Afet bölgesindeki mültecilerin hakları nasıl gözetilir?

Röportaj: Merdan Çaba Geçer - Fotoğraflar: Kemal Vural Tarlan

Haftalardır ülkenin birincil gündemi yaklaşan seçimler olsa da 6 Şubat depremlerinin etkilediği bölgelerde hayatın normale döndüğünü söylemek mümkün değil. Çoğunluğu ülkenin güneydoğusunda yer alan bu kentlerde yerel halkın yanı sıra ciddi oranda mültecinin ikamet ettiği biliniyor, her iki kesimin de sürdürülebilir desteğe ihtiyaç duyduğunun unutulmaması gerekiyor. Böylesine yıkıcı bir afet sonrasında kimsenin geride bırakılmadığı, farklılıkların zenginlik olarak kabul gördüğü, insan onuruna yaraşır bir yaşamı beraber inşa etmek elimizde.

İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı’nın 19 Nisan’da yayımladığı Geçici Koruma İstatistikleri’ne göre Suriye’den Türkiye’ye gelen kayıtlı göçmenlerin -İstanbul’un ardından- en fazla olduğu şehir, 450 bin kişiyle Gaziantep. Bu sayı, il nüfusunun yüzde 17’sinden fazlasına tekabül ediyorken, konu hakkında çalışmalar yürüten oluşumların varlığı elbette kritik önem taşıyor. Gaziantep merkezli sivil toplum kuruluşu Kırkayak Kültür de Türkiyeli yoksulların yanı sıra, toplum içindeki en dezavantajlı gruplardan olan, -çoğunluğu Suriyeli- Dom ve Abdallar ekseninde faaliyetlerini sürdürüyor. Halk arasında “Çingene” olarak adlandırılan bu peripatetik toplulukların maruz kaldıkları önyargı ve ayrımcılığa karşı diyalog – dayanışma çerçevesinde, sosyal uyuma yönelik, hak temelli hareket etmeye özen gösteriyorlar.

Kırkayak Kültür’ün kurucularından Kemal Vural Tarlan’a bağlandık; derneğin 6 Şubat sonrası çalışmalarını, ihtiyaçlarını, gözlemlerini, önerilerini dinlediğimiz bir sohbet gerçekleştirdik. Koordinasyon eksikliğinin yol açtıklarına, nefret dili ve dezenformasyonun sahadaki etkilerine, layıkıyla yas tutamamanın olası psikolojik sonuçlarına ve dahasına dair görüşlerini paylaştı Kemal Vural Tarlan.

Kırkayak Kültür’den biraz bahsedebilir, deprem sonrası sahadaki çalışmalarınızı detaylandırabilir misiniz? 6 Şubat’tan bu yana neler değişti Kırkayak’ta?

Kırkayak Kültür, yaklaşık 12 yıl önce kurulan bir sivil toplum örgütü. Aslında temel odağımız insani yardım alanı değil; hak temelli çalışan bir sivil toplum örgütüyüz ama toplumun dezavantajlı kesimleri için de bir koruma programımız var. Depreme değin Gaziantep’te iki merkezimiz vardı, altı program yürütülüyordu bu iki merkezde. Biri şu an bulunduğumuz bina olan Kırkayak Sanat Merkezi, diğeri ise Kültür, Göç ve Kültürel Çalışmalar Merkezi.

2008 yılında sanatçı, akademisyen, doktor, avukat, öğretmen, öğrenci gibi farklı meslek gruplarından oluşan bir grup tarafından kuruldu Kırkayak Kültür. Toplumun farklı kesimlerini bir araya getirip, kültürel çoğulculuğu hedefleyen bir anlayışla kurulduk. Her ne kadar hak temelli çalışmalar yapsak da temel felsefemiz “birlikte yaşam” oldu. Suriye’deki savaş sonrası, “Kente yeni gelen komşularımızla birlikte nasıl yaşarız?” sorusu üzerinden 2011’de harekete geçtik, kitlesel göçle birlikte kendimizi hızla dönüştürdük. Mültecileri de kapsayacak, onlarla bir arada yaşam kültürünü oluşturacak bir perspektifle programlar oluşturduk. Pandemi öncesine kadar bu programlarla çalışmalarımızı sürdürüyorduk. Küresel salgın esnasında -6 Şubat depremleri sonrasında olduğu gibi- toplumun en dezavantajlı, sosyoekonomik açıdan en kırılgan kesimleri daha çok etkilendi elbette. Dolayısıyla pandemi döneminde bir dönüşüm yaşadık ve dijital alanlarda da çalışmalar yapmaya başladık.

