Sınırlı ihtimallerin müptelası olmak: Uykusuz Bir Rüya, Salim

Yazı: Deniz Dursun - Fotoğraf: Ayşegül Karacan

Berkay Ateş’in kalemini Yiğit Sertdemir’in rejisiyle buluşturan ve Ateş’in tek kişilik performansıyla sahnelenen Tiyatro D22 yapımı Uykusuz Bir Rüya, Salim, 4 Ocak’ta Alan Kadıköy’de prömiyer yaptı. Oyunun 15 Ocak tarihli en yakın temsiline biletler tükendi ancak seyirci olmaya hevesliler, 26 Ocak’ta Atlas 1948 Sineması’nda gerçekleşecek temsil için buradan, 12 ve 23 Şubat Fişekhane temsilleri için ise buradan bilet alabilir.

Konu nedir?

Uykusuz Bir Rüya, Salim, Adana’da ailesiyle yaşayan Salim’in İstanbul’a, amcasının yanına gönderilişinin hikâyesi. Salim, amcasının kebapçı dükkânında çalıştığı esnada tanık olduklarıyla kendini aşina olduğu çemberin dışında, zorlu bir patikada bulurken çocukluğuna aralanan kapılardan geçiyor; çaresizliği ve umudu aynı kuvvetle, zaman zaman birbirinin yerine koyarak yaşıyor. Boğazını sıkan o elin -bazen gevşese de- hiç gitmediği, rüyayla gerçeğin iç içe geçtiği bu yolda Salim seyirciye, kaderi de Salim’e türlü oyunlar oynuyor.

İzlemeden önce bilmemiz gerekenler

Berkay Ateş, hâlihazırda temsilleri süren Hakikat, Elbet Bir Gün’ün de oyuncusu ve yazarı. Ayrıca sezona; esasında bir roman olarak başlayıp sonradan tek kişilik oyuna çevirdiği Uykusuz Bir Rüya, Salim’i armağan ederken bir sürprizi de Everest Yayınları’ndan taze çıkan, içinde beş oyunu ve bir öyküsünün yer aldığı kitabı Sessizliği Vurun oldu.

Yönetmen koltuğundaki Yiğit Sertdemir, 2022-2023 sezonunu bol ödülle kapatan Tartuffe ve Cadı Kazanı’nı da rejisiyle köpürtürken Kumbaracı50 yapımı Ders’e de performansıyla eşlik ediyor. Ayrıca Ders’te olduğu gibi Uykusuz Bir Rüya, Salim’in de ışık tasarımında kendisi var.

İlk intiba?

Bana öyle geliyor ki tek kişilik oyun yazmanın; sağlamanın güç olduğu, enteresan bir dengesi var. Bilhassa son dönem Türkiye tiyatrosunda, hep benzer sesleri işittiğimiz örneklerine çokça rastladığımızı düşünürsek; hikâye anlatıcılığına tümüyle teslim olmadan, seyircinin konumunu isabetlice hesaplayıp oyunsu anlar yaratarak -hele de oyuncunun karakterden karaktere büründüğü bir anlatı söz konusuysa- karakterler arasındaki geçişlerin tonunu titizlikle ayarlamak kolay değil. 

Oyun, bu anlamda tek kişilik işlerde görmeyi umduğum pek çok şeyi önüme serdi aslında. Yaşadığımız topraklardaki hayli tanıdık izleri, unuttuklarımın kabulüyle ama hatırladıklarımın da az olmadığını fısıldayarak kucağıma bıraktı. Ancak belki şunu da eklemem gerekir: Durup şöyle bir baktığımda, “acaba biçimsel olarak farklı bir yol tercih edilebilir miydi?” gibi bir soru belirdi zihnimde. “Acaba dertlerimizi hep aynı şekilde anlatmaya mı alıştık?” diye düşündüm. Seyrettiğim, en nihayetinde bir hayal kırıklığı olmadı fakat acaba kurduğu yapıyla başka bir şey deneyebilir, tek kişilik oyunları aşağı yukarı benzer şekilde algılayan seyirciyi şaşırtabilir miydi?

En çok neyi sevdin?

