Zaman zaman hepimizin hissettiği şeyler: Sona Ertekin’den “Arızanın Merkezine Seyahat”

Kadıköy Moda’nın dar sokaklarından başlayan bir dünya yolculuğunu konu eden yeni Sona Ertekin romanı Arızanın Merkezine Seyahat, Mundi Kitap etiketiyle raflardaki yerini aldı. Fantastik, romantik ve mizah dozu yüksek bir macera ekseninde, gizemli bir kitabın peşine düşen bir ödül avcısı ve mesleğine küsmüş bir dedektif kahramanlarımız.  

Aktüel dergisinde iki yıl boyunca “Sona’dan Mektup Var” başlığıyla seyahat yazıları yazan, öncesinde uzun yıllar Açık Radyo’da hem programcı hem sunucu olarak çalışan Ertekin, kendi adına “Bütünleyici bir deneyim” olarak tanımladığı kitabının yaratım sürecini ve dahasını, Deniz Koloğlu’na anlattı.

Röportaj – Fotoğraf: Deniz Koloğlu

“Önemli olan ‘kasma’ felsefesidir. Kastıkça daralır, bıraktıkça genişler hayat. Herkes tercih ettiğini yaşar ama ne zaman neyi tercih edeceğini seçmek her babayiğidin harcı değildir.” sf.43

Sevgili Sona, hayal ettiğim hayat biçimine dair bir yakınlık hissedip öykünerek “Ben de yapabilirim” hissimi kuvvetlendiren, tabir caizse bana ilham olmuş kadınlardan birisin. Başkalarına da olmasını isterim bu yüzden kitap yazmaya başlamadan önceki hayatından biraz bahseder misin? İş yerinden ayrıldın, kendi patronun oldun, aldın başını başka diyarlara gittin… Nasıl girdin o yollara?

Güzel sözlerin için çok teşekkür ederim… Kitabı yazma kararını aldığımda zaten Açık Radyo’daki yedi yıllık mesaimi sona erdirip dünya gezmelerine başlamıştım. Bir yandan da serbest çeviri işleriyle hayatımı idame ettiriyordum. Dolayısıyla, çok yoğun çalışmakla beraber mesai saatlerini biraz daha kendi elime alabildiğim bir dönemdi. Kendimi bildim bileli öykü, şiir vesaire olsun zaten yazı yazıyorum. Ama bunları edebiyat alanında daha profesyonel bir noktaya getirme fırsatım olmamıştı. Yaratıcılığımı daha çok sosyal medyada birtakım laf ebelikleri yaparak kullanıyordum -ki çoğumuzun yaratıcılığımızı gündelik hayatımızın rutini içinde boşa harcadığımızı düşünüyorum. Ufak tefek birtakım denemelerimi blogumda toparlıyordum. Ama ne zaman ki kafamda bir roman yazma fikri oluştu, sanki bütün bunların hepsi bir arada yürümez gibi geldi ve yaşam tarzımı değiştirdim. Zaten hayatım da beni ona doğru götürüyordu. Yine seyahat ediyordum ama biraz daha sakin bir yaşam kurmaya çalıştım. Yaratıcı enerjimi de ortaya saçmak yerine olabildiğince planlı, disiplinli bir şekilde çalışarak kendimi bu kitap yazma işine kanalize ettim. Biraz da yaş itibariyle, insanın sürekli bir evrim içinde olması gerektiğine, değişmenin gerekliliğine inanıyorum.

Romanının yayımlanmasını bir hayalinin gerçekleşmesi olarak tanımlayabilir miyiz?

Yüzde yüz.

Peki bu anlattıklarını tam olarak bir plan çerçevesinde mi gerçekleştirdin yoksa akış ufak ufak kendiliğinden mi örüldü? Başka bir deyişle büyük resmi görüp oraya doğru sabırla ilerlemeden mi yoksa yolda düzülen bir kervandan mı bahsediyoruz?