Deprem afetini yönetememekten kaynaklı oluşan felaketle birlikte, insani yardım alanına doğru tekrar bir dönüşüm içerisindeyiz. Toplumun dezavantajlı kesimlerinin gıdaya, hijyen malzemelerine, temiz suya erişimiyle ilgili sorun ve taleplerine hızlıca cevap vermek adına çalışıyoruz. Bir koruma programımız var; bu program kapsamında sosyal hizmet uzmanları arkadaşlarımız, sosyolog arkadaşlarımız çalışıyor. Sahaya iniyor, sahada çalışmalar yapıyoruz. Pandemi döneminde olduğu gibi ofislerimizi açık tutup, insanların ihtiyaçlarını karşılamak için destekte bulunuyoruz. Bu tür afet durumları temelde herkese tesir etse de kitlesel göç, pandemi gibi afetlerde Ortadoğu ülkelerinde de çalışan bir kurum olarak deneyimlerimiz şunu gösteriyor; zaman geçtikçe, toplumun sosyoekonomik açıdan farklı kesimleri daha yoğun şekilde etkileniyorlar. Dezavantajlılık hâli; yoksullara, yoksulluk içerisindeki mültecilere, Çingene toplulukları olan Dom, Abdal ve Romanlara, engellilere, LGBTİ+ bireylere, çocuklara daha büyük kayıplar yaşatıyor. Biz de çalışmalarımızı bu dezavantajlı toplum kesimlerine, kırılgan bireylere destek yönünde gerçekleştiriyoruz.

Depremin ilk gününden bu yana çalışmalar yürüten bir sivil toplum örgütü olarak, bölgede durumların şimdiye dek nasıl seyrettiğini düşünüyorsunuz? Süreç nasıl yönetildi; neler yapılamadı veya eksik yapıldı sizce?

AFAD ve bu alandaki diğer kurumlar ilk üç gün çoğu kente, ilçeye, köye zaten gidemediler, erişemediler. İnsanlar günlerce yalnız kaldılar ve kendileri bir şeyler yapmaya çalıştılar. Yardım faaliyetleri üç günün ardından daha sistematik hâle gelebildi; ihtiyaçların ne olduğunun tespit edilmesine ve destekte bulunulmasına, belirli bir zaman geçtikten sonra başlandı. Bu esnada pek çok yerde hastaneler zarar görmüştü, hastaneler zarar gördüğü için sağlık personelleri de zarar gördüler ve sağlıkla ilgili müdahaleler yapılamadı. Bu günlerde yaşananlar ileride yazılacaktır. Biz de şu anda görüşmeler yapıyor, duyduklarımızı kayıt altına alıyoruz. 

Sorunuza cevap olarak şunu söyleyebilirim: Depremden sonra insanların ihtiyaçları anbean değişiyor. Kış aylarına, yağmur ve karın yoğun olduğu günlere denk geldi deprem. Bölgelere ilk gittiğimizde, insanların başını sokabilecekleri bir yerleri yoktu; çadır istediklerini söylediler. Çadır verildikten bir süre sonra, çadırda yaşam sürdürmenin ne kadar zor olduğunu gördüler ve içerisinde daha güvenli olabilecekleri, soğuktan korunabilecekleri konteynerlar talep ettiler. Geçtiğimiz günlerde, Nurdağı’ndaki bir kadının oradaki yetkililerden şöyle bir talebi oldu: “Bize konteyner verdiniz ama bu konteyner bir kutu gibi sadece, kapalı bir alan. Tuvaleti yok, çamaşır alanı yok, en önemlisi mutfak yok. Bir şey pişiremiyoruz, çamaşırlarımızı dışarıda yıkıyoruz. Daha kullanışlı bir konteynera ihtiyacımız var.” Zaman geçtikçe, bu koşullarda daha uzun süre yaşayacaklarını fark ediyor insanlar ve doğal olarak ihtiyaçları da farklılaşıyor.

İlk günlerde battaniyeye, sıcak tutacak kıyafetlere, ayakkabılara ihtiyaç vardı. Bulabildiğimiz miktarda bu türden destekler verdik. Gaziantep’in merkez ilçeleri daha az etkilendiği için evleri hasarlı olmayan, orta hasarlı olan ya da en azından yıkılmayanlar evlerine döndüler. Bu sefer de gıda malzemeleri ihtiyaçları doğdu. Daha önce gıda, yemek dağıtırken; bizi destekleyen kurumlar aracılığıyla harekete geçtik ve insanların ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri, alışveriş yapabilecekleri market kartları dağıtmaya başladık.

