Sinema evreninden farklı zevklere hitap eden 5 hayalet filmi

Yazı: Burcu Teker - Kolaj: Nilsu Çeboğlu

Sessiz filmlerle hayatlara girişinden üç boyutlu gerçeklendirildiği günümüze, sinemada hayalet hikâyelerinin türler ve dönemler ötesi bir olgu olduğu su götürmez bir gerçek. Klasik korku janrından bağımsız olarak bu motif, yeri geldiğinde komedi filmlerini katmanlayan, yeri geldiğindeyse çözülmemiş iç çatışmaları temsil eden en güçlü metaforlardan. Bazen yürek burkarak, bazen tüyler ürperterek; varoluşun keşfedilmemiş yönlerine hep bir yanıt arayarak popülerliğini korumaya da devam ediyor.

Şu sıralar Filmekimi kapsamında gösterilen All of Us Strangers da kederin ve süregelen homofobinin keskin sonuçlarına dair derinden etkileyen, doğaüstü bir keşif. Başrollerini Andrew Scott ve Paul Mescal’ın paylaştığı, Andrew Haigh‘in yazıp yönettiği film, Taichi Yamada‘nın 1987 Tokyo’sunda geçen Strangers romanından uyarlama bir hayalet hikâyesi. Yönetmen, hikâyeyi günümüz Londra’sına konumlandırıyor.

Şimdiki zamanın günah çıkarması niteliğindeki anlatıda yalnız ve hesaplaşmaları bitmemiş bir senaristin, yıllar önce bir trafik kazasında kaybettiği ailesi hakkında yazmaya başlaması ve geçmişe sürüklenerek, artık hayatta olmayan ebeveynleriyle yüzleşmesine tanıklık ediyoruz. Senaryonun büyülü gerçekçi yapısı, Adam’ın ruhsal çöküntüsünün ve tamamlanamama hâlinin kuytularına inmemize olanak sağlıyor. 

Kuir varoluşa sahip insanların nesiller boyu gördüğü baskıyı, yabancılaşma ve ait olamama hislerini anlamlandırmaya; itiraflarla hafifleyip hayatına devam etmeye çalışıyor Adam film boyunca. “Bu insanlar” diyor, “benim annem babam, beni en çok seven ama asla anlamayanlar. Bu nasıl bir ikirciklik?”. Tüm bunlar olup biterken, kapı komşusu Harry’nin Adam’la kurduğu romantik ilişki, dinamizmi körüklüyor; usulca, dürüst ve iddialı bir pencere açıyor öyküye. Durmaksızın hissediyor, empati kuruyor ve sorguluyoruz: Kabul görmeyi, dönüşümü, romantizmi hatta zaman ve mekânı… 

Filmin detaylı okumasını yapmak isteyenleri Zelal Buldan’ın Ruhların diyaloğu: All of Us Strangers yazısına göz atmaya davet ediyor; rotamızı sinemada var olmuş, söyleyecek şeyleri olduğunu düşündüğümüz diğer hayaletlerin dünyalarına çeviriyoruz.

Uykumun kaçmasında sorun yok diyenlere: The Shining (1980)

Stephen King’in edebi dehasının Stanley Kubrick’in yenilikçi sinematografisine karıştığı bu rahatsız edici filmde kendimizi bir anda, akıl sağlığı bozulan Jack Torrance’ın ailesine yaşattığı türlü gerilimin orta yerinde buluveriyoruz. İlk bakışta doğaüstü gibi görünse de yaratılan hakiki gerilim öylesine yoğun ve gerçek ki karşı koymaya çalışsak dahi atmosferin içine çekilmiş, The Overlook Oteli’nde ortalarda görünmemeye çalışan bir karaktere dönüşmüş hâldeyiz. 

Çiçekli duvar kâğıdına mesafe koyduran türden anlatısıyla The Shining, 217 numaralı odadan büyüleyici labirent sahnesine, gerçeküstü unsurları psikolojik savaşla harmanlıyor; yıllara meydan okuyarak, korku sineması için bir mihenk taşı olmaya devam ediyor. Film boyunca Jack’in ağır bir paranoid şizofreni yaşayıp aklını mı yitirdiği yoksa uğursuz Overlook Oteli’nin misafirlerinin hayatta kalamadığı, girenin sağ çıkamadığı bir yerleşke mi olduğu iddiaları açık uçlu bırakılıyor; kimileri ise psikozu asıl yaşayan kişinin Wendy olduğu görüşünde. Kubrick’in, The Shining’in bir hayalet hikâyesi olduğuna dair bir beyanı bulunmuyor ancak filmde bunu görmek isteyenler için temayı kasten abarttığını düşünenlerin de olduğunu söylemeden geçmemeli.

Reenkarnasyon ve Budizm anlatısı tutkunlarına: Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives (2010)

Taylandlı bağımsız film yönetmeni Apichatpong Weerasethakul’un Cannes’dan Altın Palmiye’yle dönen filmi; yaşam, ölüm ve reenkarnasyon konuları üzerine oldukça düşündürücü, görsel olarak da baş döndürücü bir deneyim. Ölüm döşeğindeki bir adamı takip eden Loong Boonmee raleuk chat / Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives için dünyevi duygulara odaklanan, başka dünyalara ait bir masal demek sanıyoruz pek de yanlış olmaz.