Yaşanamayacağı kabul edilmiş umutların yasını beraberce tutuyormuşuz gibi hissettirmesini, hatırlattığı ihtimalleri ve Berkay Ateş’in nefis bir ritimle üstüne giydiği tüm karakterlerin etiyle kemiğiyle gözümde canlanabilmesini, dolayısıyla oyunculuğu.

En çok hangi âna yükseldin?

Salim’in kendini Beyazıt Meydanı’nda Gökhan ve Kıvılcım’ın da arasında olduğu bir halayın içinde bulduğu âna. Halaydaki ezilip büzülmeyen ama masum, ilk kez şahit olmasına rağmen tanıdık hislerle çevrili, şaşkın ama kendinden emin, aynı zamanda bir çocuk afacanlığına, merakına bürünmüş hâline. “Bir arkadaşlık bu” cümlesine. Sonra bir de bu halayın, çocukluk arkadaşı Yunus’un sünnetine bağlanmasına. Salim dua okumayı bitirip alkışlara mazhar olduğunda oyunun bütününe hakim trajik tonun bir an kendiliğinden -tehlikeli/tekinsiz gerçekliği de unutturmadan- yumuşadığını hissettim. Hayatın içinden, alelade ve sıradan olanın büyüsünü yine, yeni ve yeniden hatırladım.

Ambiyans / ortam / mekân / kurgu / dekor için neler söyleyebilirsin?

Oyun seyirciyi epey sade ama etkili bir dekorla karşılıyor. Oyun boyunca Salim sanki sıkışıp kaldığı bir kutunun içinde. Bu huzursuz atmosferin eşlikçisiyse rutubetli bir duvar ile bir sandalye. O sandalye bazen otobüs koltuğu, bazen bar taburesi, bazen göbek taşı, bazen de pencere oluyor.

Doğru zamanda doğru anları bölen ışıklar, Salim’in hayat serüvenindeki akışa işaret ederken rüyayla gerçeği, delilikle aklı, geçmişle bugünü ayırıyor. Kulağımıza çalınan -oyuncunun sesi haricindeki- sesler ise seyir deneyimini şöyle minicik bir parçalayıp bize Salim’in yerini hatırlatıyor. Bütün bu ambiyanstan geriye “anların” duygusunun mekâna sirayet ettiği bir hoşluk kalıyor.

Oyun, modunu nasıl etkiledi?

Oyunun ardından ilk düşündüğüm, bu coğrafyada çok fazla Salim olduğuydu. Tanıdığım, tanımadığım, gördüğüm ya da görmeden geçip gittiğim bütün Salimleri yan yana koydum ve onları birer sayı, yeryüzünü doldursun diye kalabalığa öylesine fırlatılmış birer figüran olmaktan çıkardım. Şimdi hepsi, biricik hikâyesiyle, dünyanın dönüş hızına değilse de kendi kişisel tarihine, insanına ve bir yerde başka bir hayata etki edebilir, ediyor, edecek.

Oyunculuk için neler söyleyebilirsin?

Benim için kesinlikle seyir zevkini arttırdı, hikâyeyi parlattı.

Kimler sever?

Berkay Ateş’in oyun diline aşina olanlar, politik bir atmosferin puslu gerçekliğinde kurgulanmış derinlikli karakter hikâyelerine ilgi duyanlar.

Soru işaretleri / varsa açtığı tartışmalar…

Örselenmeye alıştığımız ve bizi örseleyenlerle barışmaya zorlandığımız bir düzende kabul ve inkar, hayal ve hayat, imkânsızlık ve ihtimal, galibiyet ve yenilgi arasında ne kadar belirgin bir sınır vardır? Bu muğlak sınırın etrafında dolandığımız yaşımız kadar sene boyunca ne zaman suçlu, ne zaman masum, ne zaman deli oluruz? Ailemiz bize ne yapar? Elimizi tuttuğunda, içinde yanıp kavrulduğu bir kazan dolusu ateşten çıkmaya mı çalışır yoksa bizi de mi yanına çeker? Bizi yanına bile isteye mi çeker yoksa bir alışkanlık mıdır bu? Başımıza ne zaman, nerede, ne geleceğine kim karar verir? Çekilen acıların sorumlusu kimdir? Acının etki alanı ne kadar geniştir? Yanlış giden şeyler bizi nasıl biri yapar? Daha korkak? Daha cesur? Peki ben de mi hüznün hem âşığı hem düşmanıyım?