Kırkayak’ın hakkında birçok çalışma yürüttüğü Domlar, Ortadoğu halkları tarafından çeşitli jenerik terimlerle nitelendirilen peripatetik topluluğunun alt gruplarını kapsıyor. Sayıca daha az olan Abdallar da yine çalışma odaklarınız arasında. Deprem sonrası bölgedeki dinamikler, dezavantajlı olarak nitelendirilen bu toplulukları nasıl etkiledi?

Depremin etkilediği 11 ilde yaklaşık olarak 1 milyon 740 bin mülteci bulunuyor ve bu mülteciler geçici koruma altında yaşıyorlar. Neredeyse her il ve ilçede “Çingene mahallesi” denilen; Dom, Abdal veya Roman toplulukların yaşadığı bir ya da birkaç mahalle var. Örneğin sadece Gaziantep’te böyle sekiz tane mahalle var – yaklaşık 100 bin kişiye denk geliyor. 

Deprem gibi her kitlenin etkilendiği durumlarda, dezavantajlılık kendisini daha çok hissettiriyor. Toplumun ana akımı; yardım ve desteklerin kendilerine ulaşması konusunda daha agresif davranabiliyor. Suriyeli mültecilerin hizmetlere ve yardımlara erişimi ilk günden itibaren gittikçe zorlaştı. Bir arada yaşamayı hedefleyen, sosyal uyum için çalışan kurumlar olarak bir araya gelinmesi için çabalıyorduk ve çabalarımızın karşılığını da alıyorduk aslında. Şimdi ise toplumun iki kesiminin gittikçe birbirinden yalıtıldığını, birbirinden izole olduğunu görmeye başladık. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı insanların, dağıtılan yardımlardan Suriyeli mültecilerin yararlanılmasını büyük ölçüde engellediklerine şahit olduk maalesef. Ne yazık ki kimi sivil toplum örgütleri de ayrımcılık yaptı, öncelikle yerli halkın ihtiyaçlarını giderdi.

Şunu biliyoruz ki Suriyeli ailelerin gıdaya, sağlık hizmetlerine, hijyen malzemelerine erişimi konusunda ciddi sıkıntılar var. Depremin ilk günlerinde büyük ölçüde camilere sığınmıştı mülteciler. Camilerde bile ayrımcılığın nasıl yapıldığını; caminin bir katında sadece 15-20 Türkiyeli aile kalırken, diğer katında 100 Suriyeli yaşadığını ve o kata elektrik dahi verilmediğini biliyoruz. Deprem koordinasyonuna erişerek böyle durumlara müdahale etmeye çalıştık fakat dezavantajlılık hâli; konu mülteciler ve Çingene toplulukları olunca daha da katmerlendi.

Sosyal medya üzerinden, Çingenelerin pek çok ildeki deprem bölgelerine geldiklerine dair paylaşımlar yapılmaya başladı örneğin. Oysa depremin etkilediği bu ilçe ve illerin her birinde bu topluluklar vardı; görünmezlerdi sadece. Damgalanan mahallelerinde yaşayabildikleri kadarıyla yaşıyorlardı. Evleri, barındıkları yapılar daha eski ve daha kötü olduğu için büyük hasar gördü, kimse yardım ulaştıramadı. Bu sefer yardımın ve koordinasyonun olduğu alanlara doğru yöneldiler ve “Çingeneler geldi!” tepkileriyle karşılaştılar. Adıyaman deseniz aklıma ilk gelen film Beynelmilel’dir benim; şehirde “gevende” olarak adlandırılan Dom, Abdal topluluklarını da anlatır, onları da kapsar. Bu insanlardı yardım ihtiyacı olan. Ya da bugün Nurdağı’na gittiğinizde Domların, Abdalların yaşadığı bir çadır alanı var. Oradakilerle konuştuğunuzda, buralara verilen hizmetlerle diğer alanlarda verilen hizmetlerin farkını rahatça anlayabiliyorsunuz. Aynı durum İslahiye’de de, Adıyaman’da da, Maraş’ta da, Antakya’da da geçerli…

Deprem sonrası Suriyeli mültecilere uygulanan fiziksel şiddet olaylarının gerçekten araştırılması gerekiyor ayrıca. Ölümlere varan şiddet olayları oldu, toplumda bunlara dair çokça anlatı mevcut. Bu anlatıların gerçekliğine dair çalışmaların yapılması gerekiyor. Deprem sonrası dönem uzunca bir zaman dilimini kapsayacak, belki de yeni normal olarak  süregidecek. Özellikle dezavantajlı grupların haklara ve hizmetlere erişimleri konusunda izleme çalışmalarının yapılması, bu izlemenin hak temelli yapılması önümüzdeki dönem oldukça önemli olacak. 