İzleyici, ölüme yaklaştıkça Tayland’ın yemyeşil ormanlarında karşı taraftan gelen çeşitli ziyaretçilerle hayatı şenlenen Boonmee Amca’nın dünyasına konuk olurken; film, “yaşayanları ziyaret eden hayaletler” fikrine açık olanları kalbinden vuruyor. Reenkarnasyonu benimsemiş bir zihin için kişinin değer verdiği ruhlarla -mevcut biçimleri yayın balığı olsa dahi- karşılaşması güzel olsa gerek en nihayetinde.

Korkmak yerine gülmek isteyenlere: Hausu (1977)

Döneminin en çılgın, gelenekselliğe en çok meydan okuyan avangart korku filmi olan Nobuhiko Obayashi’nin Hausu’sunun, psikedelik bir külte dönüşmesine şaşmamalı. Sıra dışı özel efektlerle sınırları zorlayan bu tuhaf, halüsinatif deneyimde yönetmen; gerçeküstü görüntüleri hem rahatsız edici hem de garip bir şekilde keyif verici hâle getirmeyi başarmış.

Normların dışına çıkmaya kararlı olan yönetmen, filmi çekmeden önce tanıdığı en yaratıcı kişiden danışmanlık almış; ergenliğe girmek üzere olan kızı Chigumi Obayashi!

Bu radikal yaklaşım ve bir çocuğun hayal gücünün sınırsız yönlerini görselleştirme isteği, dürtüler ve duygular arasında gidip gelen kana doygun bir delilik çıkarmış ortaya. “Perili ev” ya da “hayalet filmi” olarak kategorize etmenin biraz haksızlık olacağı bu şok edici yapımı; yaz tatili için bir taşra malikanesine giden kafası karışık bir grup kız öğrencinin pastoral bir fantazyada, kendilerini ısırmaya çalışan -uçan kafalardan katil piyanoya uzanan- gariplik seçkisinin ortasında kalışı şeklinde özetlemek mümkün. Ha bir de cesur ve benzersiz olarak… 

“Hayalet filmi sevmem” diyenlere, hayalet metaforlu film: Transit (2018) 

Transit, gizemli bir Avrupa şehrinde işgalci Nazi rejiminden kaçmak için ölü bir yazar kimliğine bürünen mülteci Georg’u konu alan tarihi bir dramayken; Alman sinemasının medarıiftiharı Christian Petzold’un hikâyeyi zamansız bir arafta bırakma kararı, geçmiş ile günümüz arasındaki çizgileri bulanıklaştırıyor, yerinden edilmenin kalıcı izlerini ve siyasi kargaşanın insani maliyetini vurguluyor.

İçinde tam anlamıyla hayalet barındırmasa da ebedi aidiyet arayışının seyircisini çokça düşünmeye ittiği anlatısıyla Petzold, özünde hayalet imgesini sahiplenmiş bir yönetmen olduğunun altını çiziyor. Emre Eminoğlu’nun Bant Mag. No:65 için filmin yıldızı Franz Rogowski ile yaptığı röportajda, oyuncu da bunun bahsini geçirmişti: “Aynı anda iki ayrı zamanda var olamazsın, aynı anda iki ayrı zamanı oynayamazsın. Film bu şekilde olmalıydı çünkü Christian (Petzold) hayaletlere âşık bir insan. Zamanda kaybolmuş hayalet figürlerini daima hikâyelerine koyup onlara yön veriyor ve bence bir mülteciysen de bir nevi hayaletsin. Kimliğini geride bırakıyor, yeni bir kimlik edinmeye çalışıyorsun; başka bir yere varmak ve orada yeni bir ev kurmak üzere yolda oluyorsun.”

Yüreğimin burkulmasından ayrı bir zevk alırım diyenlere: A Ghost Story (2017)

David Lowery’nin kesinlikle yeni şeyler denediği A Ghost Story, gidenlerin dönmesi ve geride kalanlara neler olduğunu gözlemlemesi üzerine. Az diyalogla çok şey anlatan filminde yönetmen, perili ev konseptini fantastik ve matem dolu bir romantizme dönüştürürken, izleyiciye ölümden sonra neler olduğuna dair alışılmışın dışında bir iç gözlem davetiyesi sunuyor; varlığımızı anlamlı kılan o kısacık anlara dair takdir duygusunu da ekranın tam orta yerine bırakıyor.

Trajik bir araba kazasında hayatını kaybeden müzisyen C, tasarımının çabasızlığıyla iyiden iyiye akıllara kazınan, gözleri oyulmuş beyaz bir çarşaf ile tasvir edildiği bir hayalet olarak yaşadığı eve geri dönüyor. Başta absürt ve şaşırtıcı gelen tasarım, film ilerledikçe içimize işleyen çaresiz bir hüzne bırakıyor yerini. Başını ve ellerini oynatmak haricinde hareket edemeyen, kederli partnerini yalnızca uzaktan izlemekle yetinmesi gereken hayalet, evden de ayrılamıyor. Lowery, yas duygusunu iki taraflı şekilde hissettirme dersi veriyor bu noktada. Sessiz ve güçlü dört buçuk dakika boyunca, kusana dek bir bütün turtanın çatalla yenişini izlediğimiz eş zamanlı ve derin bir yas. 

Acısını yaşayıp, hayatına bir şekilde geri dönen partnerinin evden taşınmasıyla da “geride kalan olma” kavramının başrolüne geçiyor hayalet; dünyadan ayrılabilme mücadelesi veriyor bu kez de. A Ghost Story dokunaklı sadeliğiyle izleyicilerini, kendi ölümlülüğünün kaçınılmazlığıyla yüzleşmeye ve hayatın kalıcı gizemlerinde teselli bulmaya davet ediyor.