film (İtalya) gibi organizasyonlardan bahsedebiliyoruz. 

Bu organizasyonların faaliyetlerini açmak gerekirse; Green Production Guide, ABD genelinde sürdürülebilir pratikleri programlarına dâhil etmek isteyen film okullarıyla iş birliği yaptığı Green Film School Alliance projesi ile dikkati çekerken, Kanada menşeli Reel Green film endüstrisinin çevre dostu ürünlerle çalışması için ülkedeki tedarikçilerin sürdürülebilirlik açısından puanlandırıldığı ve listelendiği bir sistem sunuyor. Eğlence endüstrisinde sürdürülebilirlik ve çevre bilincini sağlamayı misyon edinen Çevresel Medya Derneği’nin (Environmental Media Association), sektör çalışanlarını bu konularda teşvik etmek için her sene düzenlediği Çevresel Medya Ödülleri ve Çevresel Etki Zirvesi’ni de hatırlatmakta fayda var.

Uluslararası iştirakler de oldukça dikkat çekici. Green Screen, Avrupa Birliği’nin fonladığı; Birleşik Krallık, İsveç, Belçika, İspanya, Romanya, Polonya ve Slovakya’dan katılımcı olan çeşitli kuruluşların yürüttüğü büyük çaplı bir girişim. 2017-2021 yıllarını kapsayan proje, misyonunu sürdürülebilir alternatifler yaratarak film dünyasına ilham vermek ve sektörü bilgilendirmek olarak açıklamış. Ulaşım, sanat yönetimi, aydınlatma ve catering gibi film yapımının temellerini oluşturan unsurların çevreye zararını azaltarak, Avrupa’daki film ve dizi prodüksiyonlarını daha yeşil bir üretim biçimine yönlendirmeyi hedeflediklerini belirtmişler. Beş sene boyunca çeşitli organizasyonların ve belediyelerin iş birliğiyle katılımcı ülkelerde sürdürülebilirlik üzerine çok yönlü etkinlikler düzenlemelerinin ardından, geçtiğimiz ekim ayında gerçekleşen The Future is Green konferansı ile projeyi noktaladılar. Konferansta hem film endüstrisinde sürdürülebilirlik konusu bir kez daha vurgulandı hem de projenin genel bir değerlendirmesi yapıldı. 

Hollanda menşeli organizasyon Green Filmmaking, web sitesinde sürdürülebilirliği film yapımına entegre etmek isteyen sinemacılar için prodüksiyon, sanat, teknik, lokasyon, catering ve lojistik gibi altı farklı başlıkta ipuçları veriyor. Kâğıt tüketiminin azaltılması adına senaryolar veya resmî belgeler için dijital imkânlara teşvik eden, kostümde ikinci el kıyafet ve aksesuarlara, enerji tedariğinde yenilenebilir kaynaklara yönlendiren, enerji sarfının büyük bir kısmını oluşturan aydınlatma için ise çevre dostu ekipmanlar öneren bir liste sunuluyor. Ayrıca karbon ayak izini fazlasıyla artıran ulaşım konusunda set ekibi için çevre dostu rotaların oluşturulması, ekibin bisiklet kullanması veya toplu taşıma tercih etmesi gibi alternatiflerin yaratılması da sıklıkla gündeme getiriliyor. Basılı doküman tercih edilecekse, Times New Roman fontunun daha az mürekkep sarfına sebep olduğu gibi ince ayrıntılar da listede var.