Kimi politikacıların ayrımcılığı tetikleyen açıklamalarına, basında ve sosyal medyada karşılık bulan nefret dili ve dezenformasyon da eklenince; hâlihazırda dezavantajlı olan gruplar daha da mağdur hâle getiriliyor. Sizin konu hakkındaki gözlem ve önerileriniz neler?

Yıllardır şunu söylüyoruz: Ne yazık ki medya araçları üzerinden, sosyal medya üzerinden, toplumdaki kimi gruplara karşı ayrımcı söylem pompalandıkça pompalanıyor. Bir arkadaşım mültecilerle ilgili Twitter’da paylaşım yapmıştı örneğin. Onu uyarınca, “Yalnızca bir tweet bu, en fazla ne olabilir ki?” demişti bana. Oysa ki yoksul mahallelerindeki gençler sosyal medyada bu yazılanları okuyup komşularına düşman oluyorlar. Günü geldiğinde küçük sürtüşmeler, şiddet olaylarına dönüşüyor. “Evet bunlar Suriyeli, hırsızlar, vatanlarını sattılar” diyor; bu hakkı kendisinde görmeye başlıyor. Ya da deprem sonrası kurulan çadır alanlarına bir Suriyeli aile gittiğinde “Yardımlar bize yetti de mi sıraya giriyorsunuz? Her şeyimizi kaybettik, bir de sizi mi besleyeceğiz?” denebiliyor. Dom, Abdal veya Roman çocukların başına gelenleri de görüyoruz. Bir oyuncak dağıtıldığında “Siz Çingenesiniz, zaten alıyorsunuz.” diyerek çocukları sıranın dışına itenler var. 

Sahaya indiğiniz zaman, kamu kurum yetkililerinden sivil toplum çalışanlarına, iki toplumu birbirinden ayrıştıran bir anlayış benimsendiğine şahit oluyorsunuz maalesef. İslahiye, Nizip, Maraş ve başka yerlerde mültecilerin diğerlerinden ayrıştırıldığını ve farklı çadır alanlarına gönderildiğini görüyorsunuz. Toplumsal uyum ya da entegrasyon, her ne denirse densin, bir arada yaşam için 10 yıldan fazladır çalışan kurumların emekleri, kamu kurumlarının emekleri yok sayılıyor bu şekilde. Tekrar başa dönülmesi anlamına geliyor. Yıllardır birlikte yaşayan, aynı sokağı, aynı mahalleyi paylaşan kesimler birbirinden koparılıyor ve aralarındaki mesafe fiziksel olarak da artırılıyor.

Biliyorsunuz ki mülteci karşıtı, göçmen karşıtı anlayış çok güçlü dünya siyasetinde. Türkiye gibi seçime giden, kısa süre sonra seçimi olan bir ülkede bu anlayışı kullanıp oy almak isteyen siyasetçiler, siyasi partiler var. Büyük ölçüde ırkçı bir siyaset izliyorlar ve bunun da oy getirdiğini görüyorlar. Ayrımcılığı körüklüyorlar. Toplumun geleceğinin böyle anlayışlarla zehirlenmesi, ileride başımıza büyük sorunlar açacaktır.

Depremin yarattığı şok, afetin büyüklüğü derken mülteciler gibi toplumun dezavantajlı kesimlerini ihmal etmiş durumdayız. Toplumsal uyum ya da entegrasyon ne derseniz deyin, hem kamu hem de sivil toplumun -10 yıldır çok da önemsemediği- bu alana dair çalışmaları hızlıca sürdürmesi, ayrışmayı önleyecek tedbirler alması gerekiyor. Dediğim gibi, hepimizin emekleri heba olacak yoksa. Konu sadece bunun için çalışan bizim gibi az sayıda sivil toplum örgütlerinin emekleri de değil. Aynı mahallelerde yaşayan yoksul Türkiyeliler ve Suriyeliler birbiriyle ekmeklerini paylaşıyordu, bir tarafın yemeği olmayınca diğeriyle paylaşıyordu mesela. İç içe geçen yaşam nüveleri toplumda oluşmuştu ama bu politika sürdürülürse, tekrar başa dönmüş olacağız. Bahsi geçen 11 ilde yaşayan Suriyeli mülteci sayısı, Türkiye’deki toplam mültecilerin yüzde 40-45’ine denk. Bir arada yaşamı hedefliyorsak, bu illerde toplumsal uyum politikasını göz ardı etmemek gerekiyor bence.

Kırkayak’ın geçtiğimiz yıllarda yayımladığı bir rapor çalışmasında, göçmenlik üzerine tartışmaların genellikle belirli kodlarla yürütüldüğü, çözümlerin de aynı kodlar üzerinden üretilen formüllerle bulunmaya çalışıldığından bahsediliyordu. Hâl böyleyken dezavantajlı kesimler içindeki çeşitli grupların varlığı göz ardı edilebiliyor; süreçte omuzlarına daha fazla yük bindiği, problemlerinin biricik olduğu unutulabiliyor sanki.