Aslında her şey ufak ufak kendiliğinden örüldü. Lisede ve üniversitede Hayalet Gemi başta olmak üzere birtakım alternatif edebiyat yayınlarını çok yakından takip ediyordum. Zaten ortaokul ve liseden itibaren sürekli cebimde kitapla geziyordum. Kitap yazmak o zamanlardan beri istediğim bir şeydi. Hatta, ta o zamanlar “Bakalım önce hangimizin kitabı çıkacak” diye iddiaya girdiğim eski, çok sevgili bir dostum romanım yayımlandıktan beni tebrik etmek için aradı. Ama hiçbir zaman yazdıklarımla performansımı ispatlamak, yarışmalara katılmak, edebiyat çevrelerinin içine girmek gibi mesailerde kendimi göremedim. Hayalim tam olarak, gerçekten okunur bir romanla okuyucuya merhaba demekti ve öyle de kısmet oldu. Bu romanı yazmakla ilgili aslında benim için kilit noktası şuydu: Bir makale ya da öykü yazdığında, kafandaki kusursuz olmasa bile ona aşağı yukarı yaklaştığını görmek zor olmuyor. Ama iş, roman gibi ucu bucağı olmayan, çok geniş bir alanda yazmak olduğunda ilk aşman gereken şey, bunun dünyanın en güzel romanı olmayacağı gerçeğiyle yüzleşmek.

Yazmak için fiziken veya ruhen nelere ihtiyacın var?

Yazmak isteyeceğim, bana ilham verecek bir hayat yaşıyor olmam lazım. Çünkü sana ilham verecek deneyimlerin, gözlemlerin ne kadar çok olursa, iç zenginliğini ne kadar büyütebiliyorsan insanlara da o kadar çok verecek, aktaracak şeyin oluyor. Arızanın Merkezine Seyahat’e başlamamın ilk senesi içinde –kitabı yazmam sekiz sene sürdü- sadece not alıp planlama yapmıştım. Sonraki seneler ise serbest çalışmama rağmen işimin çok yoğun olduğu zamanlardı. Dünyanın neresinde olursam olayım bilgisayarın başına sabah oturup akşam kalkıyordum. Dolayısıyla yazmaya bazen senede sadece üç ay ayırabiliyordum. Her ara verdiğimde, özellikle da sayfalar biriktikçe tekrar o dünyanın içine girmek çok zorlaşıyordu. Beni de en çok zorlayan bu vakit sıkışıklığı oldu. Dolayısıyla benim için en değerli şey vakit. Onun dışında, tabii ki sessiz, huzurlu, mümkünse yeşilliklere bakan hoş bir yere ve güzel kahveye ihtiyacım var.

“Hayat kendini biraz iteklemekle biraz bırakmak arasında kusursuz bir denge olmalı diye düşündü.” sf.371

Arızanın ufukta belirdiği ana dair ne söyleyebilirsin? Arızanın hem romandaki bağlamıyla hem de kelime anlamıyla soruyorum.

Arıza zaten her an orada. Bir tarafta arızayla meşgul olmayı tercih etme hali var, diğer tarafta da her şeyin üstünden akıp gitmesine izin verdiğin bir hal var. Ve bu ikincisini her zaman yapamıyoruz. Belki zamanla yaşın getirdiği olgunlukla biraz daha kolaylaşıyor ama hiçbir zaman kusursuz hale gelmiyor. Bunu öğrenmek için de arızanın merkezine seyahat edip oradan şöyle bir geçmek şart. Yoksa bu dünya düzeninde bir türlü büyüyemiyoruz.

Kitabın içine doğru biraz daha yol alırsak, Arızanın Merkezine Seyahat’te önce karakterler mi belirdi yoksa konu ve hikâye çatısı mı?