Düşük bütçeli filmlerin mi yoksa büyük prodüksiyonların mı sürdürülebilirliğe daha yatkın olduğu ise bir diğer önemli başlık. Green Film Productions‘ın kurucusu Laura Torenbeek Little White Lies’a verdiği röportajda, bağımsız filmlerin daha az kaynak kullanması bakımından avantajlı olduğunu belirtirken, büyük stüdyoların da sürdürülebilir uygulamaları gerçekleştirmek için ayrı bir bütçe yaratabildiklerini söylüyor. Tabii bu, sürdürülebilirliğin masraflı olduğu anlamına gelmiyor. Hatta yapım şirketleri, uygulanan model sayesinde birçok açıdan tasarruf ediyor. Torenbeek, bu sürecin başarılı yönetilebilmesi için her prodüksiyonun yalnızca filmin sürdürülebilirlik yönüne odaklanan birini istihdam etmesi ve sürdürülebilirliğin, üretim prosedürünün bir parçası hâline getirilmesi gerektiğini düşünüyor. Sinema endüstrisi, tüm bu süreçten sorumlu “eco-manager” (ekoloji direktörü) gibi bir iş tanımını da terminolojisine eklemiş oluyor böylece. Bağımsız sinema ise bu pozisyon için bütçe ayırmakta zorlanıyor gibi görünüyor.

Jurassic World: Fallen Kingdom seti
Popüler örnekler

Günümüzde sürdürülebilirlik, sinema sektörünü dönüştüren unsurlardan. Öyle ki Universal Pictures, Walt Disney, Warner Bros, Columbia Pictures, Paramount Pictures, Pinewood Studios, NBC Universal ve The British Film Institute (BFI) gibi birçok kilit kuruluş sürdürülebilirlik modelini benimsediklerini açıklamanın yanı sıra iş birliğine açık olduklarını vurguluyor. Bu gelişmelerin ardından 2010’larda, sürdürülebilir metotlarla çekilmiş popüler film örnekleriyle karşılaşmaya başlıyoruz.

Bu konuda bahsi geçen ilk yapım, The Amazing Spider-Man 2 (2014) oluyor genelde. Sony Pictures’ın gişe rekorları kıran yapımları arasında gelmiş geçmiş en çevre dostu olanı betimlemesiyle tanımlanan film, çekimler sırasında kullanılan 49 tondan fazla materyalin geri kazandırıldığı, görsel efektler için doğaya zarar vermeyen gazların tercih edildiği, 193 bin adet tek kullanımlık plastikten tasarruf edildiği ve 5861 öğün yemeğin yerel barınaklara bağışlandığı haberleriyle gündeme gelmişti. Setin ekoloji direktörü Emmellie O’Brien, film yapım sürecindeki sürdürülebilirlik adımlarını @ecospidey isimli bir hesap üzerinden Twitter ahalisiyle de paylaşmıştı. Sürdürülebilir ve çevre dostu modelin, yapım şirketine 400 bin dolar kazandırdığı söylenmişti. 

Yeşil film olarak nitelendirilen bir diğer büyük prodüksiyon ise 2018 tarihli Jurassic World: Fallen Kingdom. Büyük kısmı Birleşik Krallık ve Hawaii’de çekilen proje henüz hazırlık aşamasındayken, tüm departmanlar için sürdürülebilirlik planı tasarlanmış. Cristina Sáez’in CCCB LAB’de yayımlanan makalesine göre, çekimlerde kullanılan araçların büyük çoğunluğu hibrit olmakla beraber, ışık ekipmanlarının yüzde 75’inde LED aydınlatmalar tercih edilmiş. Bunlara ek olarak, gıda tedariğinden artan 145 kilogram yiyecek için de bir bağış organizasyonu yapılmış; fazla gelen ofis malzemeleri ise Hawaii’deki okullara gönderilmiş.