Dom, Abdal ve Roman topluluklarına dair ayrımcılık katmerlenmiş durumdayken; topluluklar içerisinde hizmetlere, haklara erişimde daha ciddi sorunlar yaşayan LGBTİ+lar, başka diğer dezavantajlı gruplar, kırılgan bireyler var. Ciddi biçimde toplumdan izole edilmiş durumdalar.

Herhangi bir sebepten dezavantajlı olanlar için güvenli alanlar ve politikalar oluşturulması gerekiyor. Bir stratejinin izlenmesi şart. Önlemlerin alınmasının, uyum faaliyetlerinin, birlikte yaşam çalışmalarının güçlendirilmesi lazım. Özellikle çocukların gerçekten güvenli alanlara ihtiyacı var. Eğitim konusunda büyük sıkıntılar yaşanıyor, uzaktan eğitime de erişemediler büyük oranda. Sadece oyun oynayabilecekleri alanlar değil, derslerinin desteklenebileceği alanların olması gerekli. Üniversiteye hazırlanan çocuklara da ek alanlar açılmalı. 12-18 yaş arası çocuklar, “Hep küçükler için alanlar açılıyor, bizim için hiçbir şey yapılmıyor.” diyor bize. “Çadırlar küçük, konteynerler küçük; ders çalışmak için yeterli değil” diyorlar sürekli.

Her ne kadar toplumumuzda bu konuyu mahrem alan görüp sanki böyle ihtiyaçlar hiç yokmuşçasına hareket edenler olsa da kadınların hijyen kitleri, kadın pedleri ücretsiz olarak sağlanmalı. Çok önemli bir mesele bu. Ne yazık ki çok ciddi bir koordinasyon eksikliği var; bir yere gidip kadın pedlerinin, hijyen kitlerinin yerlere atıldığına şahit oluyorsunuz ama başka bir alanda bunlara hiç erişemeyen kadınları görebiliyorsunuz. En azından il ve ilçeler bazında koordinasyonun çok iyi yapılması, herkese eşit derecede erişimin sağlanması gerekiyor.

Güvenli bir alan açmak, birlikte yaşam pratiklerini teşvik ve ayrımcılıkla mücadele etmek için kurulan Mutfak Matbakh Atölye’nin çalışmalarından haberdarız. Deprem sonrasında Suriyeli ve Türkiyeli gönüllüler tarafından kurulan mutfaklarda yemekler dağıtılmış, daha sonra ise market kartı sistemine geçilmiş. Mutfak Matbakh’ın deprem odaklı çalışmaları devam edecek mi?

Başta da söylediğim gibi; 2011’den beri “Kente gelen komşularımızla, hemşerilerimizle nasıl yaşarız?” meselesine kafa yoran ve dünya deneyimlerine de bu açıdan bakan bir sivil toplum örgütüyüz. Bir tarafımız akademi ile sürekli iç içe, diğer taraftan sahadan sürekli veriler topluyor, raporlar yazıyoruz. Göç konusunda söyle bir şey var: Yeni gelen göçmen toplumlar, eskiden beri orada yaşayanlarla aynı binalarda bile kalırken birbirlerine paralel hayatlar sürüyorlar. Birbirlerine çok temas etmiyorlar. Ama bazı alanlar var ki toplumun iki kesimi gönüllü olarak bir araya gelebiliyor. Bunlardan biri kültür sanat alanları, diğer ise mutfak ve yemek kültürü. Dünyanın neresine giderseniz gidin, nasıl ki karnınızı dönerle doyurmak mümkün oluyorsa, falafel ya da humusla da doyurabilirsiniz. Yemek, gönüllü olarak bir araya gelmek için en uygun alanlardan birisi ve Kırkayak Kültür de yaşam çalışmaları yaparken bu anlayışla programlar oluşturdu.

Mutfak Matbakh Atölye toplumsal cinsiyet eşitliği programımız, Gaziantep’te farklı alanlarda çalışan bir grup kadının 2014’te bir araya gelip kurduğu bir üretim alanı. Burada yemekten kültür sanata, kültür sanattan bilimsel araştırmalara kadar bir sürü ortak çalışma yapıldı şimdiye kadar. Göçmen kadınlar ve o yılki temel sorunları göz önüne alınarak, her yıl bir çalıştay yapılıyor. 