Kitaba başlarken kendim için kurduğum ve sinopsiste de kullandığım cümle şuydu: “Dünyaya yeni bir kutsal kitap geldiğine inanılıyor. Mesleğine küsmüş bir kitap dedektifi ve bir ödül avcısı kitabın peşinde bir dünya yolculuğuna çıkıyorlar.” Hikâyeyi oluştururken baş karakterlerimizden kitap dedektifinin duygularından yol çıktım. Leyla karakter özelliklerinden birinin çalındığına inanır ve diğer baş karakterimiz, yani ödül avcısı Hakan onu bulmasına yardımcı olacaktır. Bazen hayatta her şey doğru gidiyormuş da sende bir şey eksik ve yanlışmış gibi; sanki hayatı gerektiği gibi yaşamayı beceremiyormuşsun, huzur içinde akamıyormuşsun; her şey yolunda gittiği halde kendini mutsuz, depresif hissediyormuşsun; sanki sende bir şeyler eksik de o yüzden beceremiyormuşsun duygusu vardır ya… Zaman zaman hepimizin hissettiği şeyler. Leyla da, karakterinin bir parçasının çalındığına inandığı için böyle hissediyor.

“Ağzını bozmazsın, sigara içmezsin, köfte yemezsin, iki dağıtmazsın… Kendini iki dakika rahat bırakmıyorsun diye başın göğe erecek sanıyorsun ama öyle bir şey yok.” sf.56

Karakterlerini ayrıca çalışıyor musun yoksa hikâyeyi yazarken kurguladığın o çember içinde birbirlerine değerek mi evriliyorlar?

Aslında ikisi de doğru. Başta karakterler sadece birer isim ve kitapta her birinin bir işlevi var. Ama burcu nedir, anası babası ne iş yapar, nerede büyümüştür, hangi yemekleri sever, tatile nereye gider, hangi spordan hoşlanır vesaire şeklinde zenginleştirerek onlara bir arka plan vermeye çalıştım. Bu da sana karakterlerin belli durumlarda nasıl davranacakları hakkında ipucu veriyor. Tabii kurgu içinde de şekilleniyorlar ve karakterlerin bir araya gelişi de bazı şeylerin ortaya çıkmasını sağlıyor aslında. Mesela biri hep az yerken diğeri onun tabağından kalanları yiyor.

Mekânların üzerinde de tıpkı karakterlerin üzerinde olduğu gibi mi çalıştın yoksa mekânları ihtiyacına, gelişine göre mi dizayn ettin?

Kitabı yazmaya başladığım dönemde zaten kışları sıcak ve tropikal ülkelerde geçiriyordum ve bu seyahatlerim bana mekânsal anlamda büyük bir zenginlik sağladı. Kitapta sözü geçen mekanların çoğuna bizzat gittim. Bazen ev tutup iki-üç ay kaldım, hatta daha uzun vakit geçirdiğim yerler de oldu. O yüzden de hayal gücüne çok da fazla bir şey kalmadı. Tabii daha sonra bu mekanları kafama göre ve kurgunun ihtiyaçlarına göre de şekillendirdim.

Bölümlerin sık sık değişmesi sekans oldukları hissini veriyor. Neden bu kadar çok bölüm var, bunu sinematografik bir algıyla mı kurguladın?

Biraz da kendiliğinden öyle oldu ama sinematografik bir algım olduğu kesin. O yüzden görsel zenginliği de olsun istedim. Zaten hep bu romanın bir gün film olmasını hayal ederek yazdım. Hatta itiraf edeyim, bu filmi Fatih Akın’ın yönetmesini gönülden diledim…

Yakın çevrem dediğim zaman buna sen de dahil olmuş oluyorsun ve bu yakın çevreme, hatta ait olduğumuz jenerasyona –en azından bir zümresine- ait gündelik bir dil ve bir mizah anlayışı var. Sen de bunlardan beslendin ama daha önemlisi romanda kendini dilini, dil algını kurduğunu görüyorum. Demek istediğim, neyi nasıl dediğini ben şahsen kolayca anladım. Peki genel olarak anlaşılma kaygısıyla “Ben bunu böyle anlatırım arkadaş” deme cesaretini göstermeyi nasıl dengeledin? Dilini nasıl ördün?

