Masalsı diyarlarda anlam arayışı: Three Thousand Years of Longing üzerine

Formu dolduran: Ezgi Oğraş

George Miller’ın Mad Max filmleri arasına sıkıştırdığı, prömiyerini 75. Cannes Film Festivali’nde yapan sürpriz projesi Three Thousand Years of Longing; başroldeki Tilda Swinton ve Idris Elba’nın yanı sıra Türkiye’den Ece Yüksel, Burcu Gölgedar, Erdil Yaşaroğlu, Oğulcan Arman Uslu, Seyithan Özdemir ve Zerrin Tekindor gibi isimleri de oyuncu kadrosunda barındırıyor.

Zaman dilimi ve mekân

Günümüz İstanbul’u ve Londra’sı arasında geçen hikâyedeki 3000 yıla uzanan zaman yolculuğunda; kâh Saba İmparatorluğu’nun mistik atmosferini soluyoruz, kâh 16. yüzyıl İstanbul’undaki saray entrikalarına konuk oluyoruz.

İzlemeden önce bilmeniz gerekenler

Three Thousand Years of Longing‘in özellikle kişisel bir ilgiyle hayata geçtiğini belirtelim. George Miller, A. S. Byatt’ın kısa öyküsü The Djinn in the Nightingale’s Eye’ın temelinde yatan “Aşk ve arzu nedir?” “Mitler ve bilim arasındaki ilişki nasıldır?” gibi kallavi sorulara karşı koyamayarak kitabı uyarlamaya girişmiş. Ancak hikâyenin İstanbul ve Londra’da geçen bölümlerini çekmek için yaptığı mekân planlamaları, pandemi kısıtlamalarına yenik düşmüş. İzlediğimiz görüntülerin birçoğu Sidney’deki stüdyolardan çıkma.

Ne hakkında?

İngiltere’de yaşayan anlatıbilimci Alithea Binnie’nin farklı kültürlere ait yeni hikâyeler keşfetmek üzere çıktığı yolculukla başlayan modern bir masala sürüklüyor Three Thousand Years of Longing. Mitlerin bilimle ilişkisi ve modern hayattaki dönüşümünü konu alan bir edebiyat konferansına konuşmacı olarak katılan Alithea, hikâyeleri anlamak değil yaşamak isteyen zihninin birtakım oyunlarıyla karşılaşıyor öncelikle. Kapalıçarşı’ya yaptığı gezintide tarihinin gizemini merak ederek aldığı çeşmibülbül, fazlasıyla aşina olunan bir figürü şişeden çıkarıyor: Cin (ve tabii ki onunla beraber gelen üç dilek hakkı). 

Özgürlüğüne ulaşmak için dilek haklarının tamamlanmasına ihtiyaç duyan Cin, dileklerin insanın mutsuz yazgısını ortaya çıkaran döngüye hizmet etmesi hakkındaki, ders verme niteliğindeki mesajlara dair farkındalık sahibi Alithea’yı ikna etmekte zorlanır elbette. 3000 yıllık tutsaklığını anlatmaya girişen Cin; aşk, şehvet, savaş, korku, hırs gibi kavramların insan tarihindeki yerini, birbirinden ayrı zamanlarda tanıklık ettiği üç farklı hikâyeyle vurgular. Saba Kraliçesi’ni baştan çıkaran Kral Süleyman, IV. Murat’a olan aşkıyla ölüme sürüklenen Gülten isimli köle ve evliliğinin hapsinde yaşayan Zefir isimli kadının tutkularına olan bağlılığında, insanın özü giderek açığa çıkar.

İlk intiba

Havada süzülen uçağın üzerindeki “Shahrazad Airlines“ yazısını gördüğümüz açılış sekansından itibaren, modern çağın içinde kaybolmaya meyilli ancak büyüsünü yitirmeyen hikâyeleri mesken tutacak bir yolculuğa çıkaracağının sinyallerini veriyor film. John Seale’in tablo estetiğindeki sinematografisi, tarihin tozlu sayfalarına geçişte çarpıcı bir güzellik sunarken; günümüz dolaylarında dijital çağın anlamsızlık yaratan kasvetini ve soğukluğunu hissettirmeyi başarıyor. Ancak bahsettiğimiz pandemi koşullarının da getirisi olarak CGI tekniğinin fazlaca kullanımı, böylesine fantastik hikâyede bile yer yer yapaylığı çağrıştırıyor. Osmanlı saray hayatını betimlerken cüretkâr bir anlatı benimsemesi filmin mizah duygusunu ortaya çıkarsa da klişeden kurtarabilecek yaratıcı fikirler görmemize yetmiyor ne yazık ki.

Derinlerde ne var?

İnsanın evreni ve varoluşunu anlama çabasında mitlerin sarsılmaz yerini işaret ediyor Three Thousand Years of Longing. Hikâyeler zamana ve toplumların sosyo-kültürel yapısına uyum sağlayarak biçim değiştirir ancak taşıdığı insana ait kolektif duyguların aynı olduğu görülür. Zihnin tüm gerçekliklerini hayal gücünün sınırlarını zorlayarak yeniden kuran yapı, dinleyiciye kendi varoluşunu sorgulatarak saklı kalan arzuları ve düşünceleri ortaya çıkarmaktaki araç olarak karşımıza çıkar.

En az neyi sevdin?

Hikâye anlatımının kilitli sandıklarda saklanan duyguları ortaya çıkarmak için anahtar olduğu bir filmde, bu hikayelerin duygulara temas etmekte güçlük çeker ölçüde derinlikten yoksun ve dağınık kalması diyebilirim. 

Görsel ihtişamı ve organik olarak izleyiciyi içine alan konusu sebebiyle, Londra’da geçen finaline dek bir şekilde ilgiyi canlı tutmayı başarsa da film boyunca değinilen temalar arasında bütünlüklü bir bağ kurulmaması eksiklik hissini beraberinde getiriyor. Tarihsel süreçte egemen olanın maruz bıraktığı baskı; cinsiyet ve ırk üzerinden irdelenerek sorular soruluyor ancak tatmin edici cevaplarla karşılaşmıyoruz. Politik anlamda kaygan zeminlerde dolanan meselelerde; özgürlüğü için yüzyıllardır mücadele eden karakter için Siyah oyuncu seçimi, akıllı ve başarılı ancak yalnız kadın stereotipi, oryantalist bakış açısı gibi tartışmalı bulunabilecek seçimler barındırmasa, kasıtlı olarak yönelinen anlatım dili daha bağ kurulabilir olurdu muhtemelen.