Bu program kapsamında gönüllü olarak çalışan kadınlar, ihtiyacı olanlara, deprem sonrası yemek yapmaya başladılar. Suriyeli bir arkadaşımız kendi restoranın üst katını tahsis etti kadınlara ve onlar da depremden etkilenen ailelere günde birer öğün sıcak yemek ulaştırmak için çabaladılar. Bu süreçte hemen hepimiz yaklaşık iki hafta kadar dışarıda, çoğu zaman arabalarımızda kalıyorduk. Gönüllüler tarafından yapılan yemekler, Maraş halkı da dâhil olmak üzere yaklaşık 16 bin kişiye, yine gönüllüler tarafından dağıtıldı. Bir araya gelip birlikte öğrenme hedefi taşıyan bu girişim, ihtiyacı olanlara yemek temin edilen bir hâle dönüştü. Aynı gönüllülerle temin ettiğimiz market kartları sayesinde gıda, erzak, çocuk maması, hijyen ürünleri, kadın pedleri vb. alınabilecek bir sistem de kurduk. Kartların dağıtımında bizlere yine destek verdiler.

Daha önce küçük bir mutfağımız vardı, pandemide orayı kapatmıştık. Bu sefer “MutfakNa” (Bizim Mutfağımız) ismini verdiğimiz yeni yerimizde çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Kırkayak Sanat Merkezi’nin bitişiğindeki bir binada kuruluyor ve bir dayanışma mutfağı olacak aslında. Türkiyeli ve Suriyeli kadınların bir parçası olacağı, Ortadoğu ve Anadolu mutfağından menülerin bulunacağı, gezici bir mutfağı da barındıracak bu model sayesinde hem ihtiyacı olanlara ücretsiz yemek sağlanacak hem de kadınlar, emekleri karşılığında para kazanabilecek.

Daha önce bu alanda çalışan ve mutfak programımızın da kurucularından olan, mimar arkadaşımız Merve Bedir şu anda model üzerinde çalışıyor. Bu proje tam olarak şu nedenden bizim için değerli: Mülteci karşıtlığının pompalandığı bir ortamda, göçmenlerle yerliler bir araya gelip dayanışma ortamı kuracak; ihtiyacı olanlara fayda sağlanacak. Mutfak kurulduktan sonra yemek workshopları yapacağız, iki toplumda farklı içeriklerle yapılan yemeklere dair bir yemek kitabı hazırlayacağız. Antep bugün gastronomi kenti olarak biliniyor; böyle anılmasının sebeplerinden biri, bir tarafta Orta Doğu ile kuzeyin, diğer tarafta doğuyla batının yollarının kesiştiği bir bölge olması… Mutfak kültürü zaten zenginken, son 10 yılda şehrimize gelenlerle daha da zenginleşmiş oldu. Bu gerçeği belirgin kılacak bir perspektifle dayanışmayı sürdürmeye çalışacağız. MutfakNa Ortadoğu ve Anadolu mutfağına dair çalışmalar, bir arada yaşam ve dayanışma modeli oluşturmak için çalışmalar yapmaya başlayacak.

Önümüzdeki süreçte daha fazla mağduriyet yaşanmaması, ihtiyaçların sürdürülebilir şekilde karşılanabilmesi adına acil olarak atılması gereken adımlar neler olmalı sizce? Daha ileriki aşamalarda nasıl aksiyon alınmalı ayrıca?

Günbegün ihtiyaçlar farklılaşıyor. Normalimizin değiştiğinin bilinciyle, yeni bir hayat kurmalıyız. Daha önce de belirttiğim gibi; sahalardaki kişi, kurum ve kuruluşlarla koordineli çalışıp, ihtiyaç analizlerini yerele göre çıkarmak önemli.

Bunu hep anlatıyorum; Adıyaman’a gittiğimizde, yıkılan bir binanın başında yakınları olan bir amca, “Oğlum arabada su var mı? Çok susadım, hiç su içmemiştim.” dedi. Çıkarıp su verdim fakat üç dört sokak öteye gittiğimde, kamyonlarla sokaklara dökülmüş kasa kasa suların güneşin altında beklediğini gördüm. İhtiyaçları iyi tespit edebilmek, bu tespitlere göre gidermek, gelecekte nasıl değişeceklerini göz önünde bulundurmak, ihtiyacı olana onun erişimini sağlamak çok önemli. 

Koordinasyonların belirli alanlarda oluşması ve birbirini desteklemesi de şart. Çocuk, gençlik, mülteci vb. alanlarında çalışan sivil toplum örgütlerinin birbirini desteklemesi gerekiyor fakat ne yazık ki Türkiye’deki örgütler olarak bazı şeyleri çok konuşup, sahaya inmekte gecikebiliyoruz. Aksiyona dönük planlamanın zaruri olduğunu düşünüyorum. Ayrıca herkesin her alanda çalışmalar yürütmesi çok işlevsel değil. Çocuk alanı çok hassas mesela, deneyimsiz olan örgütler yalnızca uzman olduğu konularda çalışmalarını sürdürmeli. Gönüllülükte de aynı şekilde… Bireylere zarar vermeyecek bir sistemin kurulması gerekiyor.