Aslında içimden geldiği gibi yazdım. Kitapta belli bir yaşın altındaki okurların kolayca bağ kuramayacağı bazı ifadeler olabilir. Varsın bizim neslimiz de bu kitap için “Burada ben de varım, içinde benim yaşantımdan bir öğe var” desin. Edebiyatta böyle bir çeşitliliğin olması bence hoş bir şey. Ama dili çok kısıtlayıcı bir şekilde işlediğimi de düşünmüyorum. İstedim ki her yaştan, her ortamdan  insanın takip edebileceği bir hikâye olsun, ki macera kurgusu kullanmamın sebebi de buydu. Kahramanın yolculuğu üzerinden çok daha fazla insana ulaşabileceğimi düşündüm. Macera kurgusu ile okuyanları normalde karşılaşmayacakları bakış açılarıyla ya da deneyimlerle buluşturan bir yapı oluşturmaya çalıştım.

“Siyah askerî üniformalı adamlardan biri Hakan’ın pekine düşerken diğeri çekmeceleri, rafları her yeri indirip talan etmeye başladı. Belli ki aradıkları bir şey vardı…” sf.24

Romanını, iki kere neredeyse yeniden yazman gerekti. Peki macera kurgusu başından beri var mıydı yoksa editoryal müdahaleyle mi dahil oldu? O süreçten biraz bahseder misin?

Sinema master’ı yaptığım dönemde senaryo derslerinde macera kurgusu oluşturma konusunda biraz fikir edinmiştim. Yazmaya başlarken de böyle bir kurgu planladım, hatta bunu iyi yaptığımı düşünüyordum ama meğer öyle değilmiş… Hatta yönetmen arkadaşım Çağla Zencirci ilk okuduğunda bana “Macera filmlerinde ön planda bir macera vardır arka planda da bir aşk hikâyesi akar. Ama karakterler çok da derinleştirilmemiştir. Sanki aşk maceraya meze olur gibi. Seninkinde ise tam tersi olmuş: İki  karakterin hikâyesi ön planda ve arkada da bir macera var,” demişti. Çağla’nın bu dediğinin bir dezavantaj olduğuyla, yani macera kurgumun aslında zayıf kaldığı gerçeğiyle, hem Cem Akaş’ın beni ilk yönlendirdiği hem de Özlem Alkan Karakuş’la beraber çalıştığımız dönemde yüzleştim. Dolayısıyla “Oh bitti yaşasın!” dedikten sonra kitabın kurgusunu iki kez değiştirmem gerekti.

Ben ise şöyle hissettim: Kitabın başında anlatılan karakter tariflerini, karakterler arasındaki atışmaları, durum tasvirlerini vs. okurken keyifle akıyordum. Ne zaman ki macera anlatımı çoğaldı –ki bu kişiden kişiye değişecektir eminim- o zaman azıcık bir koşturma hissine kapıldım. O baştaki hali özler oldum. Bence bir sonraki çalışmanda daha deneyimli bir şekilde oluşturacaksındır kurguyu fakat…

…tabii ki, çok önemli bir tecrübe oldu benim için…

…sen belki de bir yazar olarak macerayı aşka meze yapmak istiyordun. Bunda ısrar etmek istediğinde belki buna göre bir form, yöntem geliştirebilirsin. Dolayısıyla sorum şu: “Ben aşkın etrafında dönen bir macera istiyorum” demek için çalışmaların olacak mı?

Bir sonraki çalışmamda bu dediğinden ziyade, kurguyu daha dengeli, daha sağlam bir şekilde kurmaya çalışırım. Çünkü sonuçta bir macera kurgusu varsa bunun da sağlam olması gerekiyordu, ki bu bir  psikolojik roman olsaydı editörüm bana kurguyu güçlendir demek zorunda kalmayacaktı. Aslında o bahsettiğin koşturma hali benim çok endişe ettiğim bir haldi fakat sen böyle söyleyince kaçınamadığımı görüyorum. Bunun sebebi şu da olabilir, üçüncü turda editörüm ve yayınevi kitabı fazlasıyla uzun buldu. Dolayısıyla kısa bir süre içinde hem kitabı yüzde otuz kısaltmak hem de kurguyu yenilemek zorunda kaldım ve o kadar hızlı çalıştım ki! Bu koşturma halinin kitaba yansımamış olmasını ben de dilerdim. Öte yandan bunu hoş bulanlar da var. Kitabın kapağında “Saatte üç yüz km ile akan bir macera” yazması da bunu destekliyor sanırım.