1917 seti

BAFTA konsorsiyumu ALBERTtan sürdürülebilirlik sertifikası alan 2019 tarihli yapım 1917 ise başka bir örnek. Bu sertifikayı hak eden ilk büyük bütçeli Birleşik Krallık filmi olarak nitelendirilen 1917’in yapım sürecinde karbon ayak izini azaltmaya yönelik gerekliliklerin sağlanması için filmin çevresel etkisini gözeten bir ekip, prodüksiyon öncesi ve çekimler boyunca yapım ekibine eşlik etmiş. Basılı belgelerin kullanımının sınırlandırılması, yalnızca geri dönüştürülmüş kâğıt kullanılması, plastik bardakların ve su şişelerinin yasaklanması gibi olağan adımların yanı sıra, her bir departmanın çalışma biçimi sürdürülebilir bir bakış açısıyla tekrar gözden geçirilmiş. Büyük bir çekim ekibine sahip film için yemek servislerinde vejetaryen menüler tercih edilmiş. Setin çıkardığı atık, biyogaz ve elektrik üretiminde veya tarımda kullanılabilen yüksek dereceli gübreye çevrilmiş; enerji tedariği için ise biyodizel jeneratörler öncelikli tercih olmuş.

Üretim sürecindeki bu tarz adımlar elbette ki anlamlı görünüyor fakat bu noktada, yapım şirketlerini ve endüstriyi denetleyecek kapsamlı bir yapılanmanın olmadığını hatırlatmakta fayda var. Özellikle söz konusu Hollywood olduğunda, son yıllarda revaçta olan sürdürülebilirlik “modası” ve iklim krizi gündemi bir pazarlama taktiği olarak kullanılabiliyor. Stüdyoların benimsediğini iddia ettiği sürdürülebilirlik modeline geçiş ve karbon ayak izinin azaltılacağına dair vaatler, yüzde yüz etik bir tutum içermiyor. Değindiğimiz iki prodüksiyon, Jurassic World: Fallen Kingdom da The Amazing Spider-Man 2 da ekolojik sürdürülebilirlik açısından büyük ölçekli PR çalışmaları yürüttüler. Bu noktada, prodüksiyon sürecinde benimsedikleri çevreci tutumların yanı sıra sponsorluk aldıkları şirketlerin ekolojik kriz konusundaki tutumlarına da dikkat çekmek gerekiyor. The Guardian’da yayımlanan makaleye göre iki proje de yaptıkları ticari ortaklıklar yüzünden bu konuda sınıfta kalıyor. 

2018’de verilerini çevrimiçi olarak kamuoyuyla paylaşan Disney (1,93 milyon ton) ve Sony-Columbia (1,34 milyon) dışında, Hollywood’daki altı büyük şirketin karbon salım miktarlarını öğrenemiyoruz. Sony’nin söz konusu raporuna şu anda ulaşmak da mümkün değil. Universal, sıfır emisyonlu ve yakıt tasarruflu araçlara geçeceklerini gururla ilan etse de bunun ne zaman gerçekleşeceğiyle ilgili herhangi bir tarih vermiyor. 21st Century Fox ise 2011’de karbon nötr olduğunu duyurmasının ardından yayımladığı hiçbir raporunda buna dair bir veri paylaşmadı. Kısacası bu süreç, şeffaf bir şekilde yürütülmüyor. 

Kapitalist küresel ekonomi yalnızca pazarlamaya önem veriyor, tam burada greenwashing tehlikesi karşımıza çıkıyor. Türkçeye “yeşil badana” olarak çevrilen greenwashing terimi, şirketlerin ve markaların kurumsal imajını güçlendirmek ve tüketicilerde pozitif bir izlenim bırakmak için öyle olmamasına rağmen kendisini çevreci olarak lanse etmesi anlamına geliyor. Şirketler, bunun için ambalaj ve logolarında çevre dostu imalarda bulunan yeşil tasarımlara yer veriyor ve herhangi bir kanıt göstermeden çarpıtılmış verilerle sürdürülebilir, çevreci ve etik bir marka kimliği yaratmaya çalışıyor. Bu sebeple tüketicilerin bu tür pazarlama taktiklerine karşı dikkatli olması gerekiyor. Sinema da uçuk bütçelerden söz edilen dev bir endüstri olduğundan benzer tehlikeler söz konusu. Hem sinemayı seven hem de gezegeni önemseyen seyircinin bu aşamada bilinçli olması önemli.