Mülkiyet meselesi, Türkiye’de hâlâ çok karmaşık bir mesele. İnsanların evleri var ama üzerlerinde görünmüyor mesela. Öte yandan enkazların altında hâlâ insanların olduğu söyleniyor, hâlâ şoktayız hepimiz. Önümüzdeki dönemlerde konutla ilgili, mülkiyetlerle ilgili çok ciddi sorunlar oluşacak ve bunların çoğununun hakkaniyetli bir şekilde, o insanların zarar görmeyeceği şekilde çözülmesi çok önemli. 60-70 yaşındaki kişiler, ömürleri boyunca çalışarak bir evleri olduğunu ama onu da kaybettiğini söylüyorlar. Can kayıplarının yanında, bunlar da gerçekten büyük kayıplar. 

Ben ayrıca şunu da çok önemsiyorum: Kayıplarımızın yasını yeterince tutamadık biz. Ölülerin gömülmesi bir törendir ve bir tören, o yası nasıl deneyimlediğinizi değiştirir. İnsanların ölümü kabullenebilmesi, kayıp duygusunu yaşaması; toplumsal yas törenleri sayesinde mümkün oluyor genellikle. Şu anda insanların o kadar çok kaybı var ki hiç kimse yeterince yas tutamadı; yakınlarını kendi gelenek, görenek ya da dinsel inançlarına göre gömemedi. Bunun ileride ciddi psikolojik sorunlara sebep olabileceğini düşünüyorum. Yaralar iyileştirilmez ise gittikçe derinleşecek. Hâlâ yeterince farkında değiliz bu konunun.

Bunun bir sebebi de hâlâ çok eksiğin bulunması, yeterince güvenli alanlar oluşturulmamış olması elbette… Donanımlı konteyner gibi daha elverişli koşullar talep edenler varken, Antakya gibi bazı yerlerde çadır ihtiyacının devam ettiğini de biliyoruz.

Gerçekten uzun sürecek bir zaman aralığının içerisindeyiz, insanların süreçten en az zararla çıkacakları şekilde plan program yapılması gerekiyor. Şunu herkesin görmesi lazım ki deprem, sel gibi afetler; felaket değildir. Felaket olan şudur: Fay hattı üzerine -Antakya’da olduğu gibi- Araştırma Hastanesi kurarsanız, deprem olduğunda içindeki hastaları kurtaramazsınız. Felaket olan şudur: Amik Ovası dediğimiz, Antakya’da başlayıp Maraş’a kadar devam eden ve fay hattı üzerinde bulunan bir bölgede sekiz – dokuz katlı binalara izin verirseniz, o binaların hepsi yıkılır ve insanlar altında kalır. Önlem alınan yapılar, mesela İslahiye Devlet Hastanesi, orayı yapan müteahhit sismik sitem kurduğu için yıkılmadı. Yaralanan insanları götürüp tedavi edebilecek, bakımlarını yapılabilecek bir hastane vardı. Nurdağı Devlet Hastanesi ise depreme dayanıklı olmadığı için ağır hasar aldı ve hizmet veremediği için belki de kurtarılabilecek insanlar kaybedildi. Türkiye gibi deprem bölgesi olan bir coğrafyada İstanbul gibi deprem riski bulunan şehirler için acil önlemler alınması lazım. Umarım ki bu yaşananlar aklımız başımıza getirir ve inşaatlar üzerinden dönen rant hırsı biter.

Kırkayak Kültür’ün bu süreçte güncel ihtiyaçları neler? Yakın zamanda bir gönüllülük çağrısı yaptınız ayrıca.

Kurulduğumuz günden beri kendi mekânlarını “açık alan” olarak tanımlayan bir grubuz. İki tane merkezimiz vardı Gaziantep’te. Hem sanat merkezimiz hem de şu anda bulunduğumuz taş evimiz, başta mülteci sanatçılar olmak üzere, Antep’te yaşayan ve Antep’e yolu düşenlere açıktı. Deprem sonrası taş evimizin çatı katı (sergi alanı ve film gösterim alanımız) az hasarlı görünüyor. Tadilatını yapmamız gerekiyor ama asıl 200 metreyi aşkın terası ve büyük bir salonu olan, büyük bir göç merkezimiz vardı bizim. Oradaki duvarlarımızda ciddi şekilde hasarlar var şu an, kullanamıyoruz. Önümüzdeki dönem tadilatı için çalışıp, tekrar “açık alan” hâline getirmeye çalışacağız. İleride daha fazla ihtiyaç olacak bu alanlara çünkü. Yeni sivil toplum örgütleri kuruluyor, inisiyatifler var ve eğer toplantı yapabileceğiniz, aktif olarak kullanabileceğiniz bir yeriniz yoksa işler daha da zorlaşıyor. Bahsettiğim merkezler sadece kendi kullanımımıza tahsil edilmemişti; hem mültecilerin kurduğu dernekler hem sanatçılar hem de dışarıdan gelen akademisyenler için açık birer çalışma alanıydı. Şimdi buraları önümüzdeki dönemde nasıl yeniden işler hâle getirebiliriz, onun çabasını gösteriyoruz. 