Dediğim gibi ben kişisel bir açıdan bakıyor olabilirim.

Kitabın üçüncü değil de ikinci versiyonu yayımlansaydı belki de bahsettiğin gibi bol tasvirli, içinde gözlemlerin, değerlendirmelerin daha fazla yer aldığı bir yapısı olacaktı. Ama ben editörümle yaptığım bu çalışmadan memnunum, çünkü çok şey öğrendim. Aksi takdirde diyaloglar, iki karakterin ilişkisi, aralarındaki çekişmeler çok uzayacak ve bu da okuyucuları hikâyeden koparacaktı. Karakterlerin kurgudan, her şeyden kopuk, sürekli kendi arasında debelenen iki insan olmasını istemezdim ama belki de o kadar gaza basmaya gerek yoktu.

“Akıllı kadınlarsa bir şeyler başarmaya çabalayıp durmaktan çabanın kendisi haline gelmişti. Sıkıcıydılar.” sf.40

Kitaptaki anlatıcıyı nasıl tarif edersin? Bazen kadınlara saydırıyor, bazen de bir kadının gözünden erkeklere yardırıyor… Anlatıcının dili şeffaf mı yoksa bir karakteri var mı? Bu yazar Sona Ertekin’in anlatıcılığı mı yoksa Arızanın Merkezine Seyahat’e bulunmuş bir formül mü? 

Bunlara dikkat etmen beni çok mutlu etti çünkü bence bu, kitabın üslubuna dair çok belirleyici bir nokta. Belki teknik olarak bu tür bir anlatıcının bir tanımı vardır ama varsa da ben bilmiyorum. Bu arada dediğinden yola çıkarak; erkekleri eleştiren bir kadın kitabı veya kadınları eleştiren bir erkek kitabı fikri bana artık çok sıkıcı geliyor. Çevresel felaketler yaşamıyor ve yaşamayacak olsak dünyanın geleceğinin, dişil ve eril yanlarımızı artık daha dürüst, dengeli ve hakkaniyetli bir şekilde ele almamıza bağlı olduğunu söylerdim. Ama bence, en azından insanın olgunluk çağı bunu gerektiriyor… Sonuçta bu doğal olarak benden çıkan bir üslup oldu; karakterlerden sadece biriyle özdeşleşmeyen, gerektiğinde ikisini de ayrı ayrı –ya da birbirine karşı- yerden yere vuran veya aynı şekilde onları yüceltebilen bir anlatıcı. Aslında kendi hayatımızda da böyle yaşamamız gerektiğine inanıyorum. Övülecek yerlerimizi övelim, yerilecek yerlerimizi görelim ve bu şekilde olumlu yönde değişebilelim… Ben akışkan bir anlatıcı dili oluşturmak istedim. Neredeysek ve hangi karakterleysek ona yaklaşan, orada onun zihniyle bütünleşen ama konuya hem içeriden hem dışarıdan bakabilen bir anlatıcı.

Kişisel olanla –hayat görüşün, iletişim biçimin, hayallerin vs.- kurgu olanı nasıl harmanlıyorsun ya da aralarındaki sınırı nasıl çiziyorsun?; hem senin kişisel olarak anlatmak istediğin şeyler olsa gerek hem de bir yazar olarak bir dil ve kurgu yaratmanın peşindesin, işte bu ikisinin dengesini nasıl kurduğunu merak ediyorum.