Sinema salonları, dijital platformlara karşı

Yazının başından beri vurguladığımız gibi, sürdürülebilir film endüstrisi fikri çok boyutlu ve uzun bir süreci işaret ediyor. Filmlerin ön prodüksiyonu, çekim süreci veya post-prodüksiyonundan ayrı olarak dağıtım ve gösterim kısımlarında da izlenecek yollar mühim. Son yıllarda fazlasıyla popüler olan ve özellikle pandemi sonrası değişen alışkanlıklarımızda büyük yer eden dijital yayın sağlayıcıları, bu tartışmaların ana odağında elbette. İlk bakışta geleneksel film dağıtım sistemine ve sinema salonlarına kıyasla sürdürülebilir bir seçenek gibi görünen bu platformlar, aslında sanıldığı kadar masum değil. Sinema salonlarının harcadığı enerji ve çıkardığı atık, evlerimizden sinema salonlarına giderken sebep olduğumuz karbon salımı veya bugün biraz nostaljik tınlayan DVD satışları muhakkak üzerinde düşünülmesi gereken konular fakat elektronik cihazlarımız aracılığıyla, evlerimizde oturarak faydalandığımız bu çevrimiçi servislerin de ekosistem için sakıncaları var. Hem de fazlasıyla.

Dijital platformların işleyişi, veri merkezlerini, ağları ve hizmete ulaşabildiğimiz her türlü elektronik cihazı kapsayan dev bir altyapıya dayanıyor. Bu hizmet sağlayıcılarına talep arttıkça da dünya genelinde daha çok altyapı inşa ediliyor. Yani kullandığımız cihazların ekosisteme zararının çoğu aslında biz onları satın almadan gerçekleşmiş oluyor. İklim grubu Carbon Trust araştırmasında, dijital platformlarda çevrimiçi olarak gerçekleştirilen bir saatlik izlemenin, bir su ısıtıcısını altı dakika boyunca açık bırakmak veya mikrodalga fırında dört torba mısır patlatmakla eşdeğer bir karbon ayak izine sahip olduğunu söylüyor. Sevindirici bir haber: Bir diziyi HD veya daha düşük kalitede izlemek çevresel etki bakımından pek bir şeyi değiştirmiyor ancak bir bütün olarak baktığımız dijital platformların çevreye verdiği olumsuz etkide bireysel tercihlerin etkisi kısıtlı. Grant Strate Üniversitesi yeni medya profesörü Laura Marks bu durumu, bir uçağın tükettiği yakıt için, içinde kaç yolcu olduğunun belirleyici olmaması durumuna benzetiyor. 

Birleşmiş Milletler tarafından belirlenen Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nı desteklemeyi, STK’larla beraber sürdürülebilirlik için ilham verecek içerikler yaratmayı ve dijital servislerin kolojik etkilerini azaltmayı amaçlayan WaterBear gibi girişimler dikkat çekici olsa da şu aşamada, mümkünse çevre dostu binalardaki sinema salonlarımıza, toplu taşıma araçları veya bisikletlerimizle gitmek sürdürülebilirlik açısından daha makul görünüyor. 

Sözün özü, hangi sektör söz konusu olursa olsun insan faaliyetinin her türlüsü yeryüzünde iz bırakıyor. Bunları azaltmak ve daha az zararlı kılmak hem kendi yaşantımız hem de sonraki nesiller için büyük önem taşıyor. Sürdürülebilirlik sadece bizim değil, bizimle aynı evi paylaşan tüm canlıların geleceği için bir anahtar. Yaş, kimlik ve sınıf fark etmeksizin toplumun her bireyinin bir an önce harekete geçmesi oldukça kritik. Kaybedecek zamanımız yok! 

Yazı: Zeynep Kıymacı

Giriş görseli: Beyza Durmuş