Dediğim gibi, Mutfak Matbakh Atölye programımız kapsamında MutfakNa isimli bir mutfağımız kuruluyor. Orada da gönüllülere, desteğe ihtiyacımız var. Gönüllü ilanı çıkardık.

Eğitim programımız kapsamında, İslahiye ve Nurdağı başta olmak üzere kamp alanlarında, 12 – 18 yaş arası çocuklar için güvenli eğitim alanları oluşturmaya çalışıyoruz aynı zamanda. Yapabilirsek, gönüllü fakat aynı zamanda alanında uzman öğretmenlere, psikologlara, sosyal hizmet uzmanlarına ihtiyacımız olacak. Şu an konteyner görüşmelerinin yapıldığı dönemdeyiz, nereye kurabiliriz onu konuşuyoruz. Çocukların ders çalışabilecekleri konteynerlara, derslerine destek olabilecek gönüllere ihtiyacımız olacak önümüzdeki dönem. 

Yine belirttiğim gibi; market kartlarının, gıda desteklerinin, hijyen kitlerinin dağıtımını yapıyoruz ihtiyaç analizlerimize göre. Bunların dağıtımında da gönüllülere ihtiyacımız oluyor tabii ki. 

Gaziantep dışından gelen gönüllülerin konaklama sorununu çözemedik henüz. Gönüllüleri önümüzdeki dönemde nasıl ağırlayabiliriz konusunda çalışmalar yapıyoruz. Konaklama alanlarına ihtiyacımız var. 

Kültür – sanat, hem toplumun farklı kesimleri için bir araya geliş alanı hem de bireylerin psikolojik açıdan rahatlaması için önemli bir iyileşme aracı. Önümüzdeki dönem kültür sanat etkinliklerimizi tekrar başlatacağız. Haftada bir film gösterimlerimiz vardı, başka kültür sanat etkinliklerimiz vardı. Dayanışma alanlarıydı aynı zamanda bu etkinlikler. İnsanların bir araya gelip birlikte bir şeyler üretebilecekleri bu alanları oluşturmaya devam edeceğiz. 

Peki Kırkayak Kültür’e uzaktan gönüllü olmak mümkün mü?

Uzaktan gönüllü destekleri de zaman zaman oluyor. Bir gönüllünün bir konuda uzmanlığının bulunması bizim için de işlevsel olabiliyor. Örneğin depremden önce bize başvuruda bulunan bir gönüllümüz gastronomi ve sosyoloji mezunuydu. MutfakNa’nın açılışı için neler, hangi mutfak malzemeleri gerekiyor, ona danıştık ve bize bir liste ile ihtiyaç analizi çıkardı hızlıca. Ya da şöyle bir şey olabiliyor: Dil açısından, çeviri açısından bize destek veren arkadaşlarımız var dışarıdan. Bu tarz destekler alabiliyoruz. 

Yurt dışından arkadaşlarımız oradaki dayanışma kampanyaları sonucu bize destek verdiler. Bazıları hâlâ veriyor. 

12-13 yıldır çalışmalarımızı sürdürsek de biz aslında küçük bir kurumuz. Beş çalışanı olan, üyelerinin bazılarının ve yönetim kurulunun da gönüllü olarak çalıştığı ve gönüllülerden oluşan; sivil toplum kurumu olma ilkelerinden gerçek manada taviz vermeyen bir kurumuz. Gönüllü ağımızı yeniden düzeltmek, üzerinde çalışmak istiyoruz. Kırkayak Kültür kitlesel göçün olduğu dönemde de pandemide de sürekli kendisini sahaya ve ihtiyaçlara göre değiştiren bir kurum oldu. Şimdi yeniden bir değişim ve dönüşüm yaşıyoruz. Deprem sonrası dönemde bizimle dayanışma içinde olan destekçi kurumlarımız ve gönüllü dostlarımızla birlikte, daha da güçlenerek, yürümeye devam edeceğiz.