Yaş aldıkça daha huzurlu, daha anlayışlı, daha esnek olmaya doğru veya kendini sıkıcı bir yere sıkıştırdıysan daha çok neşeye ve canlılığa doğru koşmak… Bunlar hayatta ilgilendiğim meseleler. Çünkü yaşadığımız çağda hayat bizi sürekli oradan oraya savuruyor. Bütün bu çelişkilerin, sıkıntıların içinden daha olgun, daha huzurlu bir birey olarak çıkma çabasına çok inanıyorum. Kitabın içindeki karakterler bu olgunluğa erişmiş değiller ama bu yoldalar, bu nedenle de arızanın merkezine seyahat ediyorlar. Kitaptaki karakterler ve bulundukları aşamalar benim bireysel tecrübelerimle bire bir örtüşmese de hayata dair bir üst bakışım tabii ki var. Ukalalığa, bilmişliğe vardırmadan bunları anlatmak ve paylaşmak istedim. Kitapta okurların karşılaşacağı şeylerin bazıları ibretlik, bazıları ilhamlık. Bunların hepsi zaten hayatın içinde var.

“Kötü espriler kadın ve erkek arasında hatta belki genel olarak insanlar arasında samimiyetin bir numaralı göstergesiydi.” sf.168

Kişisel ve Arızanın Merkezine Seyahat’teki mizah duygundan biraz bahsedebilir misin?

İnsan kendine gülebilmeli, zaten bence bu bir hayatta kalma stratejisi. Bunu yapabiliyorsan arızadan geçersin. Hayatın her aşamasında içinde bulunduğum durumu tiye alabilmek, kendimle dalga geçebilmek bana hep çok yardımcı oldu. Mizah bizi kendini ciddiye alma halinden uzaklaştıran bir şey. Kitapta da bu tarz bir mizah var. Onun dışında da tabii 80’ler çocuğu olmanın  getirdiği o yıllara özgü “baba esprisi” dediğimiz esprilerden de var.

Baba esprisini nasıl tarif etmeli?

Hani aile içinde yapılan bazı espriler vardır ya, özellikle anne-babalar yaptığında sinir olursun ama o artık aile içinde bir aidiyet hissi yaratmıştır. Bayat da olsa o espriye gülünür.

“‘Hiçbir şey,’ dedi Datuk. ‘Ya da her şey. Bize karanlık görünen bu dünyada kendimize nefes alacak yerler bulmaya ve güzel çocuklar yetiştirmeye çalışabiliriz. Sistemin dışı diye bir şey yok ama kenarı köşesi var.’” sf.368

Kitapta da karakterlere en zor, en saçma, en karanlık, en kanlı, en acılı anlarında bile hep bir mizah, bir muziplik eşlik ediyor. Hiçbir zaman hüzne ve trajediye boğulmuyoruz. Toz pembe bir dünya kurduğunu söylemiyorum ama hiçbir zaman karanlıklara gömmüyorsun bizi. Buradan yola çıkarak senin nasıl bir dünya hayal ettiğini merak ettim. Kitapta geçen “hakikatın çocukları”na da göz kırparak biraz ütopyandan bahsedebilir misin?

Kadınların da, erkeklerin de eril ve dişil yönlerini dengeleyebildikleri bir dünya diyebilirim. Maalesef kapitalizmin bizde yarattığı eksiklik duygusuna bu düzenin ihtiyacı var. Bizim kendimizi iyi hissetmemiz bu düzen için kabul edilebilir bir şey değil. Özellikle ergenlikten itibaren sürekli birtakım idealize edilmiş imgeler, örnekler karşısında ezilerek ve eksik hissettirilerek büyüyoruz. Ömürlerin böyle geçmesi çok yazık. Halbuki dünyaya gelen her çocuk aslında kusursuz. Her çocuk dünyaya saf ve bütün bir varlık olarak geliyor. “Çocuklar melektir, masumdur, sonra kirlenir” gibi bir noktaya indirgemekten bahsetmiyorum ama evet, çocuk dünyaya pek çok hediyeyle, cevherle, pırıl pırıl, capcanlı gelen bir varlık. Ama bütün dünya düzeni büyüdükçe onun bütün heyecanını, hevesini kırmak üzerine kurulmuş sanki… Dolayısıyla idealimdeki dünyada özellikle çocuklar, ergenler ve tüm bireyler asla kendini başkalarıyla karşılaştırarak eksik hissetmiyor. Daha çocukluktan itibaren kendine yeten bir bütünlük hissiyle büyüyor. Herkesin kendini gerçekleştirme fırsatlarının elinin altında olabileceği bir dünya hayal ediyorum.

Açık Dergi’deki söyleşide “İnsanın kendine sorumluluğu bence vahşi kalmaktır” demiştin. Bu da sanırım bahsettiğin bütünlük hissine değen cümle. Vahşi kalmayı biraz açıklayabilir misin, mesela dört duvar arasından çıkmak gibi bir şey mi?

Kiminin mesleği dört duvar arasındadır ama orada kendini gerçekleştirebiliyordur ve mutludur. Bence vahşi kalmak bununla ilgili bir şey değil, kalbimizde, ruhumuzda olan bir şey. Vahşi kalmanın tam tersi ise rutine kapılıp kendinden uzaklaşma, zevk almadığın, mutsuz olduğun şeyleri sürdürme hali… Bence tek başına yaşayan bir insanın kendine güzel, küçük bir sofra kurması; tek başına sinemaya gitmekten veya seyahat etmekten zevk alması; ya da bir çiftin kendilerini çocuk-iş vs. rutinine kaptırmak yerine onları hayatta mutlu edecek şeylere alan açması vahşi kalmaktır. Çok katı ve disiplinliysen gevşemek. Çok gevşek ve dağınıksan özdisiplin edinmek. Kısacası konfor alanından çıkmak, ezberini bozmak… Aslında yaptığın her neyse onun her anında yüzde yüz orada olmakla ilgili bir şey bu.

“Birileri kadını aynı anda hem güçlü ve yırtıcı hem de şefkatli ve sevecen olamayacağına inandırmıştı ve kahramanın asıl sınavı da buydu zaten.” sf.289

Kitaptaki cümlen “İçindeki vahşi kızı ortaya çıkarmak her kadın gibi onu da açmıştı”; sendeki kadınlık ve vahşilik ilişkisini anlamak babında, hayalindeki veya tanıdığın vahşi kadınlardan biraz bahsedebilir misin?

Mesela aklıma ilk Seyyal Taner geliyor. Benim için ilham verici bir karakter… Kadınların üzerinde o kadar çok görev var ki! Yok kariyerin de olacak, çocuğun da olacak, güzel de olacaksın, spor da yapacaksın, evin de temiz olacak, şık olacaksın, bakımlı olacaksın vs. Erkeklerin üzerinde daha az baskı olduğunu ya da onların hayatının daha kolay olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Onlar erken yaşta duygularını bastırmaya koşullanarak apayrı bir cehenneme sürükleniyorlar zaten. Ama kendi tecrübemden yola çıkarak bizden çok fazla rol beklendiğini söylüyorum ve birçoğunu bir arada götürmek zorunda kalıyoruz. “Multitasking öldürür” diyorlar ya, hakikaten doğru. Bu da vahşi kalmayı zorlaştıran bir şey. Tabii bütün bu rollerin üzerine “Vahşi kalacaksın!” diye bir kalem eklemek de saçma olur. Ama bu kadar şey arasında parçalanıp bölünürken kendimize “sadık”, yani “vahşi” kalamıyorsak istediğimiz kadar mükemmel yapalım, hiçbir şeyin anlamı kalmıyor.

Kadının cinselliğini nasıl yaşayacağına dair herkesin bir fikri, bir yargısı var…

Hem masum olacaksın hem seksi olacaksın! O kadar karışık talepler, o kadar karışık mesajlar ki! Birinden birini ol, gene makbul değil.

“EROTİK FEMİNİZM, SÜRDÜRÜLEBİLİR HEDONİZM, FANTASTİK GERÇEKÇİLİK!..” sf.281

Erotik feminizmi “kadının cinselliğini geri alması” olarak tanımlamıştın. Peki sen geri almak zorunda kaldın mı yoksa zaten dilediğin gibi yaşıyor muydun? Bu bağlamda pole dance’le ilişkini anlatabilir misin, aralarında bir bağlantı var mı?

Her ne kadar evrilmiş görünürse görünsün ülkemizde -eminim dünyada da- en rahat koşullarda bile çok baskıcı ve cinsiyetçi tavırlar var. Oldukça özgür bir çevrede yetişmek tabii ki bir avantaj. Ama orada da üzerine yüklenen ekstra sorumluluklar ve beklentiler var. Erkeklerin ağırlıkta olduğu dağcılık, Dj’lik gibi ortamlarda bir kadın olarak var olmaya çalışmak çok sevmeme rağmen benim için hiç de kolay değildi. Daha sonra Türkiye’de  yaklaşık ilk ortaya çıktığı senelerde pole dance’e başladığımda –epey de geç bir yaşta, otuz yedi yaşında başladım- bu sefer de daha çok kadınların ağırlıkta olduğu bir ortama girdim. Ve inan ki kadın ağırlıklı ortamların da kendine göre çok çılgın ve çok katmanlı dinamikleri var… İnsanlar pole dansı daha çok akrobatik veya modern dansa benzer şekilde veya daha lirik ya da sadece sportif olarak da yapabiliyorlar. Ama pole dansın aynı zamanda tabii ki seksi bir tarafı da var… Kadınların egemen olduğu bir çevre içinde kendi cinselliğini keşfetmek, daha doğrusu kendi cinselliğini ifade edebileceğin bir ortam bulmak harika bir deneyim! Eğer Chinese pole veya o tarz bir şey yapmıyorsan pole’a yani metal direğe tırmanabilmek ve üzerinde asılı kalabilmek için ten teması gerekiyor. O yüzden de mini şort ve spor sutyen gibi az kıyafetle yapılıyor. Dolayısıyla bir sürü yarı çıplak kadınla bir arada olduğunda insanlar bir süre sonra az kıyafetle gezmenin ne kadar doğal bir şey olduğuna alışıyor, bedeninden utanmamaya başlıyor. Pole dans ortamında zayıf olmak, şu olmak, bu olmak gerekmiyor. Ne kadar farklı ve çeşitli kadın bedeni olduğunu, hepsinin olduğu haliyle ne kadar da güzel olduğunu, kendini özgür bıraktığında o güzelliğin daha da ortaya çıktığını ve kadınların bir arada olmasının insana güç, huzur ve neşe verdiğini bu ortamda deneyimleyebiliyorsun. Her stüdyo için geçerli değilse de Türkiye’deki pole dans ortamını post-feminist diye tanımlasam sanırım yanlış olmaz. Belçikalı psikotreapist Esther Perel, erotizmi sadece cinsellikle ifade etmek son derece sınırlayıcı bir yaklaşım diyor. Erotizmin, aslında insanın yaratıcı gücünü ortaya koyduğu bir alan olduğunu söylüyor. Ben de pole dansı yaratıcı gücümüzü, cinselliğimizi daha da özgürleştirebileceğimiz bir araç olarak görüyorum.

Fotoğraf: Vit Person

Bu kitaba koyup da geride bıraktığın bir yükün var mı?

Bu kitabın tamamlanıp yayımlanması benim için yük atmaktan ziyade, bütünleştirici bir deneyimdi. Hayalimi somutlaştırıp insanlarla paylaşmanın olmak istediğim, olma yolunda olduğum insan olarak beni tamamlayan, bana huzur veren bir yanı oldu.

Son olarak, şimdi nasıl bir süreçte, nasıl akıştasın?

Kitabı basılı halde elimde görmek, insanların okuması, yorumlarını paylaşmaları muhteşem bir his. Şimdi bir öykü kitabı hazırlıyorum ve yeni roman için de notlar alıyorum. Bu sefer bambaşka bir ortamda, farklı karakterlerle ama yine bir macera kurgusu düşünüyorum… Yaz mevsimi ailemiz için aşırı yoğun ve yorucu geçti. Şimdi huzur, iş ve çalışma düzenime, spor disiplinime geri dönme zamanı. Yazılacak, okunacak, düzeltilecek çok şey var. İçilecek çok kahve, erken uyanılıp meditasyon yapılacak pek çok sabah… Müthiş keyifli pole dersleri, pole antrenmanları ve bir de yeni tutkum serbest dalış… Hayat kısa, kedicikler uçuyor desem…